DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
EDEP GÖNLÜN SÜSÜDÜR
Edep ve hayâ… Bugün de kaybettiğimiz bir mevzu maalesef. Edep-hayâ; gözde kayboldu, kulakta kayboldu, zihinlerde kayboldu.
Edep, insana ait bir keyfiyet. Diğer mahlûkat serbest, onlarda edep-hayâ diye bir şey düşünülemez.
İslâm ise edepten ibaret. Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“…Her nerede olursanız olun O sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
Velhâsıl edep, rûhun ve gönlün süsüdür.
Sâmi Efendi çok okurdu:
Edep bir tâc imiş nûr-i Hudâ’dan
Giy o tâcı emîn ol her belâdan…
Mevlânâ diyor:
“Îman nedir diye aklıma sordum. Aklım da kalbimin kulağına eğilip; «Îman edepten ibarettir.» diye fısıldadı.”
O hâlde edebi olmayan kimse Allâh’ın lûtfundan mahrum kalır.
Sabır: Bu da farz olan bir ibadet. Değişen şartlar, maddî-mânevî durumlar karşısında dengeyi bozmamak, îtidâli muhafaza etmek. İptilâlara tahammül göstererek acılara katlanmak. Sıkıntı ve meşakkatlere soğukkanlılıkla mukâvemet edebilmek. Beşerî hisleri ve aklı, dînin sınırları dâhilinde sâbit tutmak mânâlarına gelir.
“Ey îmân edenler! Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin…” (el-Bakara, 153) buyruluyor.
İbrahim -aleyhisselâm- Sâre Vâlidemiz’le beraber Mısır’a girdi. Firavun da hududa haber gönderiyor; “Güzel bir kadın geldiği zaman o güzel kadını bana getirin.” diye. Hemen haber verdiler. Sâre Vâlidemiz’i saraya aldılar. İbrahim -aleyhisselâm- sarayın bahçesinde kaldı. Yani bir peygamber ne kadar iptilâlardan geçiyor.
Hemen Sâre Vâlidemiz iki rekât bir namaz kıldı. Firavun yanına geldi, tecavüz için, eli titrer hâle geldi.
“–Aman dedi, bu kadını alın, gönderin dedi. Hattâ yanına da Hacer’i verin, Hacer’le beraber gitsin! Neredeyse beni felç edecekti.” dedi.
Tabi ne kadar bu, namaz ve sabırla Allah’tan yardım isterken ne kadar ihlâs olursa, o kadar demek ki muhakkak tecellîsi oluyor.
Yine Cenâb-ı Hak Âl-i İmrân’ın sonunda, en son âyetinde:
“Ey îmân edenler! Sabredin, sebat gösterin! Hazırlıklı ve uyanık olun! Allah’tan korkun ki muvaffak olabilesiniz.” (Âl-i İmrân, 200)
Velhâsıl nasıl bu zâhirî namaz, oruç, zekât, hac var; bunlar da bâtınî farzlar. İkisi âhenkle yapılacak.
Bizim ibadetlerimizin göstergesi, ahlâkımızdır. Ahlâkımızın göstergesi, amellerimizdir; farzlara olan, zâhirî farzlara ittibâmızdır. Birleşik kaplar gibi fizikteki.
Zâhirî günahlar: Kumar, içki, zinâ, fâiz, rüşvet, sirkat vs… Bunlar ne kadar iğrenç şeyler! Bâtınîlerde daha bunların iğrençleri var:
Kibir: Allah korusun! Cenâb-ı Hak:
“Kibirlenip insanlardan yüz çevirerek yeryüzünde böbürlenerek yürüme buyuruyor. Allah, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez.” (Lokmân, 18) buyuruyor.
Kibriyâ sıfatı, Cenâb-ı Hakk’a ait. Cenâb-ı Hak fânîlerin kibriyâ sıfatına ortak olmasını istemiyor. Cehennem’de olan bir vâkıa bu kibir. Demek ki bu kibirle nasıl Cennet’e gireceksin?!
Bu kibir nerede geliyor? İbadetlerde geliyor. “Ben şu kadar cami yaptırdım” diyor. “Şu kadar talebe okuttum.” diyor. Hattâ bazen tevâzuun fahrını gösterir; “Ben şu kadar hatim indiriyorum der, ayda.” der. İndirdiğin hatim seninle Allah arasında kalsın, niye ifşâ ediyorsun?
Haset: Allah korusun bundan da! Allâh’ın verdiği taksime râzı olmamak.
Cenâb-ı Hak Nisâ Sûresi’nde:
“Yoksa onlar, Allâh’ın lûtfundan verdiği şeyler için insanları kıskanıyorlar mı?..” (en-Nisâ, 54)
Allah sana ne verdi?.. Gaybı bilmiyorsun, istikbâli bilmiyorsun. Allâh’ın sana verdiği, o hayırdır.
Kimine işte çok veriyor Cenâb-ı Hak, azıp gidiyor. Az veriyor, şükreden oluyor.
Cenâb-ı Hak, Süleyman -aleyhisselâm-’ı bildiriyor. Bütün dünyanın en büyük saltanatını verdi, kalbinin dışında taşıdı, kalbi dünyaya kasa değildi. “Bana fakirlerle beraber olmak düşer.” diyordu.
Cenâb-ı Hak:
“نِعْمَ الْعَبْدُ” diyor, Süleyman “ne güzel bir kuldu” buyuruyor. (Bkz. Sâd, 30) Malı kullanabilmek, kalbin bir sanatıdır.
Öbür tarafta Eyyûb -aleyhisselâm-’dan Cenâb-ı Hak her şeyi aldı. Mal gitti, evlât gitti, sıhhat gitti, hepsi gitti. Büyük bir sabır. Hanımının ısrarına rağmen daima bir sabır hâlinde…
“–Duâ et Eyyûb diyordu, sen peygambersin, duan kabûldür.” diyordu.
“–Hanım diyordu, ben seksen sene rahat bir ömür yaşadım, sıhhatli ömür yaşadım, şu kaç senedir?” diyordu.
En nihâyet:
“…(Yâ Rabbi!) Sen Erhamu’r-Râhimîn’sin.” (el-Enbiyâ, 83) dedi. O kadar. Hepsini Cenâb-ı Hak iade etti. Eyyûb ne güzel “نِعْمَ الْعَبْدُ” diyor, Eyyûb “ne güzel bir kuldu” buyuruyor. (Bkz. Sâd, 44)
Velhâsıl fukarâ-i sâbirîn, ağniyâ-i şâkirîn… İkisi nedrette. Fakat orta yol kalabalık çok, derece derece.
Kârun, sâlih bir kuldu. Mûsâ -aleyhisselâm-’ın kardeşi Hârun -aleyhisselâm-’a haset etti. O hasedi sebebiyle helâke dûçâr oldu.
Gerçek saâdet, huzur; Allâh’ın takdîrine râzı olabilmek. Hepsini bırakıp gideceksin nasıl olsa.
Öfke: “…Gayzlarını yutarlar…” (Âl-i İmrân, 134) buyuruyor Cenâb-ı Hak. Onunla iç mücâdele edeceksin. Öfke yok. Cenâb-ı Hak öfke istemiyor, gayz istemiyor. Öfke, cinayetlerin, kalbi kırmanın, kalbe diken batırmanın… Hiç istenmeyen bir şeydir öfke. Onun için Cenâb-ı Hak;
“…(O sâlih kullar) gayzlarını/öfkelerini yutarlar…” (Âl-i İmrân, 134) buyuruyor.
Öfke, îtidâli bozan en mühim âmillerden biri. Öfke bir âcizliktir. Aklî dengenin kısmen zaafa uğramasıdır. İnsanın zayıflık ve liyâkatsizliğinin bir ifadesidir. Âdeta nefse bir prim vermektir.
İşte âyet:
“O takvâ sahipleri ki bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar. (Darlıktaki de harcayacak. Bir hurması var, yarım hurma verecek darlıktaki.) Öfkelerini yutarlar, insanları af ederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân, 134) buyruluyor.
Efendimiz buyuruyor:
“Yiğit dediğin, güreşte rakibini yenen kimse değildir. Asıl yiğit, kızdığı zaman öfkesini yenen adamdır.” buyuruyor. (Buhârî, Edeb, 76; Müslim, Birr, 107, 108)
Riyâ: Allah korusun! Demin bahsettiğimiz gibi Cenâb-ı Hak ortaklığı hiç istemiyor. Sana o imkânları veren, o malı veren Allah -celle celâlühû-. Allâh’ın sana verdiği o imkânla sen ortak arıyorsun. Onun için şirk-i hafî diyorlar bu riyâya.
Cimrilik: Allah niye verdi onu? Cenâb-ı Hak:
“Eli sıkı olma!..” (el-İsrâ, 29) diyor. “…Hutame’ye sarılacaktır.” (el-İsrâ, 29) buyuruyor cimri. Mal kendisinin değil. “اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ” mülk Allâh’ındır. Mânevî hayattaki merhaleleri bildirirken, o mal üzerinde, buyruluyor:
Şerîatte, senin malın senin, onun malı onun.
Tasavvufta, onun malı onun, senin malın da onun. Îsar hâlinde bulunacaksın tekâmül ettikçe.
Hakîkatte, ne mal senin, ne de mal onun, “اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ” mülk Allâh’ın.
İşte Âişe Vâlidemiz buyuruyor:
“Allah Rasûlü diyor, o kadar ganimetler gelirdi, şeyler gelirdi, evimiz bomboş kalırdı.” diyor. Allah Rasûlü onları dağıtmaktan büyük bir lezzet duyardı diyor, açlığını da unuturdu diyor. İşte “اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ”…
İsraf: Maalesef günümüz, herkes kendine bakıyor, bir üstüne bakıyor; “Ben israfta değilim.” diyor. Bakılacak yer, asr-ı saâdettir. Cenâb-ı Hak; “onlara tâbî olan ihsan sahipleri” buyuruyor. (Bkz. et-Tevbe, 100)
“…Allah israf edenleri sevmez.” (el-A‘râf, 31; el-En‘âm, 141)
“İsraf edenler, şeytanların arkadaşlarıdır…” (el-İsrâ, 27) buyuruyor.
Demek ki israf edenlerin şeytanî bir vasfı olmuş oluyor.
Tecessüs: وَلَا تَجَسَّسُوا (“…Birbirinizin gizli hâllerini araştırmayın…” [el-Hucurât, 12]) buyruluyor. Yasak tecessüs. Kendine bakacaksın. Kimsenin ayıbını araştırmayacaksın. Eğer onun ayıbı varsa yumuşak bir lisanla, kimsenin olmadığı yerde, onu, müsterşidi, irşâd edeceksin.
Yalan: Allah korusun! Bu, yalan büyük bir zaaf. Bu, hastalığı artıran bir hâdise, mânevî hastalığı. Allah korusun! Bu çok facia bir şey.
Efendimiz’e;
“–(Müslüman) şunu yapar mı, bunu yapar mı?”
“–Yapabilir, fakat yalan söylemez müslüman.” buyuruyor. (Bkz. Muvatta’, Kelâm, 19; Beyhakî, Şuab, IV, 207)
Eğilmeyecek, bükülmeyecek, yamulmayacak.
Gıybet: Üzerine kul hakkı alıyorsun. Gıybet edersen kul hakkı alıyorsun. Gıybeti dinlersen yine kul hakkı alıyorsun. Ne yapacaksın ona? Bedel (olarak), sevabından vereceksin ona. Yahut da dünyada helâlleşeceksin, bulacaksın onu.
Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:
“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi yaptıklarından sorumludur.” (el-İsrâ, 36)
Kıyâmette hesabını verecek.
Velhâsıl bunları nasıl bertaraf edeceğiz, bu kötü durumları?
Birincisi; tevbe. Nasıl tevbe? “تَوْبَةً نَصُوحًا” (samimî bir tevbe) Cenâb-ı Hak buyuruyor. (Bkz. et-Tahrîm, 8)
Günahlar; cehâlet, şehvet, kibir, gurur, hırs, cimrilik, haset, israf, öfke gibi temâyüllerden meydana gelir günahlar. Bu hâller ise Hâlık ile kul arasındaki engellerdir.
Bu engeller kaldırılacak. Gaflet, kul gaflet perdesini aralayabilirse işlediği cürümlerin ağırlığını vicdanında hisseder. Yüreğinde saklı olan fazîlet hissi uyanır. Nedâmetle, içi yanarak, ılık gözyaşlarıyla Rabbine sığınır, yahut o hâlde olur.
İşte bu yanış, pişmanlık, tevbedir. Rabbe dönüştür. “تَوْبَةً نَصُوحًا” (samimî bir tevbe) buyruluyor. (Bkz. et-Tahrîm, 8) Canhıraş şekilde bir tevbe. Yani dilinle; “Yâ Rabbi, tevbe, tevbe…” diyorsun, kalbinde öyle bir şey yok. Yaptığını yine tekrarlıyorsun. “Yâ Rabbi, beni affet.” diyorsun, aynı şeyde devam ediyorsun.
Dolayısıyla irâdesiz dönüş olan ölüm gelmeden evvel, -ölümde bir irâden yok- ölüm gelmeden evvel irâdeli olarak Allâh’a dönüşü ifade eder.
Mevlânâ diyor ki, buyuruyor ki:
“Nedâmet ateşiyle dolu bir gönülle, nemli gözlerle tevbe et! Zira çiçekler, güneşli ve ıslak yerlerde yeşerir.”
Zühd: Dünyanın süs, zevk, mal, makamından kalbin vazgeçebilmesi. Nitekim ölümle hepsini bir anda bırakacaksın.
Zühdün hakîkati, gayr-i irâdî ölmeden evvel irâdî olarak bilhassa maldan-candan kalben vazgeçebilmek.
Tevekkül: İstersen tevekkül olma! Bir şey değişmiyor! Olsan da bir şey değişmiyor.
“…Kim Allâh’a tevekkül ederse O, ona kâfidir…” (et-Talâk, 3) buyruluyor.
“Eğer mü’min iseniz, yalnız Allâh’a tevekkül edin.” buyruluyor. (Bkz. Âl-i İmrân, 122; el-Mâide, 11; et-Teğâbün, 13; et-Tevbe, 51)
Tevekkül, tedbirleri bir kenara atmak değil. Tedbirlerden sonra Cenâb-ı Hakk’a sığınabilmek.
Kanaat: İhtiyaç fazlasına hâcet görmemek. Yani gönlün zenginliği, lezzeti, ancak kanaat ile tadılabilir. Onun için en zengin kimdir? Kanaat sahibidir. En garip, en fakir kimdir? Kanaatsiz olandır. Ne yapıyor?
عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ
“Çalışmıştır, boşuna!” (el-Ğâşiye, 3)
Bir de çalıştıklarının hesabıyla gidecek öbür tarafa.
Uzlet: Halvet der-encümen. Uzlet, sülûkte zirveye varmak için şart olan bir keyfiyettir. Ancak ictimâî hayatın îcaplarını da aksatmamak lâzım. Ben uzlete çekileceğim diye ictimâî hayattan da, o hizmetten de geri kalmamak lâzım. Çünkü Cenâb-ı Hak dâimâ “emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker” buyuruyor.
Zikir: Zikir nedir? Sevilenin kalp ve idrâke yerleşmesi, dâimâ hatırlanması. “Allah, yâ Rabbi!..” deyince Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının hatıra gelmesi, kulluğunun hatırına gelmesi, Cenâb-ı Hakk’ı unutmamak. Zikir odur. Dilde “Allah” diyorsun, fakat dilin derken kalbin ne kadar “Allah” diyebiliyor?
Teveccüh: Sâlih bir kulun Rabbinden başka hakîkî mânâda ne isteği, ne dostu, ne de maksadı olabilir. O aslâ Mevlâ’sından gâfil kalmaz.
Murâkabe: Kulun kendini her an ilâhî müşâhede altında hissederek mâsiyetten uzaklaşması.
Rızâ: Kalbi tasfiye, nefsi tezkiye neticesinde idrâkin seviye kazanması. Böyle bir kul, aldatıcı fânî eşyaların esaretinden kurtulup yalnızca Hakk’a râm olur. O eşyalar, çocukların oynadığı oyuncaklar gibi gelir.
Tefekkür-i mevt: Mevlânâ; “Dirilmek için ölün.” buyuruyor. “Dirilmek için ölün.” buyuruyor. Yani dirilmek için, nefsânî arzularından vazgeç buyuruyor.