Câfer-i Sâdık (rahmetullâhi aleyh) -4-

Hak Dostlarından Hikmetler-

2014 – Mayıs, Sayı: 339, Sayfa: 032

Câfer-i Sâdık Hazretleri buyurur:

“Kimin rızkı daraldıysa, hemen istiğfârı çoğaltsın!”[1]

[Hak dostlarından Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne dört kişi gelerek, biri kuraklıktan, diğeri fakirlikten, bir diğeri tarlasının verimsizliğinden, sonuncusu da çocuğunun olmayışından[2] yakınıp Hazret’ten himmet talep ederler. O büyük velî, onların her birine de “istiğfâr”ı tavsiye eder.

Yanındakiler, kendisine:

“–Efendim, bu kimselerin dert ve sıkıntıları farklı, lâkin sizin hepsine de tavsiyeniz aynı!” derler.

Hasan-ı Basrî Hazretleri onlara şu âyet-i kerîmeyle cevap verir:

“Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır. (Mağfiret dileyin ki) üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsân etsin, sizin için ırmaklar akıtsın!” (Nûh, 10-12)[3]

Demek ki Cenâb-ı Hak, tevbe ve istiğfâr eden kullarını, pek çok sıkıntıdan kurtarıp onlara nice lûtuflarda bulunmaktadır. Dolayısıyla Hakkʼın rahmetini celbedip gazabını teskin edecek en mühim vesîle, kulun, ihlâsla Rabbine yönelip, Oʼndan, hatâ, kusur ve günahlarının affını dilemesidir.

Nitekim diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyrulmaktadır:

“…İstiğfâr ederlerken (bağışlanma dilerlerken) de Allah onlara azâb edecek değildir.” (el-Enfâl, 33)]

Câfer-i Sâdık Hazretleri buyurur:

“Öfke, her şerrin anahtarıdır.”[4]

[Müʼmin, hayra anahtar, şerre kilit olmalıdır. İki uçlu bir bıçak gibi olan öfke ise, îmandan kaynaklandığında hayrın, nefisten kaynaklandığında şerrin anahtarı olur. Zira nefsânî öfkeler, aklı baştan gideren bir cinnet hâlidir ve ekseriyetle âkıbeti felâkettir. Müʼmin, öfkelenecekse, Allah rızâsı için, İslâm düşmanlarına ve günahlara öfkelenmelidir. Nefsinden doğan öfkesini ise, dâimâ dizginlemeye gayret etmelidir.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın Allah için cenk ettiği bir kâfiri tam öldürecekken, o kâfirin can havliyle yüzüne tükürmesi karşısında, onu öldürmekten vazgeçmesi hâdisesi, bu hususta en güzel misallerden biridir. Îmânın kazandıracağı ince anlayıştan henüz mahrum bulunduğu için, Hazret-i Aliʼnin bu esrârengiz davranışına bir türlü akıl erdiremeyen adam, ölmeyi-öldürmeyi unutup hayret ve dehşet içinde sorar:

“–Yâ Ali! Beni tam öldürecekken niye durdun? Ne oldu ki, şiddetli bir hiddetten, târifsiz bir sükûna geçtin? Bir şimşek gibi çakmakta iken bir anda sâkin bir hava gibi duruluverdin. Bu ânî değişikliğin hikmeti nedir? Bu hâlin bana bir muammâ oldu.” der.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şu cevâbı verir:

“–Ben ancak Allah yolunda cihâd ederim. Allah düşmanlarının başını, yine O’nun rızâsı için vururum. Buna da aslâ nefsimi ortak etmem… Sen ise yüzüme tükürerek bana hakâret etmek, beni kızdırmak ve böylece nefsimi tahrik etmek istedin. Ben o an hiddete kapılsaydım, seni, nefsime tâbî olmak gibi, âdî bir sebeple öldürecektim. Hâlbuki ben, gururumu tatmin için değil, Allah rızâsı için gazâ ederim.”

İşte bu fazîlet karşısında o düşman kişi îmân ile şereflenir.

Cenâb-ı Hak, ilâhî mükâfatlarla müjdelediği takvâ sahibi kullarının vasıflarını, şöyle zikreder:

“Onlar, bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayanlar, öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir. Allah, iyilik edenleri sever.” (Âl-i İmrân, 134)

Bu âyet-i kerîmenin hayata tatbîkiyle yaşanmış olan fazîlet misallerinden biri şöyledir:

Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin bir kölesi vardı. O, ibrikten su döküyor, Hazret de leğende ellerini yıkıyordu. Birden su, elbisesine sıçradı. Câfer-i Sâdık Hazretleri, köleye biraz kızarak baktı. Bunun üzerine köle:

“–Efendim, Kur’ân-ı Kerîm’de; «وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ/ Öfkelerini yutanlar»,[5]Allâh’ın mağfireti ve Cennetʼle müjdeleniyor.” dedi.

Bunun üzerine Câfer-i Sâdık Hazretleri:

“–O hâlde öfkemi yuttum!” dedi.

Köle âyetin devâmını okudu:

“–وَالْعَاف۪ينَ عَنِ النَّاسِ: İnsanları affedenler.”

Câfer-i Sâdık Hazretleri:

“–Haydi seni affettim.” dedi.

Köle yine âyeti okumaya devam etti:

“–وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَ: Allah ihsanda bulunan, iyilik eden kimseleri sever!”

Bunun üzerine Câfer-i Sâdık Hazretleri:

“–Haydi git, sen Allah Teâlâ’nın rızâsı için artık hürsün! Şu bin dinar para da senin!” buyurdu.[6]

Dolayısıyla şahsına yapılan hata ve kusurlar karşısında Allah rızâsı için öfkeyi yutmak, büyük bir fazîlettir. Nitekim hadîs-i şerîfte:

“Yiğit dediğin, güreşte rakibini yenen kimse değildir. Asıl yiğit, kızdığı zaman öfkesini yenen kişidir.” buyrulmuştur. (Buhârî, Edeb, 76; Müslim, Birr, 107, 108)

Yine Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, şahsî meselelerde öfkeyi yenebilmenin yolunu da şöyle beyân etmişlerdir:

“Dikkat edin! Öfke, Âdemoğlunun kalbinde bir ateştir. Öfkelenen kişinin gözlerinin kızardığını, boyun damarlarının şiştiğini görmez misiniz? Kim, öfkelenmeye başladığını hissederse, hemen otursun veya yatsın!”(Tirmizî, Fiten, 26/2191; İbn-i Mâce, Fiten, 18)

“Biriniz kızdığında ayaktaysa otursun; öfkesi geçtiyse ne âlâ, aksi takdirde yatsın!”(Ebû Dâvûd, Edeb, 3/4782; Ahmed, V, 152)

Ebû Vâil der ki:

“Bir gün biz, Urve bin Muhammed’in yanına gitmiştik. Orada bir kişi, bâzı sözler söyleyip Urve’yi kızdırdı. Bunun üzerine Urve kalktı, ab­dest alıp yanımıza geldi ve Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimizʼin şöyle buyurduğunu nakletti:

“Öfke şeytandandır. Şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Ateş, su ile söndürülür. O hâlde biriniz öfkelendiğinde abdest alsın!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 3/4784; Ahmed, IV, 226)

Ancak şunu da ifâde etmek gerekir ki, öfkeyi yenebilmek mühim olduğu kadar, gerektiğinde Allah rızâsı için öfkelenmek de son derece ehemmiyetli bir vazifedir.Nitekim Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, kendi nefsi için öfkelenmez, kimseyle münâkaşaya girmezdi. Fakat başkasına veya umûma âit bir hak çiğnendiği ve bunda ısrar edildiği zaman celâllenir, hattâ mübârek alnındaki damarı kabarır, ancak hak ve adâlet yerini bulduktan sonra sükûnete kavuşurdu.]

Câfer-i Sâdık Hazretleri buyurur:

“(Din) kardeşinden senin hakkında hoşuna gitmeyen bir söz ulaştığında üzülme! İşin aslı onun dediği gibiyse, bu üzücü söz, âhirette göreceğin bir cezâya kefâret olur. Yani o cezâ, daha bu dünyada iken sana verilmiş olur. Öyle değilse, hiçbir şey yapmadan, bu söz sebebiyle bir hasene kazanmış olursun.”[7]

[Câfer-i Sâdık Hazretleriʼnin bu nasihati, bilhassa haksız ithamlara mâruz kalan müʼminler için, ne güzel bir tesellîdir. Gönlün huzur ve muvâzenesini korumak için, bu nasihati hatırdan çıkarmamak îcâb eder.

Şu bir hakîkattir ki, bir müʼmin, ne kadar iyi bir insan olursa olsun, mutlakâ onun da aleyhinde konuşan kimseler olacaktır. Bunun önüne geçmek, hiç kimsenin elinde değildir.

Nitekim ilâhî kudretin insanlıkta tecellî eden sanat hârikası olan Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- gibi ideal ve örnek bir insanı dahî, çirkin sözlerle anan Ebû Cehil tıynetli gâfil ve câhil insanların her asırdaki mevcûdiyeti, bu tür itham ve dedikodulardan hiç kimsenin sâlim kalamayacağının apaçık bir ifâdesidir.

Yine Câfer-i Sâdık Hazretleriʼnin naklettiğine göre, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- bir gün münâcâtı sırasında Allah Teâlâʼya şöyle yalvarır:

“‒Yâ Rabbi! Herkesin beni hayırla anmasını istiyorum.”

Hak Teâlâ ise:

“‒Nasıl olur, bunu kendim için dahî yapmadım.” buyurur.[8]

Yani kul, ne kadar iyi biri olsa da muhakkak onu çekemeyenler, kınayanlar, beğenmeyenler ve dedikodusunu yapanlar çıkacaktır.

İşte ârif müʼminlerin yüksek vasıflarından biri de, kendileri hakkında, insanların bu nevî menfî konuşmalarından incinmemektir. Zira, yapılan bu ithamlar, eğer haklılık payı taşıyorsa gıybettir; şâyet tamamen haksız ise bu defâ da iftirâdır. Her iki durum da, bunlara mâruz kalan bir müʼmin için, ya günahlarının affına, ya da derecesinin yükselmesine vesîledir.

İnsanlar, kıyâmetin o dehşet dolu gününde, kendilerinin de çok ihtiyacı olmasına rağmen, sevaplarını, dünyada gıybet ve dedikodusunu yaptıkları kimselere devretmek zorunda kalacaklardır. Şâyet borçlarını karşılayacak kadar sevapları kalmamışsa, dedikodusunu yaptıkları kimselerin günahlarını yükleneceklerdir.[9]

Şu ibretli hâdise, bu hakîkatleri ne güzel îzah etmektedir:

Gıybet günahına müptelâ olmuş biri, muhitinde bulunan bir Hak dostunun da gıybetini yapmaktan geri kalmıyordu. Bu sebeple de, o gıybetçiyi hiç kimse sevmiyordu. Fakat o gönül tabîbi Hak dostu, gıybetini yapan kişi ne zaman huzûruna gelse, onu hep tebessümle karşılıyor; “Gel bakalım benim sevgili ortağım!” diyerek iltifatlara gark ediyordu. Bu güzel hâl, sonunda gıybetçiyi insafa getirdi:

“Ben bu zâtın orada-burada aleyhinde konuşuyorum, o ise bana hep iltifatta bulunuyor. Bundan sonra aleyhinde konuşmayacağım.” diye karar verdi.

Artık Hak dostunun gıybetini yapmıyordu. Lâkin huzûruna vardığında, önceden gördüğü iltifatı da göremiyordu. Bunun sebebini merak ederek bir gün sordu:

“–Efendi Hazretleri! Eskiden bana gösterdiğiniz iltifatı artık göstermiyorsunuz, önceki muhabbetiniz kalmadı. Acaba sebebi nedir?” dedi.

Onu ve onun gibi gıybet hastalığına müptelâ olanları îkâz için güzel bir fırsat yakalayan o Hak dostu tebessüm ederek:

“–Eskiden seninle bir ticârî ortaklığımız vardı. Şimdilerde o ortaklık bitti; bu sebeple iltifat da gitti.” dedi. Adam şaşkınlıkla:

“–Ne ortaklığı? Ben öyle bir ortaklığın farkında değilim.” deyince, büyük velî açıklamasına şöyle devam etti:

“–Sen orada-burada benim aleyhimde konuşuyordun; ben de gıybetine gıybetle karşılık vermeyip sabretmeyi tercih ediyordum. Bu sabrımın karşılığı olarak benim günahlarım senin defterine, senin sevapların da benim defterime yazılıyordu. Seninle böyle bir ticârî ortaklığımız vardı. Şimdilerde ise artık sen benim gıybetimi yapmıyorsun. Böylece ortaklığımız da bitmiş bulunuyor…”

Duydukları karşısında son derece şaşıran adam:

“–Hakîkaten gıybetçinin durumu böyle midir?” diye sorunca da o mübârek zât açıklamasına şu misâl ile devam etti:

“–İmâm Şârânî diyor ki: «Ben ille de birinin gıybetini yapacak olsam, önce anamın-babamın gıybetini yapardım. Çünkü gıybet eden insan, evvelâ kendi sevaplarını, gıybetini yaptığı kişiye bağışlamış, verecek sevâbı kalmamışsa da onun günahlarını kendi üzerine yüklenmiş olur.»”

Bu sözler üzerine derin düşüncelere dalan gıybetçinin aklı başına geldi ve bundan sonra hiç kimsenin gıybetini yapmamaya söz verdi.

Gıybetin ne kadar ağır ve çirkin bir cürüm olduğu, âyet-i kerîmede şöyle beyân edilmektedir:

“Ey îmân edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allâh’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (el-Hucurât, 12)

Ölmüş bir insan, nasıl ki şeref ve haysiyetini zedeleyecek çirkin sözleri duymayıp kendisini savunamayacak durumdaysa, gıybeti yapılan kimse de kendisinin gıyâbında cereyân eden suçlamalara cevap veremeyecek durumdadır. Bu sebeple gıybet günahı, âyet-i kerîmede, ölü kardeşinin etini yemek gibi son derece iğrenç bir fiil olarak tavsif edilmektedir.]

Câfer-i Sâdık Hazretleri buyurur:

“Amelsiz dâvetçi, yay olmadan ok atmaya çalışan kişi gibidir.”[10]

[Boş bardakla ikram olmayacağı gibi, söyledikleriyle yaşadıkları birbiriyle tezat teşkil eden, özü sözüne uymayan kimselerin yaptıkları öğüt, îkaz ve telkinler de, muhâtaplarına tesir edemez. Zira sözün tesir bereketi, kişinin ihlâs ve takvâ ile o hakîkati yaşaması nisbetindedir.

Bunun içindir ki Mevlânâ Hazretleri:

“Ameli olmayan hikmetli söz, ödünç alınmış süslü elbise gibidir…” buyurmuştur.

Yine Mevlânâ Hazretleri:

“Hâl ile öğüt veren, kāl ile (sözle) öğüt verenden hayırlıdır.” buyurarak, hâl ve davranışların çoğu zaman sözden daha tesirli bir mevkîde bulunduğunu ifâde etmiştir.

Nitekim ashâb-ı kirâmın pek çoğu, Kurʼân ahlâkını âdeta ete-kemiğe büründürerek canlı bir şekilde temsil eden Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimizʼin davranış güzelliklerine meftun olarak, Oʼnun hâl ve tavırlarındaki nezâket, zarâfet ve letâfete hayran kalarak hidâyetle şereflenmişlerdir. Zira insan, dâimâ şahsiyet ve karaktere hayrandır.

Dolayısıyla, îkaz, irşad ve tebliğ hizmetinde bulunanların, evvelâ kendilerinin ilâhî emir ve nehiylere titizlikle riâyet etmeleri elzemdir. Aksi takdirde kendilerinin ilâhî gazaba dûçâr olmaları mukadderdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmelerde, İsrâiloğullarıʼnın âlimlerini misal vererek şöyle buyurur:

“Siz Kitab’ı (Tevrat’ı) okuyup durduğunuz hâlde, kendinizi unutup başkalarına iyiliği mi emrediyorsunuz? (Yaptığınızın çirkinliğini) anlamıyor musunuz?” (el-Bakara, 44)

“Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan merkebin durumu gibidir…” (el-Cuma, 5)

Rasûlullah-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz de şöyle buyurmuşlardır:

“İsrâ (Mîraç) gecesi, dudakları ateşten makaslarla kesilip doğranan birtakım insanların yanından geçtim.

«–Ey Cibrîl! Onlar kimlerdir?» diye sordum:

«–Onlar, ümmetinden birtakım hatiplerdir. Allâh’ın kitabını okuyup durdukları hâlde, insanlara iyiliği emrederken, kendilerini unuturlar (yani söyledikleriyle kendileri amel etmezler)di. Hiç düşünmezler miydi?!» cevâbını verdi.”(Ahmed, III, 231, 120, 180, 239; Beyhakî, Şuab, II, 283)[11]

Belki de bu ve benzeri hakîkatlerin tesiriyle âdeta yürekleri titreyen sahâbîlerden Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Kendimiz yapmadıkça iyiliği emretmeyelim mi, yine kendimiz uzaklaşmadıkça da kötülükten nehyetmeyelim mi?” diye sorduk.

Rasûlullah-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz (buna kâmil mânâda muvaffak olabilmenin imkânsızlığı sebebiyle) şöyle buyurdular:

“–Tam olarak yapamasanız bile iyiliği emredin, tamamen uzak duramasanız bile kötülükten nehyedin!”(Heysemî, VII, 277)

İyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırmaya evvelâ kendimizden ve âilemizden başlamamız îcâb eder. Bu meyanda, bilhassa çocuklarımızı İslâmî bir şuurla yetiştirmek, birinci vazifemizdir. Aksi hâlde ciğerpârelerimiz olan evlâtlarımız, kıyâmet günü bizlerden dâvâcı olacaklardır. Cenâb-ı Hak da âyet-i kerîmede:

“Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!..” (et-Tahrîm, 6) buyurarak, emr biʼl-mârûf ve nehy aniʼl-münker vazifemize evvelâ en yakınlarımızdan başlamamız gerektiğine işâret etmektedir.

Evlâtlarımızı İslâmî şuur ve âdâb ile yetiştirmek ise, onları bir yaz tatilinde kalabalık bir câmiye göndermekle temin edilebilecek kadar basit bir iş değildir. Ayrıca dînî tahsili bu kadar basit telâkkî etmek, kalpteki İslâmî şuurun zaaf ve noksanlığını ifâde eder. Bununla yetinerek vazifemizi yerine getirdiğimizi zannetmek, ancak kendimizi kandırmaktır. Evlâtların iyi bir dünyevî istikbâli olsun düşüncesiyle, güyâ kaliteli bir kolejde okutabilmek için büyük emek, gayret ve servetler sarf edilirken, lise ve üniversiteye giriş imtihanlarında anne-babalar çocuklarından daha büyük bir telâş ve endişeyle mektep kapılarında bekleşirken, bu hassâsiyetin acaba yüzde kaçı onların ebedî istikballeri, yani âhiretleri için gösterilebiliyor?.. Unutmayalım ki, yavrularımızı bu fânî dünyadaki ilâhî imtihanlara güzelce hazırlayabilmek, hepimizin en mühim imtihanıdır.

Bugün en büyük mesʼûliyetimiz, yavrularımıza karşı… Zira bugün liberalist sistemin; “bırakınız yapsın, bırakınız geçsin” prensibiyle hareket edip mâneviyâta zehir saçan ve nefsâniyeti palazlandıran televizyonların menfî propagandaları, internetin yanlış adresleri, modaların çılgın tahrikleri ve reklâmların aldatıcı telkinleri, evlâtlarımızın kişiliklerini şekillendiriyor. Onların gönül dünyasını allak bullak ederek, dînine, kültürüne, tarihine, hattâ âilesine yabancılaştırıyor…

İşte bu hazin gidişattan, kendimizi, evlâtlarımızı, âilemizi, akrabalarımızı ve toplumumuzu korumak için, hepimiz gerekli tedbirleri almak mecburiyetindeyiz.]

Cenâb-ı Hak, yüce dînimizi doğru anlayıp güzelce yaşamayı, bütün hâl ve tavırlarımızla İslâmʼın nezâket, zarâfet ve güleryüzünü sergileyebilmeyi, cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Abdülmecid Hânî, el-Hadâikuʼl-Verdiyye, sf, 161, Rehber Yayıncılık, İstanbul 1986.

[2] Yeri gelmişken ifâde edelim ki, bâzen sebeplere tevessül edilip duâ ile Hakkʼa tevekkülde de bulunulmasına rağmen, insan umduğuna nâil olamayabilir. Meselâ bâzı zevc-zevcelerin, çok istedikleri hâlde çocukları olmaz. Bunun pek çok hikmeti vardır. Zira gaybı Allahʼtan başkası bilemez. Hakkımızda neyin hayır, neyin şer olduğunu, Rabbimiz bizden daha iyi bilir. Oʼnun bizim hakkımızdaki takdîri, bizim kendi arzu ettiklerimizden şüphesiz ki daha hayırlıdır.

Ayrıca Hak Teâlâʼnın, kulundan bâzı nîmetleri esirgemesi, o kullarını sevmediği mânâsına da gelmez. Nitekim Peygamber Efendimizʼin zevce-i tâhiresi, ümmetin annesi Hazret-i Âişe vâlidemizin de çocuğu olmamıştı. Cenâb-ı Hakkʼın bâzı nîmetlerden kullarını mahrum bırakması, onların sabredip ilâhî takdîre rızâ göstererek Hak katındaki derecelerinin daha da yükselmesi ve o nîmetlerden çok daha hayırlı ve kalıcı olan uhrevî mükâfatlara nâil olmaları içindir. Bu bakımdan dâimâ ilâhî takdîre sabır, şükür, hamd, rızâ ve teslîmiyet hâlinde olmamız îcâb eder.

[3] İbn-i Hacer, Fethü’l-Bârî, XI, 98; Aynî, Umdetü’l-Kārî, Beyrut ts. XXII, 277-278.

[4] Gazâlî, İhyâ, III, 166.

[5] Âl-i İmrân, 134.

[6] İbnü’l-Cevzî, Bahru’d-Dümû’, s. 142.

[7] Ebû Nuaym, Hilye, III, 198.

[8] Abdülmecid Hânî, el-Hadâikuʼl-Verdiyye, sf, 161-162, Rehber Yayıncılık, İstanbul 1986.

[9] Bkz. Buhârî, Mezâlim 10, Rikāk 48; Müslim, Birr 59; Tirmizî, Kıyâmet 2; Ahmed, II, 303, 324, 372.

[10] Ebû Nuaym, Hilye, III, 194-195; Mizzî, Tehzîbüʼl-Kemâl, V, 89.

[11] Ayrıca bkz. Buhârî, Bed’ü’l-Halk 10, Fiten 17; Müslim, Zühd 51.