Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri
Yıl: 2015 Ay: Haziran Sayı: 124
İNSANIN DEĞERİ
Hazret-i Mevlânâ’nın hikmetli sözleri:
“İnsana, aradığı şeye bakılarak değer verilir.”
Temâyülleri, bir insanın aynasıdır.
Her insanın hayatı; meylettiği, değer verdiği, elde etmeye çalıştığı şeylerin peşinde inişler ve çıkışlar, yani med-cezirler hâlinde devam eder. İnsanın değeri de neye değer verdiğiyle ölçülür.
İnsanı Cenâb-ı Hak; keremli, değerli kılmış, ona rûhundan istîdatlar ihsân eylemiştir. İnsan, bu ilâhî nefha sayesinde, öteler âlemine doğru bir incizâb, bir temâyül duyar. Varlığının sebebi olan «mârifetullâh»a ve bunun mücessem şekli olan kulluğa, ibâdet, tâat, muamelât ve ahlâka iştiyâk içinde yaşar.
Fakat insana imtihan gayesiyle, nefis ve nefsânî duygulara da meyil verilmiştir. Nefis problemini bertarâf edemeyenler için dünya, imtihan yoğunluğu ile doludur. Dünyada ise, insanı öteler âlemine olan yolculuğundan alıkoyacak haramlara, günahlara bir câzibe verilmiştir.
İnsan, bu iki yolun ayrımındadır:
Dünya mı âhiret mi?
Nefis mi ruh mu?
Allâh’ın rızâsı mı, nefsin keyfi ve hazzı mı?
Cenâb-ı Hakk’ın tayin ettiği, Rasûl-i Zîşân’ının sünnetiyle gösterdiği nezih bir kulluk hayatı mı; yoksa nefsin süflî arzuları peşinde sefâletler içinde debeleniş mi?
Neticesinde de, cennet mi cehennem mi?
İnsan ancak; nefsânî duyguların hoyratlığını bertarâf edip, rûhânî istîdatlarını inkişâf ettirebildiği ölçüde nezd-i ilâhîde kıymet kazanır. İnsanın bunu başarabilmesi için; takvânın vakarına, doluluğuna, ağırlığına ihtiyacı vardır. Yine Mevlânâ Hazretleri der ki:
“Dünya mıknatıs gibidir, bütün samanları çeker; ancak özlü buğday, onun çekişinden, yani şerrinden kurtulur.”
Hayatın değişen şartları, med-cezirleri karşısında muvâzeneyi koruyabilmek, istikameti muhafaza edebilmek; ancak ruhun mâneviyatla güç kazanması ile mümkündür.
YÛSUF –aleyhisselâm-GİBİ
Hazret-i Yûsuf; şöhret, servet ve cemal sahibi bir kadının, kapalı kapılar ardındaki çirkin nefsânî teklifine nasıl karşı koyabildi?
Allâh’a takvâsıyla sığındı. Vefâ, sadâkat, iffet husûsiyetlerine sarıldı. «Ben Rabbime nankörlük edemem!» dedi. Böylece Rabbinin burhânını gördü, Rabbinin yardımı yetişti, harama meyletmekten kurtuldu. Hapisle tehdit edildi, yine meyletmedi. Günaha düşmektense zindana girmeyi tercih etti.
Aynı bunun gibi;
Ebû Hanîfe’ye Bağdat kadılığı teklif edildi. O da, mevcut zâlim halîfenin keyfine göre fetvâ verme tehlikesinden çekindi, öyle ki bu istikamet için zindana girmekten çekinmedi.
Ancak niceleri böyle mal ve makam tuzaklarında helâk olup gitmişlerdir. Hazret-i Mevlânâ onların âkıbetini şu teşbihlerle ortaya koyar:
“Nice balık vardır ki su içinde her şeyden eminken, boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur. Yani oltanın ucundaki yarım solucana râm olarak hayatına kasdetmiştir.”
Bu sebeple denilir ki:
“Fare huylulara kedi, bey olur.” (Mesnevî)
Nefsânî arzularının zebûnu olanın sonu helâktir.
İnsanı yoldan çıkarmaya azmetmiş olan şeytan için, en büyük ortak ve yardımcı; insanın içindeki nefs canavarıdır. Nefis; kötülükleri emredip duran, fücûra temâyül eden ham yapısıyla, fare huyludur. Sonunda şeytanı temsil eden kedinin oyuncağı ve neticede avı olur.
O kedi de zaten gaflet ve aldanışın timsâlidir. Onun gibi nefsî arzularına mağlûp düşenler de tıpkı öyle olur. Nasıl ki bir kedinin önüne nefis kebaplar konsa, fakat karşısından da bir fare geçecek olsa, derhâl o leziz kebapları bırakır da o farenin peşinde koşar.
Çünkü fare de aynı gaflet tuzağıdır. Böylece gaflet gafleti doğurur, kirli ve necis olana sürükler.
Hazret-i Mevlânâ, fare huylu olmanın ne demek olduğunu şöyle îzâh eder:
“Dünya nimetlerle dolu olsa, fare ve yılan yine necâsetle beslenir. Süflî insanlar da tahtanın içindeki kurt gibi; «Kimin böyle güzel helvası var!» der.”
Yani mânevî lezzetlerden mahrum, ten plânında kalmış, süflî arzuların zebûnu olmuş kişiler; içinde bulundukları hâle öyle alışırlar ki, o perişan hâlleri onlara sıcak gelir, sefâletini saâdet zanneder. Kubur farelerinin lâğımlardan lezzet alması gibi…
Hazret-i Mevlânâ bu garip hâli şu ibretli hikâye ile temâşâ ettirir:
ATTARLAR SOKAĞI
Adamın biri, büyük bir şehre gelmişti. Çarşıyı gezerken güzel kokular satan attarların sokağına saptı. Dükkânlardan gül, menekşe kokuları dalga dalga sokağa dökülüyordu. Adam birkaç adım attı. Güzel kokular başını döndürmüştü. Fazla dayanamadı, düşüp bayıldı.
Halk, bayılan adamın başına üşüştü. Kimi adamın kalbini yokluyor, kimi bileklerini ovuyor, kimisi de gül suyu ile yüzünü yıkıyordu. Ne yaptılarsa adamı ayıltamadılar. Ferahlatıcı kokular, gülsuları tesir etmedi hattâ baygınlığı daha da arttı. Acziyet içinde etrafa haber salarak akrabalarını arattılar. Sonunda oradan geçen bir debbağ (derileri terbiye eden), adamı tanıdı. Kalabalığa seslendi;
“Sakın ona gülsuyu serpmeyin! Ben onun rahatsızlığının ne olduğunu biliyorum. Siz ona hiç dokunmayın, ben biraz sonra geleceğim.” diyerek uzaklaştı.
Bir vîrâneye girdi. Avucuna bir parça gübre aldı. Attarlar sokağına gelerek, gizlice, gübreyi bayılan adamın burnuna tuttu. Hayret!.. Adam kendine gelmeye başladı. Biraz sonra da ayağa kalktı. Debbağla birlikte yürüyerek gitti.
Çünkü bayılan adam da bir debbağdı. Yıllarca kokmuş deriler arasında, tabaklamada kullanılan pis maddelerin kokusuna alışmış; attarlar sokağında güzel kokulara dayanamayarak düşüp bayılmıştı.
Mesnevî hikâyenin hissesini şöyle ifade eder:
“Mayıs böceği dâimâ pislik taşır durur. Bu yüzden de gülsuyundan bayılır. Onun ilâcı yine pis kokulu şeylerdir. Çünkü ona alışmıştır.
Nasihatçiler de; kasvetli kişiyi, kendisine bir kapı açılması, iyileşmesi ve şifâ bulması için hikmetli güzel sözlerle, amberle, gülsuyu ile tedavi etmek isterler.
Kime öğüdün güzel kokusu fayda vermezse, muhakkak o, kötü kokulara alışmıştır.
Sen de nurdan, öğütten, iyilik ve güzellikten nasîbini al!.. Burnunu pisliğe sokma da, mayıs böceği olma! İnsan ol, insan!..”
Bu sebeple insan; nefsini tanımalı, nefsindeki kaygan zemini itiraf hâlinde bulunmalıdır. Hazret-i Yûsuf dahî;
“Ben nefsimi temize çıkarmam! Elbette nefis, aşırı şekilde kötülüğü emreder…” (Yûsuf, 53) diyerek; Allâh’a sığınmadıkça, O’nun yardımı olmadıkça nefsin şerrinden emin olunamayacağını bize tâlim etmiştir.
Rasûlullâh Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem– bile nefs hususunda Cenâb-ı Hakk’a şöyle niyazda bulunmuştur:
“Allâh’ım! Rahmetini umuyorum. Gözümü açıp kapayıncaya kadar dahî beni nefsimin hevâsıyla baş başa bırakma!” (Ebû Dâvud, Edeb, 100-101)
Demek ki;
Nefsin karanlık veçhesini iyi bilerek onu tezkiye edecek riyâzat ve mücâhede ile meşgul olmalıdır. Ramazân-ı şerif ve oruç bize bunu tâlim için hediye edilmiş bir ikrâm-ı ilâhîdir.
İnsan çoğu kez, nefsinin terbiyeye muhtaçlığını itiraf etmek yerine kendini temize çıkarma telâşı sergiler. Hemen herkes; ne kadar yanlış işler yapsa da kendisini hakikat üzerinde, doğru bir gidişatta addeder, temiz kalpli sayar. Gizleyemediği bozuklukları da çeşitli mazeret ve bahanelerle îzâha kalkışır. Hazret-i Mevlânâ’nın şu ince ifadesi mühimdir:
“Bir şeyi bulunmadığı yerde aramak, onu aramamak demektir.”
Aslında nefis; bekā ister, bekāyı arzular, fânîliğe isyan hâlindedir. Fakat bekāyı yanlış yerde aramaktadır. Dünyanın kendisinde bekā yoktur ki, taliplerine onu takdim edebilsin?!.
Bâkî olanı arayan insan, süflî arzuların tatminsizliği karşısında ihtilâçlar yaşar. Süflî arzuların câzibesinden kurtulamadıkça; deniz suyuyla susuzluğunu gidermeye çalışan bir kişi gibi, kavruldukça kavrulur… Mesnevî diliyle:
“Allâh’ın imtihan tuzağı dünya malıdır; dünya malı bizi sarhoş eder, aldatır. Dünyaya gönül verenlerin can gözü, bu yüzden kördür. Çünkü onlar, nice menba suları varken o sulara karşı âmâ olur da balçıktaki acı, tuzlu suyu içerler.”
Öyleyse, deniz suyu değil, âb-ı hayat içmeli;
DOĞRU YERDE ARAMALI
İbrahim bin Edhem Hazretleri servet ve sâmân içinde bir hükümdar iken, bir gün sarayının çatısından gürültüler işitti. Adamı getirdiler. Aralarında şöyle bir konuşma geçti:
“–Çatıda ne arıyorsun?”
“–Devem kayboldu, onu arıyorum.”
“–Be hey adam! Sen deli misin? Çatıda deve aranır mı?”
“–Ey sultanım! Sen bunca saltanat içinde cenneti arıyorsun da, benim çatıda deve aramama niye kızıyorsun?”
Bu kıssanın da hissesi yerinde Hazret-i Mevlânâ îkāz eder:
“Adamın, bir gün aslî evine ulaşabilmesi için, birçok dünya konaklarını bırakıp gitmesi gerek.”
Esas hayatın âhiret olduğu inancını gönlüne iyice yerleştirebilen insan, dünyaya gönül bağlamamayı öğrenir. Dünyadan vazgeçmekte zorlanmaz.
Mühim olan dünyayı gönle sokmamaktır. Bugün geçmişe göre hemen herkes geniş dünya imkânlarından istifade hâlindedir. Ancak insanların ekserîsi, vasıta olması gereken dünyayı, gaye hâline getirmenin bedbahtlığını yaşamaktadır.
İnsan yaşamak için ve ibâdet ve içtimâî vazifelerini yerine getirebilecek enerjiyi hâsıl etmek için yerse, bu, takdire şâyandır. Fakat zıddına yemek için yaşarsa, yani ten plânının hodgâmlığına dûçâr olursa, bu onu Hakk’a vuslattan uzaklaştırır. Sâir dünyalıklar da böyledir. Yine Mevlânâ Hazretleri’nin teşbihiyle; gemi suyu içine alırsa, batar; ammâ suyu içine almazsa onun üzerinde yol kat eder, menzil-i maksûduna ulaşır.
Ne yazık ki, niceleri dünyanın süflî arzularına kapılmış, ruhlarının istîdatlarını köreltmiş, duygusuz, nâdan, alık ve abus hâle gelmiştir. Hazret-i Mevlânâ onların zavallı hâllerini şu teşbihlerle anlatır:
“Merkep, müşteri olup bir şey alacak olsa, elbette ham kavuna ve saman yığınlarına sahip olmak isterdi.”
Yine Hazret-i Mevlânâ’nın tasviriyle; ortasından Dicle nehrinin aktığı, İslâm hilâfetine merkezlik yapmış muhteşem güzelliklerle dolu Bağdat şehrine bir öküzün yolu düşer. Akşama kadar gezer, dolaşır; fakat o âbideler ve mükemmellikler meşherinde, o öküzün gözü sadece karpuz kabuklarını ve saman yığınlarını görür. İşte şeytanî vitrinleri seyredenlerin durumu böyledir.
DÜNYANIN KIYMETİ
Hakikaten dünya; ehlullah için bir «seyr-i bedâyî» (ilâhî sanat harikalarını seyredip tefekkür etmek ve onlar vesilesiyle Allah’ın yüceliğinin idrâki içinde yaşamak) iken, zıddına gafiller için ise yemek ve şehvetten ibarettir.
Ehlullah hazerâtı dünya hayatını bir sermaye olarak görerek ehemmiyet izâfe etmişlerdir. Dünya; âhiretin tarlası olarak görüldüğü, ekildiği-biçildiği takdirde kıymetlidir. Hattâ âhirette terakkî imkânı bulunmadığı için, ömür sermayemiz bir daha ele geçmeyecek bir kıymettir. Nitekim, ölüm meleği karşısında üzüntü izhâr eden İlyas –aleyhisselâm-; ölümden korkmadığını, son nefesten sonra kıyâmete kadar kabirde rehin kalacağına, yani sevap işleyemeyecek olduğuna üzüldüğünü ifade etmişti.
Dünya ve âhiret telâkkîsini doğru bir şekilde inşa etmek ve evlâtlarımıza da bunu bizzat öğretmek en mühim vazifemizdir. Toplum olarak da nesilleri bu şuurla yetiştirmek zarûrîdir. Nitekim bu toprakları; canlarını, dünyevî hayatlarını hiçe sayarak fetheden ve gerektiğinde yine canlarını vererek müdafaa eden nesiller de bu şuurla yetişmişlerdi. Âhiretsiz bir dünya telâkkîsiyle, nâdan bir şekilde yetişen bir güruhtan; o fedâkârlıkları beklemek abes olur.
Bir toplumun istikbâli, görebilen için meçhul değildir. Hazret-i Mevlânâ, istikbal demek olan yeni nesillere kazandırılması gereken kıymetler husûsunda îkāz eder:
“Gece, neye gebeyse onu doğurur.”
Bir toplum; gençlerini neye sevk ediyorsa, istikbal odur. Nesilleri yetiştirirken; onlara dünya ve âhiretin gerçek mahiyetlerini gösterecek, mânevî, tesirli, güzel bir eğitim vermek îcâb eder. Böyle mânevî bir terbiye vermeden; nesillerin, dünyanın câzibesine karşı metânet sahibi olmalarını beklemek beyhûdedir. Hazret-i Mevlânâ; güzel ve sıhhatli alternatifi takdim etmeden, sadece yasaklayarak, sakındırarak terbiye verilemeyeceğini ne güzel ifade etmiştir:
“Çocuk, elmayı görmeden kokulu soğanı elinden bırakır mı?”
Bu cümleyi şöyle tekrarlayabiliriz:
Nesillerimiz, mâneviyâtın lezzetini bizzat bizde görmeden; kuru telkinlerle, fânî câzibeleri terk eder mi?
Bugün niceleri, yüce hakikatle, İslâm’ın mütebessim çehresiyle tanışamadığı, Cenâb-ı Hakk’ın şahidi vasfıyla canlı bir Kur’ân olarak yaşayan, hayırlı ümmetin fertleriyle karşılaşamadığı için; karanlık izbelerde, çıkmaz sokaklarda sefâletlerini saâdet zannederek kıvranmaktadır.
Hâlbuki îmânın halâvetini, ibâdetin lezzetini, güzel ahlâkın huzurunu tadabilseler, süflî keyifleri kolayca terk ederlerdi.
İbrahim bin Edhem -kuddise sirruh- hulâsa eder:
“İlâhî muhabbette duyduğumuz ilâhî lezzet, huzur, vecd ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.”
Rabbimiz; bizleri ve evlâtlarımızı dünyanın aldatıcı câzibesinden, süflî ibtilâlardan, şeytan ve nefsin iğvâ ve desîselerinden muhafaza buyursun.
Cümlemizi; hayat dershânesindeki vaktini en hayırlı şekilde değerlendirebilenlerden, ömür karnesini en güzel sâlih amellerle doldurup, son nefeste hüsn-i hâtime şahâdetnâmesini alabilenlerden eylesin.
Âmîn!..