Aziz Mahmud Hüdâyî (rahmetullâhi aleyh) -8-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2022 – Mayıs, Sayı: 435

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Sebzeyi yabanda mı buldu sanırsın nevbahar?
Çekti hamsînin içinde nice nice erbaîn!..
Çekmeyince erbaîni rûzgâr,
Ona yüz göstermemiştir nevbahar…

[Hüdâyî Hazretleri bu beyitlerinde gönüllere şöyle sesleniyor:

“İlkbahar, o zümrüt yeşili nebâtâtı nereden buldu sanırsın? Bu uğurda hamsîn (yani elli günlük kışın) içinde nice nice erbaîn (yani kırk günlük kara kışın) kahrını çekti.

Dünya, erbaîn[1] çilesini çekmedikçe, ilkbahar yüzünü göstermez!..”

Ramazân-ı Şerîfʼteki bir aylık oruç, nefsi dizginleme, sabır ve riyâzâtın ardından bir bayram ferahlığının lûtfedilmesi gibi, büyük nîmet ve muvaffakıyetler de dâimâ birtakım zahmet ve meşakkatlerin ardından gelir.

Toprak, şiddetli kışın kar, tipi ve ayazına katlanmadan, baharın bereketlerine kavuşamaz. Bir anne, doğum sancısı çekmeden evlât sevinci yaşayamaz. Zahmetsiz rahmet, külfetsiz nîmet olmaz. Sabır acıdır, lâkin meyvesi tatlıdır. Sabrın sonu selâmettir.

Gönüllere sonsuz saâdet iksîri olan âb-ı hayatın, zor zamanlarda ve çile diyarlarında saklı olması gibi, ebedî kurtuluş yolu da nefislere ağır gelen zorluklarla donatılmıştır.

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Cennet, nefsin sevmediği şeylerle, Cehennem ise nefse hoş gelen ve nefsin arzuladığı şeylerle çevrilmiştir.” (Buhârî, Rikāk, 28)

Sahâbe-i kirâmdan Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- diyor ki:

“İslâm, nefse hoş gelmeyen zor emirler getirmişti. Biz hayırların en hayırlısını, nefislerin hoşlanmadığı bu zor emirlerde bulduk. Meselâ Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Mekke’den çıkıp hicret etmiştik. Nefsimize ağır gelen bu hicretimizle, bize üstünlük ve zafer bahşolundu. Yine Allah Rasûlü’yle beraber (sanki ölüme gidiyormuşuz gibi) Bedir’e çıkmıştık. Allah Teâlâ burada da bizler için üstünlük ve zafer lûtfetmişti. Velhâsıl biz, en büyük hayırlara, hep böyle nefsimize zor gelen emirler sâyesinde ulaşmıştık.” (Bkz. Heysemî, VII, 26-27)

Âyet-i kerîmelerde de:

“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (el-İnşirâh, 5-6) buyruluyor.

Bu itibarla, ilâhî rahmete ve ebedî saâdete tâlip olan, bu dünyada birtakım zahmet ve meşakkatlere katlanacak. Bunları, nefsinin tezkiyesine ve mânevî derecesinin terfiine vesîle bilecek. Zira hamlıktan kurtulmak, çile ve ıztıraplara sabretmeye bağlıdır.

Şeyh Sâdî, çilelerde gizli olan rahmet tecellîsini şöyle ifade eder:

“Öd ağacı tek başına güzel kokamaz. Ancak ateşin üzerine konulunca amber gibi kokmaya başlar.”

Nasıl ki bir yemek, ateş üzerinde pişmeden yenilecek lezzeti kazanamazsa; gönül de ancak çilelerin ocağında pişerek kemâle erişir.

Denizle sahilin birleştiği yerlerde bazı taşlar görürüz. Onlar asırlarca dalgalar tarafından dövüle dövüle pürüzlerinden arınmış, granit gibi de sağlam hâle gelmişlerdir. İşte insanın gönül dünyası da bunun gibidir. Zorluk ve sıkıntılara sabretmek; nefsin hamlıklarının törpülenmesine, mânen kuvvet ve metânet kazanmaya vesîledir. Bu sebeple çileler, onları doğru değerlendirebilen ârif kullar nazarında, insanı olgunlaştıran Rabbânî tecellîlerdir.

Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri buyurur:

“Belâ ve musîbetlere sabır; âriflerin kandili, dervişlerin dersidir. Ama gâfiller bunu idrâk edemezler.”

Hakîkaten kâinat ve hâdisâta dâimâ îman ve irfan ufkundan bakabilen müʼminler, hayatın acı-tatlı her imtihanından mânen kazançlı çıkmasını bilirler. Ehl-i dünya için zarar ve ziyan gibi görünen ve onları kedere gark eden imtihanlar, ârif mü’minler nazarında; sabır, rızâ ve hattâ şükürle karşılanması gereken uhrevî kazanç vesîleleridir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır:

“Mü’minin durumu gerçekten gıpta edilmeye ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır vesîlesidir. Böylesi bir haslet sadece mü’minde vardır: Mü’min, sevinecek olsa şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)

Mevlânâ Hazretleri de bu hakîkati teʼyid sadedinde, insanın başına gelen iptilâları, mânevî tekâmülü için âdeta bir ganimet bilmesi gerektiğini şöyle ifade eder:

“Ay geceden ürkmediği, karanlıklardan kaçmadığı içindir ki nurlandı, ışık saçmaya başladı. Gül de o güzel kokuyu, diken ile hoş geçindiği için kazandı.”

“Senin iç dünyan bir misafirhâne gibidir. Sevinçler de kederler de gelip geçicidir. Ne sevinçlere aldan ne de gamları kendine dert edin! Gamlar sürûruna mânî olursa üzülme; çünkü o gamlar, senin için sevinç ve neşe hazırlamaktadır.”

“Ey Hak yolunun yolcusu! Gönle gelen üzüntüleri tebessümle karşıla ve şöyle duâ et: «Ey benim Rabbim! Sen beni belânın şerrinden muhâfaza et, fakat onun vâsıtasıyla gelecek lûtuf ve ihsandan da beni mahrum bırakma! Rabbim, lûtfet de belâ ânında da şükredebileyim. Belâlar geçip gidince, “Neden şükretmedim!” diye hasret çekmeyeyim.»”

Cenâb-ı Hak en sevdiği kullarını en ağır çilelerin çemberinden geçirmiştir. En çetin imtihanlar; peygamberler, evliyâullah ve Hakkʼa yakınlık derecelerine göre sâlih müʼminlerin başından geçmiştir.

Meselâ insanlığın görebileceği en muhteşem kudret ve saltanata nâil olan Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm- bile, bir zelleden dolayı tahtının üzerinde cansız bir ceset gibi bırakıldı. Kendine gelip istiğfâr edince, Cenâb-ı Hak ona eski güç ve saltanatını iâde etti.

Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm- çok ağır imtihanlardan geçti. Evvelâ malları elinden alındı. Ardından büyük bir zelzele ile çocukları alındı. Daha sonra da vücuduna ağır bir hastalık verildi. Eyyûb -aleyhisselâm- yedi sene, yedi ay, yedi gün süren bu hastalığı boyunca bir kez olsun hâlinden şikâyet etmedi. Hanımı Rahîme Hatun ona:

“–Sen bir peygambersin; duân makbûldür. Duâ et de şifâya kavuş!” dedi.

Eyyûb -aleyhisselâm- ise:

“‒Allah bana seksen sene sıhhatli bir ömür verdi. Hastalığım ise henüz o kadar olmadı. Ancak birkaç senedir muzdaribim. Cenâb-ı Hakʼtan sıhhat istemeye teeddüb ederim!” buyurdu.

Ne zaman ki hastalığı, kulluk vazifelerini gönül huzuruyla îfâ edebilmesine mânî olmaya başladı, o zaman Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulundu. Allah Teâlâ da onun bu müstesnâ sabır ve teslîmiyeti neticesinde, kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa hepsini giderdi ve ona eski imkânlarını misliyle iâde etti.

Allâh’ın en sevgili kulu olan Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise yetim doğdu, öksüz büyüdü. Yedi evlâdından altısını kendi elleriyle defnetti. Peygamberlik vazifesinde, müşriklerin nice ezâ, cefâ ve ambargolarına mâruz kaldı. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“…Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım…” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

Kâbeʼde namaz kılarken üzerine işkembe atıldı, geçeceği yollara dikenler döküldü. Tâif’te taşlandı. Uhud’da yaralandı, en seçkin sahâbîlerinden Musʻab bin Umeyr ve çok sevdiği amcası Hazret-i Hamza başta olmak üzere 70 güzîde sahâbîsi gözlerinin önünde şehîd edildi. Binbir emek vererek yetiştirdiği güzîde talebeleri Recî ve Biʼr-i Maûneʼde ihânete uğrayarak katledildi.

Yani en büyük çileler, Allâhʼın Habîbi olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in başından geçti. Fakat çektiği çilelerin hiçbiri, Oʼnun metânetini ve gönül huzurunu bozamadı. O, bütün bu çile ve ıztıraplar karşısında dâimâ;

“Yâ Rabbi, Sen bana gazaplı değilsen, başıma gelecek hiçbir şeye aldırmam!” niyâzında bulundu. (Bkz. İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35)

“Göz ağlar, kalp de mahzun olur, ancak biz Rabbimizʼin râzı olacağı sözden başkasını söylemeyiz!..” diyerek her hâlükârda Allâhʼa tevekkül ve teslîmiyet gösterdi. (Bkz. Buhârî, Cenâiz, 44; İbn-i Sa’d, I, 138)

“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” deyip sabretti. (Bkz. Buhârî, Rikāk, 1)

Yani Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nice ezâ ve cefâya mâruz kalmasına rağmen, hiçbir zaman hâlinden şikâyet etmedi. Gül yüzünden tebessümü, mübârek dilinden hamd ü senâyı hiç eksik etmedi. O’nu hiç kimse, asık bir yüzle, çatık bir kaşla görmedi. Bilâkis O, her ahvâlde İslâm’ın güler yüzünü sergileyerek ümmetine emsalsiz bir örnek şahsiyet oldu.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Bu haber mâlûmu olsun sâmiin;
Şemʼe olmaz ihtiyacı câmiin.
Hâlık onun emrini tedbîr eyledi,
Zikr u tesbîh ile tâmîr eyledi…

[Hüdâyî Hazretleri bu mısrâlarında şöyle sesleniyor:

“Bu haber, dinleyenlerin mâlumu olsun ki câmilerin asıl ihtiyacı, mum veya kandillerle aydınlanmak değildir. Yüce Yaratıcımız; câmilerin asıl îmar ve ihyâ işini, zikir, tesbîh, namaz ve niyâz ile (kendisine yönelen müʼminler vesîlesiyle) çekip çevirmektedir.”

Hakîkaten câmilerin maddî îmârı gibi mânevî îmârı da son derece mühimdir. Kurʼân-ı Kerîmʼdeki:

“Allâh’ın mescitlerini ancak Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler mâmur eder. İşte doğru yola ermişlerden olması umulanlar bunlardır.” (et-Tevbe, 18) âyet-i kerîmesinin bir mânâsının da; cemaate devam etmek sûretiyle o mescitleri mânen de îmâr etmek olduğunu unutmamak gerekir.

Nitekim zaman içinde cemaatsizlik sebebiyle nice mescit kaybolmaya mahkûm olmuştur. Bunun en büyük vebâli de, o mescitlerin civârında oturduğu hâlde mâzeretsiz olarak cemaate iştirâk etmeyenlerin boynunadır.

Unutmayalım ki bizim şanlı ecdâdımız, merkezlerde büyük câmiler yapmış, etrafını da medrese, kütüphane, aşhâne, hamam, sebil gibi muhtelif hayır müesseseleriyle donatmışlardır. Fakat merkeze uzak olan mahalle aralarında da çok kısa mesafelerle ufak ufak mescitler inşâ etmişlerdir ki, elektriğin olmadığı o zamanlarda, müslüman ahâlî yatsı ve sabah namazlarında da cemaatten mahrum kalmasın…

İşte ecdâdımızın beş vakit cemaate devam hususunda sergilediği bu hassâsiyete bugün son derece muhtacız. Zira toplum olarak ilâhî rahmet, nusret ve bereketi üzerimize celbetmek istiyorsak, hep beraber Cenâb-ı Hakkʼa yönelmek zorundayız.

Meşhur rivâyettir:

“‒Bu ümmetin hâli ne vakit düzelir?” diye sorulduğunda, istiklâl şâiri Mehmed Âkif şu mânidar cevâbı verir:

“‒Cuma namazına gelen cemaat, sabah namazına da gelmeye başladığı zaman!..”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, beş vakit namazın cemaatle kılınması hususunda büyük bir gayret gösterir, mescide girince ashâbını gözden geçirir, mâzeretsiz olarak cemaate gelmeyenler için muhtelif îkazlarda bulunurdu.

Übey bin Kâ‘b -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün bize sabah namazını kıldırdı ve:

«–Filân kimse namaza geldi mi?» diye sordu.

«–Gelmedi.» dediler.

«–Filân geldi mi?» diye sordu. Yine:

«–Gelmedi.» dediler. Bunun üzerine:

«–İşte bu iki namaz (yatsı ve sabah), münâfıklara en ağır gelen namazdır. Bunlarda ne kadar çok ecir ve sevap olduğunu bilseydiniz, diz üstü emekleyerek de olsa cemaate gelirdiniz…» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Salât, 47/554)

Âmâ sahâbî Abdullah ibn-i Ümmi Mektûm -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlâllah! Medîne’nin zehirli haşereleri ve yırtıcı hayvanları çoktur. (Ben bu hayvanların zarar vermesinden korkarım, benim cemaate çıkmayıp evde namaz kılmama izin var mı?)” diye sordu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Hayya ale’s-salâh ve hayya ale’l-felâh’ı işitiyorsan, durma mescide gel.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Salât, 46/553)

Yani Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her ne durumda olunursa olunsun, imkânları zorlayarak da olsa cemaate iştirâkin ehemmiyetini vurgulamıştır. Harp esnâsında dahî, îcâb eden tedbirleri alarak namazın cemaatle kılınması gerektiği de âyetle sâbittir.[2] Bunun için bir müslüman, ezan okunduğunda âdeta hayatı durdurup cemaate koşmalıdır.

Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anh-, bir gün çarşıda dolaşırken namaz vakti gelmişti. Müslümanların ezanı duyar duymaz tezgâh ve dükkânlarını kapatarak câmiye gittiklerini gördü. Bunun üzerine şöyle dedi:

“–Allah Teâlâ’nın;

«Öyle erler vardır ki, onları ne bir ticaret ne de bir alışveriş Allâh’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.» (en-Nûr, 37) diye medhettiği kimseler işte bunlardır.” (İbn-i Kesîr, Tefsîr, III, 306; Heysemî, VII, 83)

Ayrıca cemaate devam etmek, îmanda sadâkatin de bir göstergesidir. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Bir şahsın mescide devam ettiğini görürseniz, onun îmanlı biri olduğuna şâhitlik ediniz.” buyurmuştur. (Tirmizî, Îmân, 8/2617)

Sırf bu güzel şâhitliğe nâil olabilmek bile, beş vakit namazı câmide edâ etmek için kâfî bir sebeptir. Üstelik cemaatle namaza devam edenlere müjdelenen lûtuflar yalnızca bundan ibâret de değildir. Nitekim müʼminin câmiye giderken attığı her adım başına bir sevap verileceği, bir günahının da bağışlanacağı bildirilmektedir. Ayrıca hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulmaktadır:

“Kim ilk tekbire ulaşarak kırk gün cemaatle namaz kılarsa, ona iki berât verilir. Biri Cehennem’den kurtuluş berâtı, öteki de münâfıklıktan uzak olma berâtı.” (Tirmizî, Salât, 64/241)

Kıyâmet günü Allah Teâlâ:

“‒Benʼim komşularım nerede?” diye soracak.

Melekler:

“–Senʼin komşuların kimlerdir yâ Rab?” diyecekler.

Allah Teâlâ da:

“–Mescitlerimi îmâr edenler (yani cemaatle namaza devam edenler.)” buyuracak. (Ali el-Müttakî, VII, 578/20339)

Cemaatle namaz hususunda söylenecek son söz, her mü’minin kalbinin mescitlere bağlı olması gerektiğidir. Zira kıyâmet gününde hiçbir gölgenin bulunmadığı o dehşetli mekânda ilâhî bir gölge ile taltîf edilecek yedi sınıf kimseden biri “Rabbine kulluk ederek temiz bir hayat içinde serpilip büyüyen genç”tir, bir diğeri ise “kalbi mescitlere bağlı müslüman”dır.[3]

Bunun için bilhassa ümmetin istikbâli demek olan evlâtlarımızı, daha küçük yaşlarından itibâren, sevdirerek, iltifat ederek, küçük hediyeler vererek namaza teşvik etmeli, fakat bununla yetinmeyip onları muhakkak câmi ve cemaate de alıştırmalıyız. Tabiî ki bu hususta onlara evvelâ kendimiz güzel bir örnek olmalıyız. Zira çocuklar, anne-babalarının dediklerinden ziyâde, yaptıklarını yapmaya meyillidirler.]

Hüdâyî Hazretleriʼnin Cenâb-ı Hakkʼa bir niyâzı şöyledir:

يَسَّرَ اللّٰهُ الْكَر۪يمُ الْمُسْتَعَانُ

رُؤْيَتَ الْاَوْلَادِ ف۪ي دَارِ الْجِنَانِ

“Ey kullarına yardım eden, kerem sahibi Allâh’ım! Evlâtlarımızı Cennet evinde görmeyi bizlere nasip ve müyesser eyle!”

[Evlâtlar, anne-babaya verilen ilâhî emânetlerdir. Nebevî ifadesiyle çocuklar; “gönül meyveleri” ve “cennet çiçekleri”dir. Yani çocuklar, Cennet’e lâyık bir sâfiyetle dünyaya gelirler. Fakat anne-babalar, çocuklarının mânevî terbiyelerini ihmâl ederlerse, o Cennet kuşlarını -Allah korusun- yanlış bir yere uçuruverirler!

Âyet-i kerîmede; “şeytanın mallara ve evlâtlara ortak olacağı” ifade ediliyor. (Bkz. el-İsrâ, 64)

Mânevî terbiyesi ihmal edilen bir evlâdın, sırf biyolojik anne-babası olmak, kâfî gelmiyor. Zira çocuğun rûhunu şeytan ve avenesi emziriyorsa, dimağını ehl-i küfür besliyorsa, gönlünü gaflet ve mâsiyetler işgal ediyorsa, neticede çocuk, onların evlâdı oluyor. Nesiller öz kimliklerinden uzaklaşıyor, din ve medeniyetlerine yabancılaşıyor. İstikâmetlerin ayrıldığı bu merhaleden sonra, biyolojik yakınlığın da hiçbir kıymeti kalmıyor.

Bu itibarla âhirete îman etmiş her anne-babayı, hem kendilerinin hem de evlâtlarının ebedî âlemdeki meçhul istikbâli, derinden derine düşündürmelidir.

Bu dünyada anne-baba ve evlâtlar, hattâ eş-dost, akraba, konu-komşu, herkes beraberce yaşıyor. Fakat âhirette bir “yevmüʼl-fasl” yani “ayrılık günü” olacak. Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼde o büyük yol ayrımını haber veriyor. Cennet ehline:

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَح۪يمٍ

“Onlara merhametli Rabbʼin söylediği selâm vardır.” (Yâsîn, 58) buyurarak, o bahtiyar kullarını, büyük bir ikram ve iltifatla Cennetʼine dâvet edeceğini bildiriyor. Fakat belki aynı âile veya sülâleden gelen, aynı toplumda yaşamış olan mücrimlere ise Cenâb-ı Hak:

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” (Yâsîn, 59) buyrulacağını haber veriyor. Yani dünyadaki nice zâhirî beraberlik, orada son bulacak. Orada belki nice karı-koca birbirinden ayrı düşecek. Nice evlâtla anne-baba, farklı yolların yolcusu olacak. Dünyada beraber yaşayanların bir kısmı Cennetʼe, bir kısmı ise Cehennem’e gidecek.

İşte o gün ebedî bir hicran acısı yaşamamak için, bugün hem kendi istikâmetimize dikkat etmeli, hem de evlâtlarımızın, küçük yaşlarından itibâren mânevî terbiyeleriyle yakından alâkadar olmalıyız.

Îmanlı, ahlâklı ve asil bir nesil yetiştirmek, her müʼminin derdi olmalıdır. Hasan-ı Basrî Hazretleri buyurur:

“Müslüman bir kul için; çocuklarını, torunlarını ve akrabalarını Allâh’a itaatkâr görmekten daha sevimli bir şey yoktur.”

Dolayısıyla en merhametli anne-baba, evlâtlarının yalnızca dünyevî istikballerini değil, esas hayat olan ebedî istikballerini kurtarabilmenin derdinde olanlardır.

“Evlâdımın dünyevî istikbâli parlak olsun, iyi bir meslek edinsin de âhiretini nasıl olsa kurtarır!” şeklinde gâfilâne bir düşünce, bir mü’mine aslâ yakışmaz.

Rahmetli babamız Mûsâ Efendi buyururdu ki:

“Evlâdına; Allah Teâlâ’yı ve Peygamber Efendimiz’i öğretmeyen, sevdirmeyen anne-babalar, onların hem dünya hem de âhiret kâtili sayılırlar. Evlâdına dînini öğretmeyen ana-babalar, dünyanın en merhametsiz insanlarıdır.”

Bugün maalesef bir mâneviyat fukarâlığı başladı. Çocuklarının dünyevî istikbâlini ebedî istikbâlinden daha önemli görme gafleti, bazı dindar âilelere bile sirâyet etti.

Görüyoruz; üniversite imtihanlarında anne-baba da gidiyor, saatlerce kapıda bekliyor, “Çocuğum kadar heyecanlıyım.” diyor. “Acaba yapabilecek mi, kazanabilecek mi?” diye telâşlanıyor.

Sormak lâzım: “Peki sen, çocuğunun mâneviyâtı için ne kadar telâşlanıyorsun? Evlâdının dünyası için duyduğun endişeyi, âhireti için de duyuyor musun? Bu uğurda ne kadar emek veriyorsun?!.”

Unutmayalım ki çocuklarımıza verebileceğimiz en büyük hediye, güzel bir terbiyedir; onlara bırakabileceğimiz en kıymetli mîras da âhiret mîrâsıdır, yani İslâm şahsiyet ve karakteridir. Bu mîrâsı bırakabilen anne-babalar, ömürlük bir teşekküre lâyıktırlar.]

Cenâb-ı Hak evlâtlarımızı ibadet neşvesi içinde yetişip serpilen sâlih veya sâliha kullarından eylesin. Onları, bizlere sadaka-i câriye ve hayru’l-halef kılsın.

Âyet-i kerîmedeki; “Îmân eden ve nesillerinden gelenler de îmanda kendilerinin yoluna uyanlar (var ya)! İşte Biz, onların nesillerini de kendilerine kattık…” (et-Tûr, 21) müjdesine nâil olarak, Cennet’te sevdiklerimizle haşr u cem olunmayı, cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Kırk günlük kara kış mânâsına gelen “erbaîn” tâbiri, tasavvufta kırk gün bir çilehâneye kapanarak riyâzat ve mücâhede ile nefsânî arzuları bertaraf edip rûhâniyeti inkişâf ettirmek için kendini ibadet ve tefekküre vermek demektir. Bazı tarîkatler, nefis terbiyesi ve mânevî tekâmül için “erbaîn” veya diğer tâbiriyle “çile”ye girmeyi bir metot olarak kullanmışlardır. Nitekim beyitlerinde bu tasavvufî usûle telmihte bulunan Hüdâyî Hazretleriʼnin de Üsküdar Küçükçamlıcaʼdaki Hüdâyî Vakfıʼnın bahçesinde, bugüne kadar ulaşan bir Çilehâneʼsi bulunmaktadır. Nakşî tarîkında ise belli bir süreliğine de olsa halktan uzaklaşarak inzivâya çekilmek yerine, bütün cihânı bir çilehâne kabûl ederek halk içinde Hak ile beraberlik demek olan “halvet der encümen” düsturuyla yaşamak tercih edilmiştir.

[2] Bkz. en-Nisâ, 102.

[3] Bkz. Buhârî, Ezân 36, Zekât 16, Rikāk 24; Müslim, Zekât, 91.