Felsefe, İlim ve Hikmet (Kur’ânî Tâlimatlar 57)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2023 Ay: Eylül, Sayı: 223

ŞAHSİYET İÇİN

Fatih Sultan Mehmed Han; İstanbul’u Bizans’tan aldığında, şehir perişan bir vaziyetteydi. Her sahada çöken eden Bizans, şehri de îmar ve ihyâ edemez hâle gelmişti.

Fatih’ten sonra tahta geçen II. Bâyezîd’e; meşhur İtalyan mimar ve ressam Leonardo da Vinci, bir mektup yazdı. Rönesans’ın mühim sîmâlarından olan bu mimar; Padişah’a, İstanbul’daki cami ve diğer eserlerin plân ve projelerini bizzat yapmayı teklif ediyordu.

Bu mektup vezirler arasında sevinç uyandırdı. Derin ve ince bir tasavvufî anlayışa sahip olan II. Bâyezîd Han ise, bu teklifi reddetti. Hayret içinde sebebini soranlara ise şu cevabı verdi:

“Şayet bunu kabul edersek, ülkemizde üslûp ve ruh itibarıyla mukallit bir kilise mimarîsi hâkim olur, kendi İslâmî mimarîmiz inkişâf edemez ve şahsiyet kazanamaz!..”

Evet; pazu gücüyle İstanbul’u fethettiğimiz gibi, kendi kıymetlerimizden neş’et eden bir zevk-i selîm ile de onu îmâr etmemiz gerekiyordu.

Elhamdülillâh bugün İstanbul’a baktığımızda; Mimar Sinan’ın, Sedefkâr Ahmed Ağa’nın ve emsâlinin tamamen millî olan, İslâm’ın rûhunu ve Osmanlı’nın mührünü taşıyan birbirinden muhteşem eserlerini, iftiharla temâşâ ediyoruz.

Bunun tam tersini maalesef mâarif sahamızda yaşadık.

Ülkemizi işgal etmek isteyenlere karşı mücâhede ettik. Bayrağımızı indirmek isteyenlere canımız pahasına karşı koyduk. Çanakkale’de 250.000 şehid verdik. Çetin bir Millî Mücadele vererek istiklâlimizi müdafaa ettik.

Lâkin sonrasında gençliğimizi ve nesillerimizi şekillendirecek eğitim anlayışını yine o işgal güçlerinin fikir babalarına teslim ettik!..

İngiliz devlet adamlarından biri, kendi meclislerinde eline Kur’ân-ı Kerîm’i alarak;

“–Bu kitap, müslümanların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız!” demiş, bu sözleri o yıllarda gazetelere aksetmişti.

Hakikaten;

Yurdumuzu işgale çalışan fakat cephede kaybedenler, bizzat mekteplerimizde evlâtlarımıza hükmetme fırsatı buldular. Bunu memleketin kalkınması ve ilerlemesi için zarûrî bir adım diye kabullendirdiler. Hâlbuki bu noktada da verilen tavizler bir netice vermedi.

Bu başarısızlıkların sebebi şudur:

Her kök, her ağaçtan aşı kabul etmez. Muhteşem bir çınar ağacına bodur bir ağacın aşılanamadığı gibi bir medeniyet de rûhen kendisine yabancı olan kültürlerin tesirlerinden çoğu zaman fayda yerine zarar görür.

Bizim medeniyetimiz; Fahr-i Kâinât Efendimiz’in Kur’ân ve Sünnet temelinde inşâ ettiği, İslâm medeniyetidir. Tahsil edilecek ilk ve en mühim kültür; İslâm kültürüdür, Kur’ân ve Sünnet kültürüdür. Zira vahye müstenittir.

İslâm mükemmeldir. Mükemmelin mükemmelidir. Asla yabancı bir kültürden yamaya, proteze ve desteğe ihtiyacı yoktur.

İslâm medeniyeti, insanlık tarihinde bir kere ulaşılabilmiş bir zirvedir. Bunun sebebi; insanın yaratılıştan gelen husûsiyetlerinin, ilâhî ilim, irfan ve hikmetle teçhîz edilmiş olmasıdır. Yani nefsânî problemlerin bertaraf edilerek, gönüllerin hakikî ilim ve irfân ile mezcedilmiş olmasıdır.

Her medeniyet, kendi insan tipini vücuda getirir. O insan tipi de, mensup olduğu medeniyetin sıfat ve karakterleriyle âhenk arz eder.

Necip Fazıl şöyle îkāz eder:

“Kökünü beğenmeyen dal ve dalını beğenmeyen meyve, olgunlaşmadan çürür!..”

Maalesef kökünü beğenmeyen gaflet ehlinin teşebbüsleriyle; Tanzîmat’tan beri, memleketimizin bilhassa mâarif sahası ruh kökümüze yabancı fikir cereyanlarına teslim edildi.

Mütefekkir Cemil MERİÇ’in ifadesiyle idrâke giydirilen deli gömlekleri mesâbesindeki ideolojiler, memleketimizi kültürel bir istîlâya tâbî tuttular.

Maalesef günümüzde de, tahsil yuvalarında bu fikrî esârete şâhit olunmaktadır.

ALLÂH’IN KOYDUĞU KANUNLAR

Fizik, kimya, biyoloji gibi fen ilimleri tabiatı inceler. Onların tâbî oldukları kaideleri tespit edip onlardan istifâde yollarını araştırır.

Kim bulmuş, adını kim vermiş olursa olsun aslında bu kaideler; Cenâb-ı Hakk’ın bu kâinâtı yaratırken bizim bulup istifâde etmemiz için koyduğu kanunlardır.

Bir mü’min için, bu kanunların her biri; Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudretini, muhteşem azametini, nâ-mütenâhî hikmet ve keremini ortaya koyan birer tefekkür malzemesidir.

Kur’ân-ı Kerîm’in ilk nâzil olan âyeti;

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَۚ ۝١

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) fermanıdır ki; devamında çok cömert olan Cenâb-ı Hakk’ın, insana, ilmin vasıtası olan kalemi ihsân ederek, bilmediklerini öğrettiğini hatırlatır.

Mü’min; ilim ve fen yolunda, temâşâ ettiği, araştırdığı ve öğrendiği her hakikat karşısında, eserden Müessir’e, sanattan Sanatkâr’a ve sebepten Müsebbib’e ulaşmayı bilir.

İlimden bu şekilde iki kanatlı istifâde edebilenler hakkında;

اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰٓؤُ۬اۜ

“Kulları içinden ancak âlimler; Allah’tan (gereğince) haşyet duyar, korkar.” (Fâtır, 28) buyurulmaktadır.

Lâkin ehl-i küfür, bu kanunları da Yaratıcısından tecrit etmeye çalışmıştır. Allâh’ın halk ettiği ve vaz ettiği tabiat kanunlarını, -hâşâ- âlemin kendiliğinden meydana geldiğine bir delil olarak göstermeye çalışmıştır.

Tarafsızlık ve objektiflik diye süsleyerek; Fâil-i Mutlak olan Cenâb-ı Hakk’ı gizlemiş, ateizmden taraf olmuşlardır.

Apaçık bir hakikat olan bu muhteşem nizâmın; bir Yaratıcı’nın eseri olduğunu kabul etmek yerine, art arda sonsuz sayıda şanslı tesadüflerle, kendi kendine (!) meydana gelmiş olabileceğini savunmaya çalışmışlardır.

Ekranlara profesör diye çıkarılan bazı meşhur sîmâlar; her fırsatta sahasının dışına çıkarak, ateizm propagandası yapmaktadır. Tahsil yuvalarında bu anlayışlar hâkim oldukça; mekteplerde deizm, ateizm ve benzeri zehirli cereyanların yayılmasında şaşılacak bir şey var mıdır?

Charles Darwin; canlıların iptidâî atalarından, tabiî seleksiyon ve kör mutasyonlarla (rastgele genetik hatalarla) evrimleşerek türler oluşturduğunu iddia etti. Buna göre insan da maymunlarla ortak bir atadan gelmekteydi.

İlim-irfan yuvası olması gereken tahsil müesseseleri; bu tarafgir teorileri, ateizme vasıta yapmaya çalışan kişilerin işgaline uğradı.

Yüz binlerce, milyonlarca yıl önce nelerin yaşandığına ait bu iddiaları ispatlamak için, birkaç fosil ve bol bol hayal gücü kullanıldı.

Tabiî seleksiyon ve tekâmül iddiası, aynı zamanda içtimâî ve siyâsî cereyanlara da tesir etti. Çünkü bu görüş, canlılar âleminde dâimâ güçlü olanın ayakta kalabildiğini iddia etmekteydi. Ayak uyduramayan, yok olmaya mahkûmdu.

Dolayısıyla Avrupa’nın siyasette Makyavel tarafından dile getirilen; «maksada ulaşmak için her yolu mubah gören» anlayışına, evrim, «ilmî bir kılıf» oluşturdu.

Maymunlarla ortak atadan evrile evrile, tekâmül ede ede gelindiği iddiası, kendisini dünyanın geri kalan bölümlerinden üstün gören Avrupalı kibrine ve ırkçılığına da güya bir haklılık payı çıkarıyordu. Avrupalılar en çok gelişmiş ırk (!) olduklarına göre, dünyanın geri kalanını yok etmeye yahut köleleştirmeye ve sömürgeleştirmeye hak sahibiydiler.

Daha bir asır önce; Afrika ve Asya’dan getirilen insanlar, canavar medeniyetin göbeğinde hayvanat bahçelerinde kafesler içerisinde sergilendi.

Bu zâlim ve kibirli anlayışla;

  • Elmas ve altın zengini Afrika, batı ülkeleri tarafından acımasızca sömürüldü. Halkı hâlâ açlık ve fakirliğin pençesinde…
  • Aynı zamanda Afrika’dan yüz binlerce insan gemilere doldurulup köle olarak Amerika kıtasına götürüldü. Yolda hastalanan Afrikalılar, okyanusa atıldı…
  • I. Dünya Savaşı’nda yaklaşık 9 milyon kişi öldü; 21 milyon kişi yara aldı, sakat kaldı, perişan oldu…
  • II. Dünya Savaşı’nda 60 milyon insan öldü. Yüz binlerce yahudi, fırınlarda yakıldı…
  • 1944’te Japonya’da iki şehir kömür hâline getirildi. Kadınlar, çocuklar, ağaçlar, karıncalar ve canlı nâmına her şey yok edildi. Gelecek nesiller bile bunun tesiri altında kaldı; kimi sakat doğdu, kimi yok oldu…

Günümüzde hâlâ; “Demokrasi ve insan hakları götüreceğiz!” maskesi altında müslüman memleketleri işgal edip, yer altı zenginliklerini sömürmekte ve sun‘î kavgalar çıkarıp taraflara silâh satarak, vekâlet savaşlarında kendilerini yormadan, İslâm âlemini mâtem ülkeleri hâline getirmeye devam etmektedirler.

Bütün bu zulüm ve kibrin altında, Darwin’in teorileri vardı.

Hâlbuki;

İslâm; «güçlü olanın haklı olduğu» değil, «haklı olanın güçlü olduğu» bir nizâmı emreder. Osmanlı gibi İslâm devletlerine hâkim olan «nizâm-ı âlem mefkûresi» de bunun bir tezâhürüdür…

BİLİM PUTU

Diğer taraftan, fen ve bilim sahasının bizzat kendisini putlaştıranlar da oldu. Siyantizm / bilimcilik akımları; fen ve tekniği, din ve ahlâkın yerine ikāme etmeye çalışarak, bilimi, insanlığa yegâne yol gösterici saymaya kalktı.

Hâlbuki;

Fen, teknik ve bilim, iki tarafı keskin bir bıçak mesâbesindedir. O bıçağı; bir kātil cinâyet işlemekte, bir kasap et doğramakta, bir cerrah hayat kurtarmakta kullanabilir.

Atom enerjisini; yüz binlerce insan, hayvan ve bitkiyi yok etmek ve geride kalanları sakat bırakmakta kullananlar olduğu gibi, ondan sadece elektrik üreterek istifâde edenler de vardır.

Yani fen, kişinin ahlâkına göre kullanacağı imkânlar sağlar.

Mevlânâ Hazretleri ne güzel söyler:

“Ahlâksıza ilim öğretmek, eşkıyânın eline kılıç vermektir.” (Mesnevî)

Her hususta olduğu gibi, ilmin de zâhir ve bâtın iki tarafı olur. Eğer mânâ ve bâtın tarafı ihmal edilirse;

  • Hukuk tahsili; bir insanı, adâlet tevzî eden bir hâkim yerine, gaddar bir cellât hâline getirebilir.
  • Tıp tahsili; bir insanı, şifâya vesile olan bir tabip yerine, organ mafyasına hizmet eden yahut bebekleri katleden kürtajcı bir cânî hâline getirebilir.

Böyleleri için şöyle denilmiştir:

Ham tahsil bilgisizliği alır,

Lâkin cehâleti bâkî kalır!

Nitekim Cenâb-ı Hak; ehl-i kitâbın ilmi yüklenen fakat, onunla amel etmeyen sözde âlimlerini; «kitap yüklü merkepler»e benzetmiştir. (Bkz. el-Cuma, 5)

Mevlânâ Hazretleri de buyurur:

“Gönle nakşedilen bilgi insana yardım eder, dost olur; fakat bedende yani zâhirde kalan bilgi yük kesilir.” (Mesnevî)

Günümüzde tahsil yuvalarında gördüğümüz en büyük problem ise, indî / sübjektif değerlendirmelerin çok daha fazla rol oynadığı; felsefe, psikoloji ve içtimâî ilimler sahasındadır.

Mestûre kızlarımız, mütedeyyin evlâtlarımız; -belki merak sâikıyla, belki adındaki «ilim» kelimesini tarafsız zannederek- bu tahsillere yönelebiliyor. Felsefe, psikoloji ve benzeri sahalarda, ekseriyâ gayr-i müslim, ateist, hattâ sapkın fikirlere sahip kişilerin kurduğu esaslara göre bir tahsile yıllarını veriyor.

Sormalıyız:

RÛHU, AHLÂKI ve HAYATIN MÂNÂSINI KİME SORUYORUZ?

Felsefe, psikoloji, sosyoloji, iktisat gibi insânî ve içtimâî ilimler, büyük ölçüde esas alınan ideolojinin kurucularından tesir alır. Çünkü bunlarda kat‘î tabiat kanunları yoktur.

Fiziğin incelediği atom, doğuda da batıda da aynıdır. Rûha, nefse, topluma, hukuka ve ahlâka dair mevzular ise; milletler, coğrafyalar ve kültürler arasında büyük değişikliklere mâruz kalırlar. Nokta-i
nazar bunlarda büyük tesir icrâ eder.

Felsefe kelime mânâsı olarak; «hikmeti aramak, bilgelik sevgisi» demektir. Celâl Hocamız bize kelimenin özünde bu mânânın olduğunu söylerdi.

Sonsuz hikmet sahibi mânâsına gelen el-Hakîm / ism-i şerîfi, Cenâb-ı Hakk’ın şerefli esmâsındandır. Kur’ân, hakîmdir. Allah, hikmeti dilediğine verir. Peygamberlere, Lokmân Hakîm gibi sâlih zâtlara, ihlâs ve takvâları nisbetinde hikmet lutfetmiştir.

Esas hikmet, Cenâb-ı Hakk’ın kavlî ve kevnî âyetlerinden takvâ neticesinde idrâk edilebilen sırlardır.

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; tekâmül etmiş takvâlı bir kalbe âyet-i kerîmede buyurulan Kitap ve hikmeti, işte bu mâhiyette tahsil ettirmiştir. (Bkz. Âl-i İmrân, 164)

Zaten;

Felsefenin en büyük zaafı, nazariyattan ibaret olması, yani ekseriyâ fildişi kulelerde masa başında üretilip, kâğıt üzerinde kalması, hiçbir zaman tatbik sahasına girip müsbet bir netice verememesidir.

Hâlbuki, peygamberler ve Hak dostları; vahye istinâd eden tâlimatlarını, yaşayarak yaşatmış, örnek olarak tâlim buyurmuş ve insanlığa fiilî kıstas olmuşlardır.

TARİHTEKİ EN TESİRLİ İNSAN

Buna en güzel şâhit şu hâdisedir:

Amerikalı ilim adamı Michael Hart, 1979 yılında dünyanın gelmiş geçmiş en tesirli 100 büyük insanını seçme çalışması yaptı. Büyük insanların kabiliyetlerini, mücadelelerini, icraat ve başarılarını bilgisayara kaydetti. Aylar süren çalışmadan sonra bilgisayar, verilen bilgiler ışığında dünyanın en büyük ismini seçti. Bu isim, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- idi.

Michael Hart, Peygamber Efendimiz’in her hususta insanlığa rehberliğini ve muallimliğini şu sözlerle ifade etti:

“Bir hıristiyan olarak gönlüm Hazret-i İsa’nın birinci sırada gelmesini isterdi. Fakat dürüst olmak gerekirse bazı kategoriler vardı ki onu seçmem mümkün olamadı.

Meselâ;

  • İsa Mesih bir baba değildi ama Muhammed (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-) iyi bir babaydı.
  • İsa koca olamadı, ama Muhammed (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-) iyi bir koca oldu.
  • İsa Mesih devlet adamı olamadı ama Muhammed (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-) (bu hususta da dünyaya örnek) oldu.
  • İsa Mesih bir savaşçı değildi ama Hazret-i Muhammed büyük bir savaşçı idi.
  • İsa Mesih bir yönetici olamadı ama Hazret-i Muhammed oldu.”

HİKMET Mİ NEFSÂNİYET Mİ?

Felsefe nâmına ortaya konulan muhtevâ ise, maalesef çoğu defa, hikmet diye isimlendirilmekten çok uzak nefsânî arzuların ifadeye büründürülmesi; hevâ ve heveslerin, akıl, felsefe ve tefekkür mahsûlü diye gösterilmesidir.

Felsefe tuzağı; İslâm tarihinde yabancı birçok unsurun İslâm’a girdiği, fakat bir kısmının eski telâkkîlerini de beraberinde getirmeye kalkması sebebiyle problemlerin yaşandığı hicrî üçüncü asırdan itibaren İslâm âlemini tehdit etmişti.

Hüccetü’l-İslâm İmam Gazâlî Hazretleri felsefeyi baştanbaşa incelemiş, ondan istifâde edilebilecek kısımları tespit etmişti. Gazâlî Hazretleri, bu tahkikat neticesinde; İbn-i Sînâ, Fârâbî gibi filozofların, 3 yerde inkâra, 17 yerde de dalâlete düşme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduklarını ortaya koydu.

Müslüman filozofları bu hataya düşüren husus; âleme ve hâdisâta dair tefekkürlerinde; Aristo, Plâton gibi putperest Yunan filozofların tesiri altında kalmalarıydı.

Meselâ;

  • Haşrin cismânî olacağını reddedip, sadece rûhânî olacağını iddia ettiler.

Hâlbuki zaman içinde ilim; insanın her bir atomunda, DNA adlı şifresinin saklı olduğunu ispatladı. Yani insanın bedenen yeniden yaratılmasının imkânı, ilim çevrelerince de kabul edildi. Hattâ çeşitli hayvanlar; insanlar tarafından dahî bedenen klonlandı, yani kopyaları sun‘î şekilde üretildi.

Filozofların bu iddialarının ne kadar boş olduğu ortaya çıktı.

Yine onlar;

  • Allah Teâlâ, -hâşâ- cüz’iyyâtı bilmez, dediler. Sadece külliyâtı bilir, diye iddia ettiler.

Akıllarına hiç sormadılar mı, külliyâtı yaratan Allah da, cüz’iyyâtı yaratan başkası mı? Bir yaprak bile ilm-i ilâhînin sonsuz muhtevâsı dışında düşmez, düşemez.

Onlar bu sahada da; Allâh’ın Zâtını, Yunan filozofların tasavvur ettiği gibi tasavvur etmek hatasına düştüler. Hâlbuki, insan aklı; Allâh’ın Zâtını tefekkür edebilmekten âcizdir.

Mü’min ancak mârifetullah ile Rabbini kalpte tanımakta mesafe katedebilir.

Cenâb-ı Hak noksan sıfatlardan münezzehtir. Cüz’iyyâtı bilmemek ise bir noksanlıktır.

Yine onlar;

  • Âlem kadîmdir, yani ezelîdir, yoktan var edilmemiştir, dediler.

Burada da, semâvî varlıklara tapınan Yunan filozofların tuzağına düştüler. Gök cisimlerini tanrı edinen Yunanlılar, elbette onları kadîm kabul edecekti.

Hâlbuki müslüman filozoflar; Kur’ân-ı Kerim’de semâvâtı Allâh’ın yarattığını, yani yoktan var ettiğini okumuşlardı. Yine de Yunan felsefesinin tuzağına düştüler.

Başka dalâletlere de düştüler:

  • Peygamberlik vehbî değil kesbîdir, dediler.

Hâlbuki, Cenâb-ı Hakk’ın bu husustaki beyanları da gayet açıktır. Onların bu telâkkîsinde ise -hâşâ- vahyi bir muhayyile gücü gibi görme dalâleti vardır.

Ezcümle;

Akıl, vahyin muhtevâsında kullanılmazsa; sahibini, ebedî saâdete ulaştıracak îman ve istikametten mahrum eder.

Nitekim İmâm-ı Gazâlî Hazretleri de; akılla ilâhî sırlara lâyıkıyla vâsıl olunamayacağı kanaatine vararak, aklın ötesine kalbî hayatla geçmenin zarûretini görmüş, ancak bu şekilde mutlak hakikate vâsıl olunabileceğini ifade buyurmuştur.

Gazâlî Hazretleri; «Tehâfütü’l-Felâsife / Feylesofların Tutarsızlığı» adlı eserinde, feylesofların felsefelerini çürüterek, aklın âcizliğini ortaya koymuştur. Kendi mânevî hâlini de şu şekilde ifade etmiştir:

“Aklımı gerdim; yırtılacak dereceye geldi ve onun bir noktadan sonra mutlak âcizliği ile karşılaştım. İdrâk ettim ki, ilâhî sırları kavramak için, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhânî füyûzâtına nâil olmaktan başka çare yoktur!

 

Hak Teâlâ’ya duâ ve ilticâlarda bulundum. Tefekkür, riyâzât ve zikir gibi mânevî terbiye neticesinde rûhâniyet-i Rasûlullâh’a kavuştum ve kurtuldum.”

 

VAPURU KAÇIRANLAR

Felsefî düşünce mahsullerinin bütünüyle yanlış olduğu söylenemez. Zira filozoflar da; hayat ve kâinâtı müşâhede, muhakeme ve tefekkür edişlerindeki isabetleri ölçüsünde, bazı doğrulara ulaşabilmektedirler.

Meselâ Descartes şöyle der:

“Allah mükemmel ve noksansız, yanılmaz ve yanıltmaz bir varlıktır. Buna göre O’nun bilgisi de noksansız olup doğrudur. Allah mükemmel olduğu için yanılmaz. Yanılmadığına göre bilgisi doğru, yanıltmadığına göre bildirdiği de doğrudur. «Ben kâinâtı yarattım.» diyorsa, yaratmıştır, bu doğrudur. Öyleyse kesin bilginin kaynağı Allâh’ın bilgisidir.”

 

Yine Descartes’ın isbât-ı vâcib husûsunda düşüncelerinin hulâsası şöyledir:

“İnsan ve kâinattaki her şey mükemmeldir. Abes yoktur. Hiçbir şey kendi kendine mükemmel olmaz. Onu daha mükemmel bir varlık (yani Allah), mükemmel kılmıştır. Allah mükemmelin mükemmeli bir varlıktır. Sonsuz mükemmeldir. İnsanın zihnindeki «en mükemmel varlık» fikrinin yokluğu düşünülemez. Bu da başka hiçbir delil olmasa dahî Allâh’ın varlığını ispat eder.”

Paskal da aynı görüşün te’yîdi sadedinde:

“Mevcûdiyetimizin derinliklerinden gelen ve bize ölümsüz olduğumuzu bildiren bir sedâ vardır ki, bu bizde tecellî eden Allâh’ın irşad sedâsıdır.” der.

Fakat Allâh’ın varlığını kabulün aklî bir zarûret olduğu fikrine ulaşan Descartes, Spinoza, Paskal, Kant ve emsâli filozoflar da; insan eliyle tahrif edilmiş olan bâtıl bir dînin esaslarını tanıyıp, hak din İslâm’ı yeterince tanımadıkları için, bu fikirlerini tekâmül ettirememişlerdir. Nitekim bu nevi dîne saygılı filozofların iki cihan saâdetinin ilk ve temel şartı olan «tevhid inancıyla» şereflenmiş olduklarına dair bir kayıt günümüze ulaşmamıştır. Bunlar, Necip Fazıl’ın tabiriyle;

“Tam da İslâm’ın iskelesine yanaşmışken, tek adım daha atamamak yüzünden son vapuru kaçıran” kimselere benzemektedirler. (Necip Fazıl KISAKÜREK, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, s. 51)

İnsanı ebedî kurtuluşun eşiğine kadar getirdikten sonra, o eşikten içeriye adım attıramayan bir akıl ve felsefe ne işe yarar?..

Kaldı ki;

Bu bir avuç inançlı filozofa mukabil, batı dünyasında öne çıkarılanlar ve fikirleri cilâlananlar daha ziyade ateist olanlardır. Bunlar çok büyük dehâlarmış, çok zekî filozoflarmış diye propaganda edilmektedir.

Akıllı bir mü’min sormalı:

Acaba bu fikirler, kendi sahiplerine ne kazandırmış? Allâh’ı bulamayan bir akıl, bana ne kazandırabilir? Ebedî saâdetten mahrum kalmış bir zekâ, benim toplumuma ne verebilir?

Günümüzde eski Yunan filozoflarının yerini yakın devir filozofları almıştır.

Bunların da ortak hatası; insan için sadece belli bir seviyede geçerliliği olan bir hakikati alıp, onu hayatın tamamına teşmil etmeleridir. Belki yüzde 5’lik bir hakikat kırıntısını, hayatın yegâne ölçüsüymüş gibi büyütmüş, tefekkürün nizâmını bozmuşlardır.

TEK GÖZLÜ BAKIŞLAR

Meselâ psikoloji sahasında referans kabul edilen Sigmund Freud; hayatın sadece bir kısmını alâkadar eden «cinsî arzuların tatmini» meselesini alıp hayatın tamamına teşmil etti. İnsanı nefsânî arzularından ve onları tatmin etmek yolundaki davranışlarından ibaret bir varlık olarak gören sapkın bir anlayış geliştirdi. İnsanın rûhânî, kalbî, ahlâkî ve vicdânî tarafına kör kaldı.

Şimdi onun izinden yetişen psikologlar da kendilerine danışan hastalara, rahatlayabilmeleri için arzularını tatmin etmeleri gerektiğini söylüyorlar.

Hâlbuki insanı yaratan Cenâb-ı Hak; insanın mâyesinde imtihan îcâbı bulunan fücûrun, tezkiye edilmesi gerektiğini bildirir. İslâmî ahlâk, nefsânî arzuları kontrol edebilmeyi; ancak helâl sahada ve riyâzat içinde, aşırılığa kaçmadan tatmin yoluna gitmeyi öğütler.

Son yıllarda batıdan bütün dünyaya âdetâ zorla empoze edilen LGBT sapkınlıklarının temelinde Freud’un görüşlerini esas alan psikolojinin büyük tesiri var.

1970’lere kadar batılı doktorlar da bu cinsî inhirafları, tedavi edilmesi gereken bir rahatsızlık olarak görüyordu. Büyük ölçüde tedavi de ediyordu. Lâkin sapkın küresel lobi, akademik çevrelerde baskın çıktı ve artık, tedavi olmayı isteyenlere imkân bırakmayacak derecede hırçınlaştı, hoyratlaştı. Tıpkı Lût Kavmi’nin; “Temizler aramızdan çıksın!” dediği gibi, günahlarına saygı bekleme küstahlığına işi vardırdı.

Günümüzde mü’min / mü’mine bir gencimiz, psikoloji tahsili yaptığında, hak ile bâtılı nasıl ayırt edebilecektir?

İnsan rûhuna, nefsine ve gönlüne dair, büyük mutasavvıflarımızın muhteşem eserleri vardır. Meselâ Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’si, İmam Gazâlî’nin İhyâ’sı ve emsâli mükemmel eserler insana iki cihan saâdeti husûsunda rehberlik etmiştir. Akademik tahsillerde, bu muazzam âlimlerimizin eserlerinden istifâde edilebilmekte midir?

Asırlar boyunca bizim insanımız; rûhî ihtilâçları karşısında, dergâhların mübârek gölgesine sığınmıştır. Secdelerle, duâlarla, tasadduklarla ve mübârek yerleri ziyaretlerle ferahlamıştır.

Günümüz psikolojik telkinlerinin ise; büyük ölçüde nefse rüşvet veren nefsânî tavsiyelerden oluştuğunu görüyoruz. Menşei belirsiz yahut karanlık tatbikatlardan ve zihni uyuşturan ilâçlardan medet umulduğunu görüyoruz.

 “Allâh’ın haram kıldığı bir şeyde şifâ yoktur.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Tıb, 2; Tirmizî, Tıb, 7)

 

“Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayın!” (Nesâî, Ziynet, 51; Ahmed, III, 99)

 

“Âyetlerimizi alay mevzuu edenlerle birlikte oturmayın!” (en-Nisâ, 140) ve emsâli tâlimatları, bu sahada da bilhassa unutmamalıyız.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, Semûd Kavmi’nin asırlar önce helâk edildiği yerden alınan suları dahî döktürdüğünü, oradan bir in‘ikâs alınmasını arzu etmediğini hatırdan çıkarmamalıyız.

Belki hatıra şu rivâyetler de gelecektir:

“İlim, Çin’de dahî olsa onu arayın.” (Beyhakî, Şuab, II/254)

“Hikmet, değerli bilgiler; mü’minin yitik malıdır, onu nerede bulursa almaya daha hak sahibidir.” (Tirmizî, İlim, 19; İbn-i Mâce, Zühd, 17)

Lâkin, bu arayış ve alış, yine İslâm’ın getirdiği esaslar çizgisi üzerinde gerçekleşmelidir. Mehmed Âkif de buna şöyle dikkat çeker:

Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atini;

Veriniz hem de mesâînize son sür’atini.

Çünkü kābil değil artık yaşamak bunlarsız;

Çünkü milliyyeti yok san’atin, ilmin; yalnız,

İyi hâtırda tutun ettiğim ihtârı demin:

Bütün edvâr-ı terakkîyi yarıp geçmek için,

Kendi «mâhiyyet-i rûhiyye»niz olsun kılavuz.

Çünkü beyhûdedir ümmîd-i selâmet onsuz.

Yani müslüman; zihnini, tahsilini, mektebini, müfredâtını, istikbâlini tayin edecek istikameti, kendi rûhî mâhiyeti içerisinde inşâ etmek mecburiyetindedir.

Câlib-i dikkat bir misaldir ki;

İnsansız hava araçlarını gayr-i müslimler îcat ettiler. Ülkemiz de satın aldı. Onlardan satın alınanlarla terörle mücadelede vs. hiçbir şey elde edilemedi. Kendi mühendislerimiz oturup kendileri bizzat inşâ edince, ancak o zaman bu cihazlarla dünyadan ses getiren bir muvaffakiyet elde edildi.

Neredeyse tamamen teknik olan bir sahada bile netice böyle iken; rûhî, ailevî ve içtimâî meselelerde farkın ne kadar büyük olacağını düşünmelidir.

Yine İslâmî bir nokta-i nazara, müslümanca bir bakış açısında muhtaç bir başka sahamız:

İKTİSAT

Karl Marks ve Adam Smith gibi iktisâdî sahada felsefî düşünceler üreten ideoloji kurucuları ise, yine hayatın dar bir sahasını umuma teşmil ettiler.

Üretmek, kazanmak ve geçinmek insanın mühim meselelerinden biridir. Fakat hayatının tamamını, bütün dünya görüşünü hükmü altına alacak bir mevzu değildir.

Lâkin bu ideolojiler; silâh, ordu, ihtilâl, medya ve benzeri güçlerle hâkimiyet kurduktan sonra insanları da kapitalizmin veya komünizmin pençesinde yaşamaya mecbur ettiler. Mecburî tahsil yoluyla mekteplerde talebelerin, ayrıca medya ve kültür yoluyla kitlelerin beyinlerini yıkadılar.

Lâkin insanlığa asla saâdet getirmediler.

Adam Smith;

“–Laissez faire, laissez passer!”

Yani;

«–Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!» dedi. Bunun mânâsı; insanların önüne, servet yığmaları ve kazandıklarını bencilce kendilerine saklamaları yolunda hiçbir engel konulmamasını telkin etmekti.

Güya sermaye sahipleri; kendiliğinden, bu imkânları topluma döndürecekti. Fakat asla öyle olmadı. Bir avuç mutlu azınlık devâsâ servetler biriktirirken, bu ihtiras yarışında mahrumlar acımasızca çiğnendiler, âdetâ onlara; «Altta kalanın canı çıksın! Şansına küssün!» denilmiş oldu.

Millî serveti en yüksek devletlerden olan ABD’de, on binlerce evsiz insan yaşıyor.

Hâlbuki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“İnsanoğlunun bir vâdi dolusu altını olsa, bir vâdi daha ister. Onun gözünü topraktan başka bir şey doyurmaz…” (Buhârî, Rikāk, 10; Müslim, Zekât, 116-119) buyurarak insanların bunu kendiliğinden yapmayacağını bildirmişti.

İslâm;

  • Mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunu,
  • Dünya hayatında eline geçen her imkânın hesabı sorulacak bir malzeme olduğunu, dolayısıyla,
  • Maddî imkânlardan riyâzat ölçüsünde istifâde edip, arta kalanı Allah yolunda infâk etmek gerektiğini tâlim etti.

Kapitalizmin tam zıddı olan komünizm; zoraki bir eşitliği ihtilâl yoluyla getirerek, mülkü topluma tahsis ediyor, onun fertler arasında tevzîine memur kıldığı Komünist Parti’nin yaptıkları ise, kapitalizmden bir fark göstermiyordu.

Zorla eşitliğe itilen fertler ise, bir yarış heyecanı hissetmediği için, komünizm ve sosyalizm tecrübeleri, dünyevî olarak dahî başarısızlığa mahkûm oldu. Mânevî sahada ise çok daha derin bir çöküş meydana getirdi.

İslâm; komünizmin zorla yapmaya çalıştığını, uhrevî bir yarışla, gönüllü bir şekilde çok daha üstün bir sûrette gerçekleştirdi. Zekât, infak, tasadduk, hayrât ve vakıf müesseseleriyle, dâimâ zenginden fakire doğru bir akışı temin etti.

Öyle ki;

Halîfe Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- zamanında, zekât verecek fakir bulunamadı. Osmanlı’da kurulan müthiş bir vakıf medeniyeti ile toplum âdetâ bir ağ gibi örülmüştü.

Günümüzde; oburluk, israf ve bencilliğin temel alındığı tüketim ekonomisinin bütün dünyada, muvaffakiyetsizliğini görüyoruz. Allâh’ın haram kıldığı fâizden medet umularak fakirin daha fakir, zenginin daha zengin yapıldığını görüyoruz.

Hâsılı;

Toplumlar, kütüphânelerin tozlu raflarında kalmış olan kara kaplı felsefe kitaplarının üzerine abanmış bilgiçlerin fikirleriyle selâmete kavuşamaz.

İnsanlığı hakikî saâdet ve selâmete çıkaracak olan; Kur’ân-ı Kerim ve onun canlı bir şerhi mâhiyetindeki Sünnet kültürüyle yoğrulup ilâhî hikmet ve hakikatlerle kemâle ermiş mü’minlerin tebliğ, îkaz ve irşadlarıdır.

Bu hakikati mütefekkir Muhammed İkbal temsilî olarak şöyle anlatır:

Bir gece, kütüphânemde bir güvenin, pervâneye şöyle dediğini duydum:

“–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. (Onların bitmek bilmeyen kuru satırları ve o satırlardaki solgun harflerin arasında gezindim ve onları kemirdim. Bu meyanda Fârâbî’nin fazîletler şehri mânâsına gelen el-Medînetü’l-Fâzıla’sını sokak sokak, cadde cadde dolaştım. Fakat) bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Kâbuslu çıkmaz sokakların hazin bir yolcusu oldum. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın…”

Güvenin bu feryâdına mukabil, pervâne; güveye, yanık kanatlarını gösterdi:

“–Bak!” dedi; “Ben bu aşk için kanatlarımı yaktım.” Sonra da şöyle devam etti:

“–Hayatı daha canlı kılan, çırpınış ve muhabbetlerdir; hayatı kanatlandıran da aşktır!..”

Yani pervâne; güveye, yanık kanatlarını göstererek hâl lisânı ile;

“Sen bu felsefenin çıkmaz sokaklarında helâk olmaktan kendini kurtar! Mesnevî’nin aşk, vecd ve feyz dolu mânâ deryâsından nasiplenerek vuslata kanatlan!..” demekteydi.

Yüksek tahsili sevk ve idare eden mes’ullerin böyle bir «keşf-i kadîm» şuuruyla, bakış açılarını yenilemeleri ve müfredatları yeniden tanzim etmeleri, büyük medeniyetimize karşı ödemeleri gereken bir vicdan borcudur.

Edebâlî silsilesinin irşâdıyla cihan hâkimiyetine imza atmış ecdâdımızın torunlarına yakışan tavır budur.

Medeniyet çınarımız, yine kendi kökleri üzerinde yükselecektir. Onu bodur bırakmaktan başka bir tesir vermeyen ecnebî aşılardan bir an önce vazgeçilmeli, kendi medeniyetimizi inkişâf ettirecek ferdî, içtimâî ve idârî adımları atmakta daha fazla gecikmemelidir.

Cenâb-ı Hak; nesillerimizi muhteşem bir mâzîden ihtişamlı yarınlara taşıyacak, şuurlu, îmanlı, irfanlı bir tahsil anlayışını mes’ûliyet erbâbına ilham eylesin.

Serhatler ve cepheler kadar mühim mektep ve kürsülerde, millî bir rûhun, özünü mü’min gönüllerden ve muvahhid zihinlerden alan bir müfredâtın hâkimiyetini nasip ve müyesser kılsın.

Âmîn!..