Ahlâkın İmtihanı

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yıl: 2016 Ay: Ocak Sayı: 131

GÜZEL AHLÂK

Ebu’l-Hüseyn en-Nûrî der ki:

“Tasavvuf ne şekil, ne de bir ilimdir; o sadece güzel ahlâktan (ve irfandan) ibarettir. Eğer şekil olsaydı mücâhedeyle, ilim olsaydı öğrenmekle tahsil edilirdi. Bu sebeple sırf şekil ve ilim, maksada ulaştıramaz. Tasavvuf, Hakk’ın ahlâkına bürünmektir.”

Tasavvuf denilince; İslâm’ın ihsan, zühd ve takvâ ile zâhir ve bâtınıyla kâmilen yaşanması maksuttur.

Bu mefhumların hepsi, kalpten neş’et edip, zâhire akseden hasletlerdir. Takvâ, tâc ile hırkada değil, kalptedir. Güzel ahlâk da, süslü sözlerde ve yaldızlı tavırlarda değil, gönüldedir. Zâhirdeki güzellikler, ancak o güzelliklerle müzeyyen bir gönülden taşarak vücuda geldiklerinde Hak katında kıymet ifade ederler. İnsanlar zâhiri görür; «Güzel ahlâklı.» der; fakat Allah Teâlâ, kalplerin içinden haberdardır. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Allah, sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz! Fakat sizin (ihlâs ve takvâ bakımından) kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34)

Kalpteki duygular, çeşitli imtihanlarda kendini ortaya koyar.

Meselâ; sabır, musîbetin vurduğu ilk anda kendini gösterir. İlk anda sabır gösterememiş kişinin, hâdise soğuduktan sonra sabrettiğini düşünmesi veya ifade etmesi boştur.

Tavizsiz bir îman; zulümler, maddî-mânevî işkenceler ve menfaat çatışmaları karşısında belli olur.

İffet, haram ile gözlerden uzak bir şekilde karşı karşıya kalınınca keyfiyetini gösterecektir.

Af ve müsamaha, hiddet ve kudret ânında gösterilebilirse ehemmiyet ifade eder.

Gerçek güzel ahlâk, böyle imtihanlardan geçebilmiş hasletlere sahip olmaktır. Hâdiselerin, şartların değişmesi karşısında muvâzeneyi kaybetmemek, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in temsil ettiği îtidâli sergileyebilmek demektir.

Bu sebeple güzel ahlâk; ancak Cenâb-ı Hak’tan korkmak, O’nu çok sevmek ve O’nu çokça zikretmekle elde edilebilir.

Hazret-i Mevlânâ, insanın sîret ve sûretinin birbirini tutmayabileceğini ve gerçek güzel ahlâkın ancak imtihan ile ortaya çıkacağını şöyle bir hikâye ile anlatır:

BİR PADİŞAHIN İKİ HİZMETKÂRI

Bir padişahın iki yeni hizmetkârı olmuştu. Onların hâlet-i rûhiyelerini anlayabilmek için ilk önce birinci hizmetkâr ile sohbete başladı.

Padişahın sorularına, hizmetkâr, öyle cevaplar veriyordu ki başkaları bu cevapları ancak uzun uzun düşündükten sonra verebilirdi. Padişah bu hizmetkârı; anlayışlı, zeki ve tatlı dilli görünce memnun oldu. Diğer hizmetkârı da yanına çağırdı.

İkinci hizmetkâr, padişahın huzûruna geldi. Rahatsızlıktan dolayı ağzı kokuyordu ve dişleri de bakımsızlıktan kapkara idi. Padişah, bu hizmetkârın zâhirî durumundan pek hoşlanmamakla birlikte, onun hakkında bilmediği hâl ve vasıfları öğrenmek ve onun sırlarına vâkıf olmak için kendisiyle sohbete başladı:

“–Bu ne hâl? Önce ağzının derdine bir şifâ bulalım. Sen sevimli bir kişisin, biz de hünerli bir hekimiz. Seni hor görmek ve gözden düşürmek bize yakışmaz. Şöyle otur, bir-iki hikâye söyle de aklının derecesini anlayayım.”

Padişah bu iki hizmetkârının zâhirî hâllerini görmüştü. Şimdi ise iç yüzlerini anlamak için plânladığı imtihanı tatbik etmeye başladı:

Zâhiri düzgün olan ilk hizmetkârı yıkanması için hamama gönderdi.

Arkadaşı gittikten sonra, konuşturmak istediği ikinci hizmetkâra şu sözleri söyledi:

“–Arkadaşın, senin hakkında kötü şeyler söyledi. Fakat görüyorum ki, sen onun söylediği gibi değilsin. O hasetçi, neredeyse bizi senden soğutuyordu. Arkadaşın senin hakkında;

«O hırsızdır, doğru adam değildir, kötülerle düşer kalkar, iffetsizdir.» dedi. Sen onun hakkında ne dersin?”

İkinci hizmetkâr bu sözler karşısında gayet sakin şu cevapları verdi:

“–İyi düşünen, doğru söyleyen o arkadaşa, eğri diyemem. Bilâkis onun sözleri sebebiyle kendimde böyle kusurların olabileceğini düşünüp hâlimi ıslaha çalışırım. Padişahım! Belki de o, bende benim farkına bile varamadığım birçok ayıplar görmüştür.”

Padişah daha da üsteledi:

“–O senin kusurlarını anlattığı gibi, sen de onun kusurlarını anlat.”

Hizmetkâr samimî idi:

“–Padişahım! O benim gerçekten hoş bir arkadaşım olmakla beraber kusurlarını söylememe benim gönül dünyam mânîdir. Onun için, ancak ben şunları söyleyebilirim ki; onun kusuru, bence kusur değil, fazîlettir. O, sevgi, vefâ ve insanlık nümûnesidir. Onun hâli; doğruluktur, zekâdır, dostluktur. Onun bir sıfatı da; cömertliktir, düşkünlere yardımda bulunuştur. O öyle cömerttir ki, gerekirse canını bile verir. Kader arkadaşımın bir vasfı da, kendini beğenen bir kişi olmamasıdır. O herkesle iyidir, fakat kendi nefsine karşı kötüdür.”

Padişah, iyice emin olmak istiyordu. Daha da sıkıştırdı:

“–Arkadaşını methetmede pek ileri gitme, onu överken de kendini övmeye kalkışma. Çünkü; ben onu imtihana çekerim de, sonra sen utanırsın.”

Hizmetkâr bunun üzerine şunları söyledi:

“–Hayır. Onu övmekte ileri gitmedim. O dostumun bütün huyları, söylediklerimden kat kat daha fazladır. Kader arkadaşımın vasıfları hakkında, bildiklerimi söyledim. Fakat, ey kerem sahibi padişahım! Söylediklerime sen inanmıyorsun, ben ne yapayım? İç dünyam, benim böyle söylememi îcâb ettiriyor.”

Öbür hizmetkâr hamamdan dönünce, padişah onu huzûruna çağırttı. İmtihan edilme sırası ondaydı. Dedi ki:

“–Sıhhatler olsun. Fakat, arkadaşının söylediği kötü huylar sende olmasaydı ne güzel olurdu!”

Hizmetkâr derhâl öfkelendi ve dedi ki:

“–Padişahım! O densizin benim hakkımda anlattıklarından birazcığını lütfen söyle…”

Padişah imtihan için uydurdu:

“–O, önce senin ikiyüzlülüğünü anlattı. Senin görünüşte devâ, hakikatte belâ olduğundan bahsetti.”

Az önce çok olgun görünen hizmetkârın; şimdi ise öfke denizi kabarmış, ağzı köpürmüş, yüzü kızarmıştı. Masum arkadaşı hakkında açtı ağzını, yumdu gözünü:

“–O önceden bana dost idi, fakat ağzı bozuktu. Kıtlıkta kalmış köpek gibi, pek çok zaman pislik yerdi.”

Arkadaşını çekiştirmek için, hizmetkâr böyle çan çan ötmeye ve aslında kendi iç âlemindeki çirkinlikleri ortaya dökmeye başladı. Bunun üzerine padişah; «Artık yetişir!» diyerek, elini onun ağzına götürdü ve ona hitâben şöyle dedi:

“–Bu imtihan sayesinde, ikinizin arasındaki farkı görmüş oldum.

Onun sadece maddî bir rahatsızlıktan dolayı ağzı kokuyor fakat senin ise rûhun kokmuş! Ey rûhu kokmuş kişi, sen uzakta dur. Arkadaşın sana âmir olacak, sen de onun emrinde bulunacaksın. Ondan edep, insanlık ve konuşmayı öğren! Onun fazîletinden ibret al. Hasedi terk et. Sen bu hased ile, beline taş bağlanmış bir zavallı kişisin; bu taşla ne yüzebilir ne de yürüyebilirsin.”

Hazret-i Mevlânâ’nın anlattığı imtihanlar; aslında her insanın karşısında, gün be gün kader plânında çıkıp durmaktadır.

İMTİHAN DÜNYASI

Cenâb-ı Hak; cennetine davet ettiği insanı da dünya imtihanları içinde denemekte, onda kalb-i selîm olup olmadığını, kendisinin de görmesini sağlamaktadır.

Bu sebeple âyet-i kerîmede imtihanlara dikkatimiz çekilmiştir:

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece; «Îmân ettik!» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?

And olsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir.

Elbette;

Allah; doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.

Yoksa kötülük yapanlar, bizden kaçabileceklerini mi sandılar?

Ne kadar kötü (ne yanlış) hüküm veriyorlar!” (el-Ankebût, 2-4)

Bu âyet-i kerîmelerdeki imtihan etmek fiili, «fitne» kelimesiyle ifade edilmiştir ki, bunun aslı; «altın olup olmadığını anlamak üzere bir madeni ateşe maruz bırakmak» demektir.

Böylece aslı altın olmadığı hâlde, yaldızla altınmış gibi gösterilen yahut az bir altına karıştırılan maddeler; bu ateş imtihanı neticesinde hakikî altından ayrılmış olur.

Başa gelen sıkıntılar; îmânımızı, tevekkülümüzü, sabrımızı, metânetimizi, dostluğumuzu, kardeşliğimizi, sadâkatimizi, ez-cümle, güzel ahlâkımızı imtihan eder.

Bu hakikatledir ki;

Enbiyâ ve evliyâ hazerâtı, başlarına gelen belâlara sabır ve tahammül gösterir; bu imtihanları, kalplerinin Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşmasına vesile addederler. Çünkü imtihanlardan muvaffak çıktıklarında, Allâh’a yakınlaşmaları artar.

Kıssanın bir hissesi de insanın sarf ettiği sözlerin, kendisinin asıl hüviyetini ortaya koymasıdır.

LİSÂNIN SIRRI

Hazret-i Mevlânâ der ki:

“İnsanın asıl hüviyeti, dilinin altında gizlidir. Şu dil, insanın iç âleminin sergisidir.

Bir rüzgâr perdeyi kaldırınca, evin içerisi görünür. Yani tanımadığımız bir kimse; durum îcâbı bir-iki söz söyleyince, rûhunu örtmüş olan perde açılır da, onun içyüzü, gönül âlemi âşikâr olur ve onun nasıl bir şahsiyet ve karakter sahibi olduğu sergilenir.

O gönül âlemi inci ile mi yoksa buğdayla mı dolu? Orası, gönle ferahlık bahşeden bir gülistan mı yoksa sadece bir enkaz mezbeleliği mi? Orası bir mücevher hazinesi mi yoksa yılan ve akrep yuvası mı, meydana çıkar.”

Kıssanın bir hissesi de, beşerî münasebetlerin en büyük zehiri olan haset belâsı hakkındadır. İnsanı gıybet, iftirâ, fitne ve fesâda sevk eden en büyük belâ, kalpteki hasettir.

HASET BELÂSI

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Size eski ümmetlerin hastalığı sirâyet etti: Bu, haset ve buğzdur. Bu kazıyıcıdır (yok edicidir). Bilesiniz; kazıyıcı (yok edici) derken saçı kazır demiyorum. O dîni kazıyıcıdır (yok eder)…” (Tirmizî, Sıfatu’1-Kıyâme, 57)

“Birbirinize kin tutmayınız, hased etmeyiniz, sırt dönmeyiniz ve ilginizi kesmeyiniz. Ey Allâh’ın kulları, kardeş olunuz.” (Buhârî, Edeb, 57)

Haset; ilâhî taksim neticesinde, başkalarına lutfedilen nimetlere kalben îtirazdır. Kalplerde, nimet sahiplerine karşı duyulan kıskançlıklar, haset hastalığının başladığını, hattâ ilerlediğini belirten ilk alâmetlerdendir ve aynı zamanda kadere isyan suçudur.

Hazret-i Mevlânâ îkaz eder:

“Ey bu dünyaya râm olan, iç dünyasını ziyan eden gafil! Bilmiyor musun ki, ölüm gününde bu duyguların hiç birisini düşünemezsin. O anda hasetlikten vazgeçsen bile bir işe yaramaz. Mezarda bu gözlere toprak dolar.

Ancak sen, temiz bir rûha sahip isen, gönlün sana yoldaş olur. Onun için kendine bir bak! Mezarını aydınlatacak rûhanî bir nûrun, feyiz taşan bir gönül gözün var mı?

Sen, sana emânet edilen cevheri; yani o ölümsüz rûhun cevherini elde etmeye çalış. Onun için fazîlet sahibi olmaya gayret edip ihtiras ve hasetten uzakta dur. Yine çokça hayır-hasenâtta ve amel-i sâlihlerde bulun ki o güzelliklerle Hakk’ın huzûruna varasın.”

“Şunu iyi bil ki; gösterişli, güzel, iyi bir yüz, kötü huyla bir araya gelirse bir değer ifade etmez. Yani kötü bir iç dünya, yapmacık hareketlerle saklanamaz. O sîret, o sûretin bir maske olduğunu ortaya koyar.

Bir kimsenin sûretine değil sîretine, yani gönül âlemine nazar et. Zira, bir kimseyi zirveleştiren ancak onun güzel huyu ve yüksek ahlâkıdır.

Bilmiş ol ki; bu görülen maddî şekil, yani beden yapısı fânîlik deryâsında kaybolacak, güzelliği yok olup gidecektir. Fakat, mânâ âlemi ebedî kalır; ölümsüzdür. O, rûhunu terbiye etmiş fazîletli kişinin fânî cesedi toprak olduktan sonra da, o güzel hayatının hâtıraları ile gönüllerde hayâtiyeti devam eder. Onlar mâzî de olmazlar.”

Kıssada, her iki kişi de diğerini anlatırken kendi hasletlerini anlatmışlardır. Güzel şeyler söyleyen kişi tab‘ını ortaya koyarken, çirkin sözler söyleyen de kin ve nefretini kusmuştur.

Gözümüz kalbimize bir gözlük mesabesindedir. Esas gören, kalptir.

Bu sebeple;

Peygamber Efendimiz’i Hazret-i Ebûbekir gördü, hayran oldu, yanında bile hasret kaldı.

Diğer taraftan Ebû Cehil de Efendimiz’i seyretti. Fakat O’nu göremedi, ancak kendi gönül âlemindeki kirleri ve pislikleri gördü.

Velhâsıl;

Herkes kendi gönlündeki hissiyatı ile görür. Göz, sadece bu görüşe gözlük vazifesi yapmaktan başka bir şey değildir.

Hazret-i Mevlânâ buna da temas eder:

“Ey insan, hasedinden dolayı başkalarına isnâd ettiğin huylar aslında senin kendi kötü huyunun aksetmesidir. O sensin, kendi aynanda gördüklerini karşındakine izâfe ediyor, sen kendini anlatıyor ve yaralıyorsun; lânet ipliğini, kendine, kendin dokuyorsun.”

İnsan, dâimâ kusuru nefsinde aramalıdır. Başkalarının ayıplarıyla uğraşmamalıdır. Bu, kişiyi kendini ıslah faaliyetinden alıkoyar. Gıybet de ekseriyâ nefsin, kendi kusurlarını gizlemek ve kendine pay çıkarmak için başkalarının ayıplarını ortaya koyma çirkinliğidir. Başkasının ayıbını anlatmak; «Bende bu kusur yok! Ama onda var! Ben ondan üstünüm!» demektir. Hâlbuki bunun kendisine faydası yoktur.

Cenâb-ı Hak, kullarının kusurunun aranmasını istemiyor ve şöyle buyuruyor:

وَلَا تَجَسَّسُوا

“…Tecessüste bulunmayın!… (kimsenin ayıbını araştırmayın.)” (el-Hucurât, 12)

Tecessüste bulunup da gıybet ve kardeşini küçümseme hastalığına dûçâr olanları ise Cenâb-ı Hak şöyle ikaz etmektedir:

وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ

“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay haline!” (el-Hümeze, 1)

Tecessüs, gıybet ve benzeri hastalıkların kökü kalptedir. Hazret-i Mevlânâ der ki:

“Ey kardeş, sen, tefekkür ile hayat bulmalısın.

Bedenin, kemik ve etten ibâret, hayvanlarda da aynı. Eğer tefekkürün gül ise, sen gül bahçesindesin. Yani dünya cennetindesin. Tefekkürün diken ise, külhan kütüğüsün.”

Yine ikaz eder:

“(Başkasında gördüğün) o kötülüğü sen, kendi iç dünyanda göremiyorsun. Görecek olsaydın başkalarına değil, kendi nefsine candan ve gönülden düşman kesilirdin.

Eğer sen, Allah nûru ile baksaydın; kötülük husûsunda başkasını ayıplar, başkasının kusurlarını görür de gaflete düşer mi idin?

Ey hüzün ve keder sahibi zavallı kişi; yavaş yavaş, azar azar, nûra yaklaş ki, nâr, yani ateş olan nazarın nûra çevrilsin, başkalarında ayıp ve noksan göreceğin yerde kendi iç âlemini seyret. Kendini ihyâ et ki gönlün mezbeleliklerden temizlensin.”

Rabbimiz, bizleri kalplerini güzel ahlâk ile müzeyyen kılabilenlerden eylesin. Hayatın her türlü imtihanı karşısında; söz ve davranışlarımızı, rızâ-yı şerîfi ile te’lif buyursun.

Âmîn!..