Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullâhi aleyh) -1-

Hak Dostlarından Hikmetler-

2015 – Şubat, Sayı: 348, Sayfa: 032

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri [777 – 848] buyurur:

“Ne mutlu o kimseye ki, bir tek endişesi vardır (yani dâimâ bir ve tek olan Allâh’ı zikir hâlindedir). Kalbini; gözünün gördüğü, kulağının duyduğu mâlâyânî şeylerle meşgul etmez. Kim mârifetullah sırrına ererse, kendisini Allah’tan alıkoyan her şeyden yüz çevirir.”[1]

[Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Onlar, (o müʼminler) ki, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Müʼminûn, 3)

Hadîs-i şerîfte de:

“Lüzumsuz şeyleri terk etmesi, kişinin iyi bir müslüman oluşundandır.” buyrulmuştur. (Tirmizî, Zühd, 11; İbn-i Mâce, Fiten, 12)

Gönlü mâsivâullahʼtan, yani Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden temizleyip dâimâ Hakkʼa yönelmek, mârifetullâha eren müʼminlerin şiârıdır. Dünyaya geliş sebebimiz de, Hakkʼa kulluk ve mârifetullah, yani Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilmektir. Buna muvaffak olan bir müʼminin kalbi, Cenâb-ı Hakkʼın azamet, kudret ve sonsuz nîmetlerinin tefekkürü içinde dâimâ; zikir, fikir ve şükür hâlinde bulunur.

Mânevî terbiyenin en mühim gâyelerinden biri de “el kârda gönül Yârʼda” düstûrunu kazandırmaktır. Bu düstur ise, sadece ibadetler esnâsında değil, dünya ile meşgûliyette bile gönlü Hakkʼa verebilmek ve hayatın hiçbir safhasında Oʼndan gâfil kalmamaktır. Böylece dâimî bir zikir hâline kavuşabilmektir.

Bu hâl, gönlü dâimâ rızâ-yı ilâhî istikâmetinde tutan ve günahlara meyletmekten koruyan, mânevî bir uyanıklık, firâset ve basîret nûruna vesîledir. Zira âyet-i kerîmede buyrulur:

“Allâhʼı unutan ve bu yüzden Allâhʼın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)

Nitekim günahlar da, Allahʼtan gâfil kalındığı zaman işlenir. Hiç kimse besmele çekerek bir kardeşine çelme takamaz. Kalbi “Allah” diyen biri; kalplere diken batıramaz; bile bile kul hakkına giremez; haramlara dalamaz.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri de, bu istikâmet hâlini, nice kerâmetten üstün görmüştür. Nitekim kendisine bir gün:

“‒Efendim, siz su üstünde yürüyormuşsunuz!” dediler. Hazret ise:

“–Bir çöp de su üstünde yüzer.” cevâbını verdi.

“–Havada uçuyormuşsunuz!” dediler.

“–Kuş da havada uçar.” buyurdu.

“–Bir gecede Kâbe’ye gidiyormuşsunuz!” dediler.

“–Bir cin veya şeytan da bir gecede Hindistan’dan Demâvend’e gidiyor.” buyurdu.

“–Peki o hâlde gönül erlerinin işi nedir?” diye suâl edilince:

“–Allah Teâlâ’dan başkasına gönül bağlamamak![2] karşılığını verdi.]

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Çok zikir; adedi fazla olan değil, gafletten sakınarak ve huzûr ile yapılan zikirdir.”[3]

[Zikrin feyz ve rûhâniyetinden lâyıkıyla istifâde edebilmek için, kalben ve zihnen de zikre iştirâk etmemiz îcâb eder. Zira, tıpkı namaz gibi, zikrin de kalp ve beden âhengiyle îfâsı zarûrîdir. Yani dil zikrederken, kalp de, zikrin mânâsının tefekküründe derinleşmelidir.

Kendimizi dâimâ Cenâb-ı Hakkʼın huzûrunda bilerek, Oʼnun bizi her an ve mekânda gördüğü, hattâ bize şah damarımızdan bile daha yakın olduğu şuur ve idrâki içinde Hakkʼa yönelmeliyiz. İşte bu keyfiyette bir yöneliş ile kalpte “huzûr” hâli gerçekleşir. Ârif zâtların “huzûr” tâbiriyle kastettikleri de; “ten plânında bir rahatlık” değil, Allah ile beraberlik şuurunun kalpte sâbitlenmesiyle hâsıl olan “dâimî zikir” hâlidir.

Kendini her an huzûr-i ilâhîde bilmenin gönle kazandıracağı mânevî zindelik, zikri en yüksek kıvamına ulaştırır. Cenâb-ı Hak, zikrin kemâline eren gerçek zikir ehlini, âyet-i kerîmede şöyle takdîm eder:

“Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri titrer…” (el-Enfâl, 2)

Demek ki zikirden murâd edilen; yalnızca dil ile tekrarlamaktan ibâret değildir. Bilâkis, dilin telâffuz ettiği isme âit mânâların tefekkürüyle yüreklerin ürpermesi ve kalplerin zâkir hâle gelmesidir.

Hazret-i Mevlânâ, gönül feyzinden mahrum bir hâlde, sırf şekilde kalarak ibadet eden kimselere şöyle seslenir:

“Ey gâfil! Keşke secde ettiğin zaman, yüzünü samimiyetle Hakk’a çevirebilseydin de «Yücelerin yücesi olan Rabbim, her türlü noksan sıfattan münezzehtir.» demenin mânâsını lâyıkıyla idrâk edebilseydin. Yani sırf şekil secdesi değil, (seni mîrâca çıkaracak bir) gönül secdesi yapabilseydin!..”

İhlâs, takvâ, huşû gibi kalbî meziyetlerden mahrum, gâfilâne edâ edilen ibadetler; fânî ortaklar ve mânevî kirlerle doludur. Bu sebeple ibadetleri hâlisâne îfâ etmek zarûrîdir. Nitekim hadîs-i şerîfte:

“Dîninde ihlâslı ol! Böyle yaparsan, az amel bile sana kâfi gelir.” buyrulmaktadır. (Hâkim, Müstedrek, IV, 341)

Yani mâsivâ düşüncelerinden arınmış, hâlis bir kalple yapılan sâlih ameller, az bile olsa, Hak katında çok kıymetlidirler. Bunun zıddına, huşû, huzur ve ihlâstan uzak, gâfil bir kalple îfâ edilen ameller ise -kemmiyet bakımından ne kadar çok olursa olsun- gerçek kıymetlerinden fire verirler.

Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“O ki, hanginizin daha güzel amel edeceğini sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır…” (el-Mülk, 2) buyuruyor. Dikkat edilirse Cenâb-ı Hak; “اَكْثَرُ عَمَلًا” değil “اَحْسَنُ عَمَلًا” buyuruyor. Yani kimin “daha çok” amel edeceğine değil, “daha güzel” amel edeceğine ehemmiyet veriyor.

Şu rivâyet, bu hususta ne güzel bir misaldir:

Bir gün İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- tâbiîn neslinden dostlarına dedi ki:

“–Sizler, Rasûlullâh’ın ashâbından daha çok (nâfile) oruç tutuyor, namaz kılıyor ve sâlih amellere gayret ediyorsunuz. Fakat onlar, sizden daha hayırlıydı.”

“–Bu nasıl oluyor?” diye sorulunca da:

“–Onlar, dünyaya karşı sizden çok daha zâhid, âhirete de sizden daha çok rağbetli idiler.” buyurdu. (Hâkim, Müstedrek, 4/135)

Demek ki amellerin kıymeti, sahip olunan gönül kıvamıyla doğrudan irtibatlıdır.

Velhâsıl zikrin nûru, zikredenin hâli nisbetindedir. Tasavvufî terbiyede de bir insanın mânevî derecesi, onun evrâd ve ezkârının belli zaman aralıklarıyla yükselmesine değil, hâlinin terfî etmesine bağlıdır. Yani ibadetlerinin kalp ve beden âhengi içinde olması, ahlâkının ve bilhassa merhametinin tekâmül etmesi, insanî münâsebetlerinde ve muâmelâtında âdâb-ı muâşerete titizlik göstermesi gibi hususlara bağlıdır.

Hak katında makbul olan zikir de; sözde değil, özde zikirdir. Yani kālden hâle ve amele intikâl eden zikirdir. Kişinin şahsiyet ve karakterinde tesirleri görülen, sâlih amellerle teʼyid edilen zikirdir.

Şâyet zikir, kişiyi tefekkür derinliğine götürmüyor, gönlü huzûra kavuşturmuyorsa; ahlâkı tekâmül ettirmiyor, davranışlara nezâket ve zarâfet katmıyorsa; takvâ hassâsiyeti kazandırmıyor ve sâlih amellere rağbeti artırmıyorsa; bu hâl, zikrin âdâbına riâyetsizliğin bir göstergesidir.]

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Hakkʼa eren, sırf hürmeti muhâfaza ettiği için ermiştir. Yolda kalan da, sırf hürmeti terk ettiği için geri kalmıştır.” [4]

[Mânevî terbiye yolculuğunda âdâba riâyet, maksada ulaşmanın ilk şartıdır. Cenâb-ı Hakkʼın rızâ ve muhabbetine vuslat da, Oʼnun emirlerini îfâ etmek kadar, bu emirleri “tâzîm li-emrillâh” düstûrunca, yüksek bir tâzîm ile, yani edep ve hürmetle yerine getirmeye bağlıdır.

Allah için yapılan bütün ibadet ve hizmetleri, îman aşkıyla, muhabbetle, vecd ile îfâ etmek, son derece mühim bir kulluk edebidir. Zira Cenâb-ı Hakkʼın bizim ibadet ve hizmetlerimize ihtiyacı yoktur.

Nitekim bir kişi gelip:

“–Bana öyle bir şey öğret ki, kurtuluşuma vesîle olsun!” dediğinde, Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri ona şu nasihatte bulunmuştur:

“–Şu iki cümleyi aklında tut, ilim olarak bunu bilmen sana kâfîdir:

1– Hak Teâlâ sana şah damarından daha yakındır, her şeyi bilir ve görür.

2– Allah Teâlâ’nın, senin ameline ihtiyacı yoktur. (Aksine senin O’na muhtaç olduğunun idrâki içinde, şükür duygularıyla sâlih ameller işlemeye bak!)”[5]

Velhâsıl Hak katında mühim olan; kulluk vazifelerimizin îfâsı kadar, onların îfâsı esnâsında sergileyeceğimiz kalbî durumumuzdur. Yani samimiyet, gayret, iştiyak ve hürmetimizin hangi seviyede olduğudur.

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-;

“Amelde edep, onun kabûlüne işarettir.” buyurmuştur.

Hak dostları da;

“İbadet, insanı Cennetʼe götürür. İbadette edep ve tâzîm ise kulu Allâh’a götürür, Hakk’a yaklaştırır.” demişlerdir.

Nitekim bu hassâsiyetin bir tezâhürü sadedinde, Sâmi Efendi ve Mûsâ Efendi Hazretleri, namaza gösterdikleri tâzîm gereği, seccâdenin püsküllerinin dahî düzgün olmasına dikkat ederlerdi.]

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“«Lâ ilâhe illâllah» sözü, Cennet’in anahtarıdır. Fakat şu bir gerçektir ki, dişleri olmayan anahtar kapıyı açmaz. Kelime-i tevhîd anahtarının dişleri ise şunlardır:

1) Yalan, iftira, dedikodu, gıybet ve boş sözlerden arınmış bir dil.

2) Hîle ve desîselerden, günahların kasvetinden temizlenmiş bir kalp.

3) Haram ve şüpheli şeylerden korunmuş bir mide.

4) (Gurur, kibir, gösteriş gibi) nefsânî arzulardan ve bid’atlerden uzak amel-i sâlihler.”[6]

[Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

“Kimin son sözü; «Lâ ilâhe illâllâh: Allah’tan başka ilâh yoktur.» olursa, o kişi Cennetʼe girer.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 15-16/3116; Ahmed, V, 247)

Fakat son sözümüzün kelime-i tevhîd olmasını istiyorsak, hayatımızın her safhasını tevhîd muhtevâsında yaşamaya gayret etmemiz zarûrîdir. Zira diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle diriltilirsiniz!..” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663)

Hayatımızı kelime-i tevhîdʼin belirlediği istikâmet üzere yaşamak için de, aklımızı, kalbimizi, dilimizi, midemizi, velhâsıl bütün âzâlarımızı ve onlarla sergilediğimiz davranışlarımızı, tevhîd inancına göre, âdeta bir süzgeçten geçirmeliyiz. Helâl-haram, hak-bâtıl, hayır-şer, doğru-yanlış, sevap-günah gibi hususlarda, tevhîdin rehberliği altında hayatımızı tanzim etmeliyiz.

Unutmayalım ki tevhîd inancının aslâ ortaklığa tahammülü yoktur. Tevhîd ehli bir müslüman, nasıl ki dış dünyadaki bâtıl ilâhları reddedip yalnız Cenâb-ı Hakkʼı Rab olarak bilirse; iç dünyasından da, tevhîdin mânâ ve rûhuyla tezat teşkil eden bütün hâl ve tavırları bertaraf etmelidir. Hazret-i İbrahimʼin, puthânedeki putları kırması gibi, îmânın mekânı olan kalbini de gurur, kibir, riyâ, ucub, hevâ, heves gibi nefsânî putlardan temizlemelidir. Zira âyet-i kerîmede:

(Ey Peygamber!) Hevâ ve hevesini (kötü duygularını ve nefsânî ihtiraslarını) kendisine ilâh edineni gördün mü?” (el-Furkân, 43)

Hadîs-i şerîfte de:

“Allâh’a göre gök kubbe altında ibadet edilen sahte ilâhlar arasında, peşine düşülen hevâdan daha ağırı ve daha kötüsü yoktur.” buyrulmaktadır. (Heysemî, I, 188)

Demek ki kelime-i tevhîdin hakîkatinde derinleşerek, gerçek mânâda tevhîd ehli olabilmek için; kulu Rabbinden gâfil bırakan bütün hevâ ve hevesleri “Lâ ilâhe” diyerek kalpten silip atmak gerekir. Daha sonra da kalbin bu arı-duru zemininde “İllâllâh” hakîkatini sâbitleyip, gönül tahtını yalnızca Allâh’a tahsis etmek îcâb eder.

Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- bütün fânî muhabbetleri gönlünden bertaraf etti, kalbi Cenâb-ı Hakkʼın cemâlî tecellîlerinin mazharı oldu. Böylece Cenâb-ı Hakkʼın dostluğuna kavuştu.

Bu sebeple tasavvuftaki mânevî tekâmülün birinci basamağı “اَلتَّخَلِّي” yani iç âlemi Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden, samimî tevbe, istiğfar ve nedâmet gözyaşlarıyla tahliye etmek;

İkinci basamağı “اَلتَّحَلِّي” yani Cenâb-ı Hakkʼın rızâ ve muhabbetini celbedecek güzel ahlâk ve sâlih amellerle hâllenmek;

Üçüncü basamağı ise “اَلتَّجَلِّي” yani mârifetullah ve muhabbetullah tecellîlerinden hisseler almaktır…]

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, Cenâb-ı Hakkʼa bir münâcâtında şöyle der:

“İlâhî, benim Sana olan muhabbetime şaşmıyorum. Zira ben hakir bir kulum. Ben asıl, Sen’in beni kulun olarak sevmene şaşıyorum. Çünkü Sen, Yüce bir Rab olduğun hâlde (ne kadar merhametlisin ki), zelil bir kulu seviyorsun!”[7]

[Kulun Cenâb-ı Hakkʼı sevmesi, Oʼna itaati, ibadeti, yalvarışı, Oʼnun uğrundaki fedakârlıkları, Cenâb-ı Hakkʼa hiçbir şey kazandırmaz. Zira O, Samedʼdir, yani herkes ve her şey Oʼna muhtaç, fakat O her türlü ihtiyaçtan münezzeh ve müstağnîdir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakkʼa olan ibadet ve tâatlerimiz, Oʼna bir ikram değil, Oʼnun bize bir ikramıdır.

Şeyh Sâdîʼnin buyurduğu gibi:

“Seni hayır işlemeye muvaffak kıldığı için Allâh’a şükret. Zira Hak Teâlâ seni lûtuf ve ihsânıyla boş bırakmadı.

Pâdişâha hizmet eden, ona minnet yükleyemez. Seni istihdâm ettiği için sen ona minnettâr ol.”

Dolayısıyla Cenâb-ı Hakkʼa şükredebilmek ve Oʼna kullukta bulunabilmek, müʼmin için en büyük nîmet, izzet, ve saâdettir.

Kulluktaki aşk, şevk ve heyecan noksanlığı ise; büyük bir îman zaafı, maddî-mânevî nîmetlere karşı nankörlük ve bir nifak alâmetidir. Nitekim âyet-i kerîmede münâfıklar ve gâfiller hakkında şöyle buyrulmaktadır:

“…Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek, tembel tembel, isteksizce kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allâhʼı da pek az hatırlarına getirirler.” (en-Nisâ, 142)

Bu itibarla müʼmin, Allah için olan bütün ibadetlerini, infaklarını, hizmet ve fedakârlıklarını, en ufak bir iç sıkıntısı duymadan, bilâkis şevk ve heyecanla, seve seve, canına minnet bilerek îfâ etmelidir ki Rabbinin muhabbet ve rızâsına nâil olsun.

Bize bir insan, çok kıymetli hediyeler getirse, fakat onları abus ve alık bir çehre ile, gönülsüz ve isteksiz olarak verecek olsa; onu kabul etmek içimizden gelmez. Fakat cân u gönülden ve edeple takdim edilen en sade bir ikramı dahî, büyük bir huzurla kabul eder, verene muhabbet duyarız.

Kulun Rabbine arz ettiği duâ, kulluk ve ibadetler de bunun gibidir. Allah için yaptığımız amellerimizi ne kadar aşkla, şevkle, heyecanla îfâ edersek, onların ind-i ilâhîdeki kıymetleri de o derece yüksek olur.

Diğer taraftan müʼmin, kendisini yoktan var eden Rabbi için ne yapsa az olduğu şuuruyla, dâimâ, hiçlik, yokluk, acziyet ve tevâzû hâlinde olmalıdır. Aslâ amellerine mağrur olmamalı; rahmet ve mağfiretini ümîd ederek Rabbine sığınmalıdır.

Nitekim ilim ve irfanda “güneşler güneşi” denilen Hak dostu Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de, talebelerine yazdığı mektuplarda kendisi için hüsn-i hâtime duâsı talep etmiştir. Kardeşine yazdığı bir mektubunda da hiçlik ve tevâzû hissiyâtını şöyle ifâde etmiştir:

“…Allâh’a yemin ederim ki, annemin beni doğurduğu günden beri tek bir hayırlı amel işlediğime inanmıyorum… Eğer kendi nefsini bütün hayırlı işlerde iflâs etmiş olarak görmüyorsan, bu, cehâletin en son noktasıdır. Kendini iflâs etmiş olarak görünce de sakın Allâh’ın rahmetinden ümîdini kesme! Zira Allâh’ın fazl u ihsânı, kul için bütün insanların ve cinle­rin amelinden daha hayırlıdır…”

Âyet-i kerîmede:

“Rahmânʼın (rahmetinin tecellî ettiği o has) kulları, yeryüzünde tevâzû ile yürürler…” (el-Furkân, 63) buyrulmaktadır.

Yani kâmil müʼminler, Hakkʼın kudret ve azameti karşısında hiçlik hissiyâtı içinde, acziyet ve kusurlarını müdrik hâlde yaşarlar. Çünkü Hakkʼın nîmetlerinin şükür borcunu tam olarak ödeyebilmek imkânsızdır.

Zira Cenâb-ı Hak bizi yaratmış, varlıklar içinde eşref-i mahlûkat olan “insan” kılmış, insanlar içinde ehl-i îmân eylemiş, en sevgili Rasûlʼüne ümmet olma izzetini bahşetmiş, Kurʼân-ı Kerîmʼe muhâtap olmakla şereflendirmiştir. Bütün bunlar, ömür boyu şükür secdesinden başımızı kaldırmasak, yine de şükrünü îfâ edemeyeceğimiz muazzam nâiliyetlerdir.

Hak dostlarının bu husustaki gönül ufkuna, Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleriʼnin şu hâli ne güzel bir misal teşkil etmektedir:

Bâyezîd Hazretleri bir gün müridleriyle daracık bir yoldan giderken, karşılarına bir köpek çıkar. O Ârifler Sultânı geri çekilir ve köpeğe yol verilmesini söyler. Müridlerinden biri, içinden:

“–Allah Teâlâ insanı mükerrem (üstün) kılmışken, Bâyezîd Hazretleri müridlerini de geri çekip köpeğe yol verdi. Bu ne acâyip bir hâl!” der.

Hazret, onun bu hissiyâtına vâkıf olarak şu îzahta bulunur:

“–Gönlümde öyle bir zuhûrat oldu ki, sanki o köpek hâl lisânıyla bana; «Benim kusurum ne idi ki ezelde köpeklik postunu sırtıma geçirdiler. Sen ne yaptın ki sana Âriflerin Sultânı hil’atini giydirdiler? Bu hâlin sırrı nedir?» dedi. İşte bunun için ona yol verdim.”[8]

Demek ki Allâh’ın herhangi bir mahlûkunu gördüğümüz zaman; “Ben onun, o da benim yerimde olabilirdi.” diye düşünüp Cenâb-ı Hakk’ın bu muazzam nîmet, ihsan ve ikramına karşı şükrümüzü artırmalıyız.

Öte yandan:

“Sonra o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) âyetinin tefekküründe derinleşerek -farkında olduğumuz ve olmadığımız- bütün nîmetleri için, Rabbimizʼi hamd ile tesbîh etmeliyiz. Lâyıkıyla şükredebilmekten âciz olduğumuz için de, affımızı dileyip istiğfâra devam etmeliyiz.

Nitekim bu âyet-i kerîme nâzil olduğunda, hiçbir şeyi olmayan muhtaç bir sahâbî ayağa kalkarak;

“–Benim üzerimde (hesabı verilecek) nîmetlerden bir şey var mı?” diye sordu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise;

(İstifâde ettiğin) ağacın gölgesi, (ayağına giydiğin) iki nalin ve (içtiğin) soğuk su.” cevâbını verdi. (Bkz. Süyûtî, VIII, 619) Böylece, hiçbir şeyi olmadığını düşünen bir insanın dahî, âhirette hesabı verilecek nice nîmetlerle perverde bulunduğuna işaret buyurdu.

Velhâsıl müʼmin, Cenâb-ı Hakkʼı sevip Oʼna kullukta bulunmayı, şükründen âciz olduğu nîmetlerin en büyüğü bilmelidir. Zira Cenâb-ı Hak, sevdiği kuluna sevgisini bahşeder. Bu bakımdan, Allâhʼın rızâsını ve muhabbetini celb edecek olan ibadet, hizmet ve fedakârlıkları, canımıza minnet bilmemiz gerekir.

Hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:

Dâvud Peygamber şöyle duâ ederdi:

«Allâh’ım! Sen’den Sen’i sevmeyi, Sen’i seven kişiyi sevmeyi, Sen’in sevgine ulaştıran ameli isterim…»” (Tirmizî, Deavât, 72)

Demek ki Cenâb-ı Hakkʼın sevgisine ulaştıracak vesîleleri arayıp onlara sımsıkı sarılmalıyız. Şüphesiz ki bu vesîlelerin en büyüğü; Allâhʼın en sevdiği kulu olan Habîbullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin sünneti üzere yaşamaktır. Zira Oʼnun söz, fiil ve hâlleri; murâd-ı ilâhîyi ifâde eden Kurʼân-ı Kerîmʼin canlı bir tefsiri mâhiyetindedir.

Bu itibarla Allâhʼın Habîbiʼni gücümüz nisbetinde örnek almaya gayret etmemiz, Cenâb-ı Hakkʼın sevgisine en büyük vesîledir…]

Cenâb-ı Hak cümlemizi, muhabbet ve rızâsına medâr olacak hâl ve amellere -lûtf u keremiyle- muvaffak eylesin.

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1] Sehlegî, en-Nûr, sf. 170; Abbâs, Ebû Yezîd, sf. 73.

[2] Attâr, Tezkire, sf. 201; Serrâc, sf. 316; Abbâs, Ebû Yezîd, sf. 98.

[3] Attâr, Tezkire, sf. 198.

[4] Prof. Dr. S. Uludağ, Bâyezîd-i Bistâmî, sf. 187, TDV Yayınları, Ankara 1994.

[5] Attâr, Tezkire, sf. 191.

[6] Hânî, Hadâik, sf. 320.

[7] Ebû Nuaym, Hilye, X, 34.

[8] Attâr, Tezkire, sf. 179.