Abdülkâdir Geylânî (rahmetullâhi aleyh) -10-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2018 – Aralık, Sayı: 394, Sayfa: 032

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Ey Allâh’ın nîmetleri içinde yüzüp duranlar! Hani sizin şükrünüz? Ey nîmetlerini Allah’tan bilmeyip fânîlerden bilenler! Siz, kâh olur O’nun nîmetlerini başkasından bilir, kâh olur sırf kendinizden bilir, onlara kendi gücünüzle nâil olduğunuzu sanarak, aslında hiç de sahip olmadığınız birtakım güçlere mâlik bulunduğunuzu zannedersiniz. Hattâ kimi zaman, o nîmetleri Allâh’a karşı günah işlemekte kullanırsınız… (Bu nasıl kulluktur, nasıl şükürdür!?)”

[Gerçek şükür, nîmetlerin asıl sahibinin dâimâ Cenâb-ı Hak olduğunu bilmektir. O’na kalben ve kavlen teşekkür hâlinde bulunmaktır. Ayrıca ihsân ettiği nîmetleri rızâsı istikâmetinde kullanmak sûretiyle, bunu fiilen de ifade etmektir.

Şükrün zıddı olan nankörlük ise, bütün nîmetlerin Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu olduğu hakîkatini görmezden gelerek; “Ben başardım, ben kendi gücümle kazandım…” gibi düşüncelerle nefsâniyeti palazlandırmaktır. Yani nîmetleri nefsine mâl etmek ve muvaffakıyetleri kendinden bilmektir. Bu gaflet içinde, nîmetleri günah ve mâsıyetlere sarf etmektir.

Kul, şükür veya nankörlükten hangisini tercih ederse etsin, Cenâb-ı Hakk’a ne bir fayda ne de bir zarar verebilir. Fakat kendisi gerek dünya hayatında, gerekse kabirde, kıyamette, hesap gününde, velhâsıl ebedî hayatta bu tercihinin karşılığını mutlaka görecektir. Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz Biz ona (insana, doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör!” (el-İnsan, 3)

“…Eğer şükrederseniz elbette size (nîmetimi) artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azâbım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 7)

Farkında olduğumuz ve olmadığımız bütün nîmetleri için Cenâb-ı Hakk’a şükretmemiz îcâb eder. Lâyıkıyla tefekkür edebilsek hemen idrâk ederiz ki, her an Rabbimiz’in sayısız nîmetleriyle perverde hâldeyiz.

Kânûnî Sultan Süleyman ne güzel söylemiş:

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi…

Gerçekten de sıhhat ve âfiyet üzere geçen her an ve her nefes, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere ne büyük bir ihsân-ı ilâhîsidir. Esâsen bir nefes bile iki şükrü gerektirir; biri alabildiğimizin, diğeriyse verebildiğimizin şükrüdür. Lâkin bunca şükre insanoğlunun ne gücü yeter, ne de bu şekilde hayatın tabiî akışını sürdürebilmek mümkün olabilir.

Nitekim rivâyet edildiğine göre Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’a:

“–Yâ Rabbi! Sana şükrüm, Sen’den bana verilen ayrı bir nîmettir ki, o da ayrıca bir şükür ister. (Yani her şükre ayrı bir şükür îcâb eder. Bu da sonsuza kadar gider. O hâlde Sana lâyıkıyla nasıl şükredebilirim?)” der.

Allah Teâlâ da:

“–Her nîmetin Ben’den olduğunu bildiğin vakit, Ben de bu bilgini şükür olarak kabul ederim.” buyurur. (İhyâ, IV, 163)

Yani kullarına son derece merhametli olan Rabbimiz, bütün nîmetlerin Yüce Zât’ından olduğunu bilmemizi “şükür” olarak kabul buyuruyor. Böylece biz kullarına ayrı bir lûtufta daha bulunuyor.

Bu ilâhî lûtuf ve ihsanlara mukâbil insanoğlunun nâil olduğu muvaffakıyetlerden nefsine pay çıkarması, nîmeti kendinden bilmesi, yani sebeplere takılıp asıl Müsebbib’den gâfil kalması, ne kadar abes bir durumdur! Zira tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur…

Ri­vâyete göre Ce­nâb-ı Hak, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a;

“‒Fi­ra­vun’a git; çün­kü o iyi­ce az­dı.” (Tâ­hâ, 24) buyurduğu za­man Mû­sâ -aleyhisselâm-, zâhiren âi­le ef­râ­dı­nı ve da­var­la­rı­nı emâ­net ede­ce­ği bir kim­se ol­ma­dı­ğın­dan;

“–Yâ Rab­bi! Ev hal­kım ve da­var­la­rım ne ola­cak?” de­di.

Bu­nun üze­ri­ne Ce­nâb-ı Hak şöy­le bu­yur­du:

“–Ey Mûsâ! Ben’i bulduktan sonra başka ne istersin? Sen Ben’im emrimi edâya koş! Bana bağlan ve teslîmiyet göster! İstersem, kurdu koyunlarına çoban eder ve meleklerimi de âilene muhâfız kılarım.

Ey Mûsâ! Nedir bu düşündüğün? Annen seni nehre bıraktığı zaman seni kim kurtardı? Bundan sonra seni annene tekrar kim kavuşturdu? Hani sen, birini kazâ ile öldürmüştün de Firavun seni aramaya koyulmuş ve öldürmeye azmetmişti; o vakit seni ondan kim muhâfaza etti?..”

Mû­sâ -aleyhisselâm-, hem bu sözleri dinliyor, hem de her cümlenin sonunda;

“–SEN, SEN, SEN YÂ RABBİ!..” di­yor­du.[1]

Demek ki hiçbir zaman kulluğumuzu, acziyetimizi ve hiçliğimizi unutmamalıyız. Rabbimiz’e karşı aslâ “ben” dememeli, nâil olduğumuz bütün nîmetleri O’ndan bilmeli ve dâimâ; “Her şey Sen’in lûtfundur yâ Rabbi!” demeliyiz. Nitekim ârif zâtlar da; “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan!” demişlerdir.

Hüdâyî Hazretleri’nin Cenâb-ı Hakk’a;

Alan Sen’sin, veren Sen’sin, kılan Sen,
Ne verdinse odur, dahî nemiz var?!.

şeklindeki ilticâsı da, bu hakîkatin diğer bir ifadesidir.

İşte gönüller bu kıvamda olunca, ilâhî nusret, rahmet ve bereket de nasip oluyor. Bu kıvam kaybolduğunda ise Cenâb-ı Hakk’ın yardımı, ihsânı ve ikrâmı da kesiliyor.

Nitekim müslümanların küfre karşı ilk savaşı olan Bedir’de büyük bir zafer nasip olmuştu. Cenâb-ı Hak, müʼminlerin kalbinde, herhangi bir gurur, kibir, enâniyet, zaferi kendinden bilme duygusu meydana gelmemesi için şöyle buyurdu:

(Ey Rasûlüm! O gün) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da Sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, mü’minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı)…” (el-Enfâl, 17)

Demek ki çile ve meşakkatler gibi, nîmet ve muvaffakıyetler de birer ilâhî imtihan vesîlesidir. Şımarıp azgınlığa düşenler imtihanı kaybederken, şükredip o nîmetleri Rabbine daha da yakınlığa vesîle kılmak için gayret edenlerse, kazananlardan olurlar.

Şu Kur’ânî hakîkat, bunu ne güzel ifade etmektedir:

Kendisine muazzam bir dünya saltanatı bahşedilmiş olan Süleyman -aleyhisselâm-, yanındaki müşâvirlerinden, Sebe melîkesi Belkıs’ın tahtını uzak bir mesafeden çok kısa bir sürede getirmelerini istemişti. Âyet-i kerîmede bildirildiği üzere:

“Kitaptan (Allah tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse: «Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm.» dedi. (Süleyman) onu (melîkenin tahtını) yanıbaşına yerleşmiş olarak görünce dedi ki:

«Bu; şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lûtfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük edene gelince, o bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir.»” (en-Neml, 40)

Demek ki Rabbimiz bizi hayırla da şerle de, nîmetle de mahrûmiyetle de dâimâ imtihan etmektedir. Dolayısıyla her hâlükârda uyanık bulunup Rabbimiz’e şükür duygumuzu korumamız elzemdir.]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Ey gâfil! Sen, Allâh’ı ancak nîmet içinde bulunduğun zamanlar seversin. Belâ-musîbet geldiği an ise, sanki Allah senin dostun değilmiş gibi O’ndan kaçarsın.

Kişinin ne olduğu, imtihan sırasında ortaya çıkar. Eğer Allah’tan belâlar-musîbetler geldiği zaman, daha önceki hâlinde sâbit kalabiliyorsan, işte bu takdirde sen O’nu seviyorsun demektir. Yok eğer musibetler gelmeye başlayınca sende değişiklik oluyorsa, yalanın ortaya çıkmış olur. Daha önce kendinde var olduğunu iddiâ ettiğin Allah sevgisinin gerçekte var olmadığı anlaşılır ve o beyânın yıkılır gider.”

[Gerçek bir muhabbetin kantarı fedakârlıktır. Belâ ve musibetler, muhabbetin hâlisiyyetini test eder. Hakîkî muhabbet, zorluklar karşısında dahî kaybolmayan, bilâkis daha da kuvvetlenen muhabbettir.

Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ı gerçekten seven bir kul, her hâlükârda O’na hamd, şükür ve rızâ hâlinde kalabilen kimsedir. Dünyevî bir kazançla şımarmayan veya zarara uğradığında şikâyet ve isyana sürüklenmeyen, her dâim Cenâb-ı Hakk’a kulluk istikâmetini koruyabilen kimsedir.

Râbiatü’l-Adeviyye Hazretleri, kendisine:

“–Gerçek şükür ehli kimdir?” diye sorulunca şu cevabı vermiştir:

“–Gerçek şükür ehli; belâ ve musîbetle imtihan edildiğinde, tıpkı nîmet ve sevinçle imtihan edildiğindeki gibi sevinebilen kimsedir.”

Cenâb-ı Hak biz kullarını her dâim îmanda sadâkat imtihanlarına tâbî tutuyor. Hangi şartlarda olursak olalım, îmânımızda ve kulluğumuzda sebât etmemizi istiyor. Yani ömrümüz boyunca emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmamızı, istikâmet üzere yaşamamızı arzu buyuruyor.

Sâmi Efendi Hazretleri, istikâmet ehli bir mü’minin, ilâhî imtihanlar karşısında sahip olması gereken kalbî dirâyeti şöyle târif buyurmuştur:

“İstikâmet sahibi, dağ gibi müstakîm olmalıdır. Çünkü dağın dört alâmeti vardır:

1) Sıcaktan erimez,
2) Soğuktan donmaz,
3) Rüzgârdan devrilmez,
4) Sel alıp götürmez.”[2]

Demek ki bir mü’min -hepsi de ilâhî birer imtihan olan- hayatın acı-tatlı sürprizleri ve med-cezirleri karşısında sarsılmamalı, kulluk istikâmetinden sapmamalı, Rabbine karşı gönlündeki ubûdiyet, muhabbet ve rızâ kıvamını dâimâ muhafaza etmelidir. Fakat bu, her kalbin kârı değildir. Mârifetullah ve muhabbetullah’tan nasîb almış gönüller, en çetin imtihanlarda bile istikâmetten sapmazken, mânevî terbiye ve tezkiye görmemiş ham nefisler ise, en ufak bir imtihanda dahî tâvize sürüklenmekten kurtulamazlar.

Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmaktadır:

“İnsana nîmet verdiğimiz zaman (Biz’den) yüz çevirip yan çizer. Ona bir de zarar-ziyan dokunacak olsa iyice karamsarlığa düşer. De ki: Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar. Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabbiniz en iyi bilendir.” (el-İsrâ, 83-84)

“İnsan var ya, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nîmet verdiğinde (bunun bir imtihan olduğunu düşünmeden sevinir ve) «Rabbim bana ikram etti.» der. Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise (hüzne gark olur ve) «Rabbim beni önemsemedi.» der.” (el-Fecr, 15-16)

Velhâsıl Rabbimiz bizden; varlıkta-yoklukta, sıhhatte-hastalıkta, sürurda-kederde dâimâ;

“Allâh’ım, her hâlükârda Sana hamd ü senâlar olsun.” diyebilen bir gönül kıvamı istiyor.]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Allâh’ın hakkınızdaki takdîri olarak başınıza gelenleri ötekine-berikine söyleyerek Allâh’ı onlara şikâyet eder duruma düşmeyin. Zira hiç şüphe yok ki böyle bir hareket, size daha çok belâlar getirir.

Siz, Allâh’ın mülkünde O’ndan şikâyetçi olmayın. Bilâkis, sessiz, sâkin ve mütevâzı olarak O’nun huzûrunda durun ve sizin için neler takdir ettiğini ve neler yapacağını sabırla bekleyin. Şerleri hayra tebdîl etmesine sevinin.”

[Gerçek bir îman, ilâhî takdir gereği başa gelen sıkıntılar karşısında şikâyeti unutmayı, dâimâ Rabbine sığınmayı gerekli kılar. Bu itibarla mü’min, bir musîbetle karşılaştığında kendini keder ve ümitsizlik girdabına bırakmaz. Bilâkis ne kadar büyük bir musîbetle imtihan edilirse edilsin;

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ

“Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir!”[3] diyerek, gönül huzurunu korumasını bilir.

Bunun için dünya hayatının ilâhî bir imtihan dershânesi olduğu hakîkatini dâimâ göz önünde bulundurmak gerekir. Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.

Onlar, başlarına bir musîbet gelince; «Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allâh’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz.» derler.

İşte Rab’leri katından rahmet ve merhamet onlaradır. Doğru yola ulaştırılmış olanlar da işte bunlardır.” (el-Bakara, 155-157)

Demek ki sabrın sonu selâmettir. Sabır zordur, lâkin meyvesi çok tatlıdır. Bu dünyada Allah rızâsı için birtakım meşakkatlere, zorluklara, sıkıntılara sabırla tahammül edenler, bunun Allah katındaki mükâfâtını bilselerdi, onlara sıkıntı ve zahmet olarak değil; birer nîmet, lezzet ve saâdet nazarıyla bakarlardı.

Ashâb-ı kirâmdan Fedâle bin Ubeyd -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in talebeleri olan Ashâb-ı Suffe’nin, içinde bulundukları büyük mahrûmiyetlere rağmen, sergiledikleri sabır ve gayretin bir misâlini şöyle nakleder:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına namaz kıldırırken, onlardan bazıları, açlığın verdiği tâkatsizlik sebebiyle ayakta duramayarak yere düşerlerdi. Bunlar Suffe Ashâbı idi. Çölden gelen bedevîler, onların hâline hayret ederlerdi. Allah Rasûlü namazı bitirince, açlıktan bayılanların yanına gelir ve onları tesellî ederek:

«Allah Teâlâ’nın katında sizin için neler hazırlandığını bir bilseydiniz, daha fazla yoksul ve muhtaç olmayı isterdiniz.» buyururdu.” (Tirmizî, Zühd, 39/2368)

Bu itibarla mü’min, başına gelenler sebebiyle hiçbir zaman “üf-of” demeyecek. Şikâyeti unutacak. “Bu da Rabbimin bir imtihanıdır.” deyip sabır ve rızâ ile gönül huzurunu ve metânetini koruyacak.

Düşünecek ki en çok iptilâlar; peygamberler, evliyâullah ve derecelerine göre sâlih kulların başından geçmiştir. Fakat en huzurlu insanlar da onlardır. Allâh’ın Habîbi, Âlemlere Rahmet, İki Cihan Serveri -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatı, ağır çileler ve büyük ıztıraplar manzûmesidir. Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimiz bu hâlini:

“…Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım…” buyurarak ifade etmiştir. (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

Lâkin O’nun hayatında hiçbir zaman bir şikâyet, feryat ve isyan olmadı. Bilâkis O, Cenâb-ı Hakk’a tam bir tevekkül, teslîmiyet ve rızânın derin gönül huzuru içinde ve şükür hâlinde oldu. Hattâ Tâif’te taşlandığı zaman dahî;

“Allâh’ım! Kuvvetimin azlığını, çaresizliğimi, halk nazarında hor ve hakîr görülmemi Sana arz ediyorum.

Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam!

İlâhî! Sen kavmime hidâyet ver; onlar bilmiyorlar.

İlâhî! Sen râzı oluncaya kadar affını diliyorum!” diye niyazda bulundu. (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35; Buhârî, Bed’ül-Halk, 7)

Rahmetli pederim Mûsâ Efendi de, Medîne-i Münevvere’de Sami Efendi Hazretleri’nin ağır bir prostat rahatsızlığı geçirmesine rağmen bir kere olsun “üf-of” demediğini, dâimâ derin bir sükûnet içinde bulunduğunu söylemişti. Hattâ onun bu müstesnâ metâneti karşısında doktorunun bile hayret ederek;

“–Ben hastayı tedavi etmeye gittiğimi zannediyordum, fakat o beni tedavi etti.” dediğini nakletmişti.

Diğer taraftan bir mü’min, çile ve musîbetleri, mânevî tekâmülü için bir ganimet bilmeli, nefsinin hamlıklarının törpülenmesine, dolayısıyla mânen terbiye ve tezkiye olmasına vesîle olarak görmelidir.

Zira dert ve çile görmeyen, her isteğine kavuşan bir insanın nefsi iyice palazlanır, âdeta zaptedilmez bir aygıra döner. Kendini büyük, kudretli ve azametli gördükçe de Rabbinin rahmetinden uzak düşer.

Buna mukâbil çileler altında inleyen insanın nefsi ise âdeta ıslak bir kağıt gibi zayıf olur. Hiçliğini, aczini daha iyi anlar. Nefsini bu vasfıyla bilince de Rabbinin azametini daha derinden idrâk eder.

İstanbul İmam Hatip Mektebi’ndeki talebelik yıllarımızda, ilmiyle beraber, şahsiyet ve karakterinden de istifade ettiğimiz pek çok kıymetli hocamız olmuştu. Bunlardan biri de, Aksaray Kızılminare Camii’nin imamı olan Mahmud Bayram Hocamız’dı. Bu fedakâr ve gayretli hocamız, büyük bir vazife aşkıyla İmam Hatip Mektebi’ne gelir, Arapça dersi verirdi. Derste anlamayan olursa, ikindiden sonra câmisine davet eder, orada ders tekrarı yapardı. Bize de; “Şayet benim gelemediğim gün olursa, bilin ki vefat etmişimdir; siz cenazeme gelin!” derdi.

Bu fedakâr hocamızı yıllar sonra evinde ziyaret etmiştik. Bu son ziyaretimizde hoca efendi çok hastaydı, kısmen felç gelmişti. Fakat bizi görünce sevindi. Kendisiyle bir müddet eski hâtıraları yâd ettik. Giderken de ayağa kalktı, zor da olsa yürüyordu. Biz ona o hocalık yıllarındaki cevvâliyetiyle şimdiki hâli arasındaki farkı düşünerek şöyle bir bakmıştık… Hoca efendi de herhâlde bu düşüncemizi sezmiş olacak ki:

“–Oğlum! Benim böyle adım atmakta zorlanmama üzülmeyin.” dedi. “Çünkü bu hastalığım bana bir rahmet oldu.” dedi. “Şundan dolayı rahmet oldu ki; artık her adım atışta kaç sefer «Allah!» diyorum, «Yâ Rabbi!» diyorum.” dedi.

Yani Mahmud Hocamız, hastalığına üzülmek yerine, Cenâb-ı Hakk’ı daha çok zikretmesine vesîle olduğu için şükrediyordu. Hâlinde hiçbir şikâyet, sızlanma emâresi olmadığı gibi, bir de ilâhî takdîre rızâ, hamd, şükür, tevekkül ve teslîmiyetin derin huzuru seziliyordu. Bu hâliyle de âdeta Eyyûb -aleyhisselâm-’ın yüksek ahlâkını hatırlatıyor, biz talebelerine son bir ders daha veriyordu.

Mâlum olduğu üzere Allah Teâlâ, Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm-’ı çok ağır imtihanlardan geçirmişti. Onun evvelâ mallarını elinden aldı. Ardından büyük bir zelzele ile çocuklarını aldı. Daha sonra da vücûduna ağır bir hastalık verdi.

Eyyûb -aleyhisselâm- yıllar süren bu hastalığı boyunca hiçbir şikâyet ve feryatta bulunmadı. Hanımı Rahme Hatun ona:

“–Sen bir peygambersin; duân makbûldür. Duâ et de şifaya nâil ol!” dediğinde Eyyûb -aleyhisselâm- şu mukâbelede bulundu:

“–Hanım! Allah bana seksen sene sıhhat verdi. Hastalığım ise henüz o kadar olmadı. Ancak birkaç senedir muzdaribim. Cenâb-ı Hak’tan sıhhat istemeye teeddüb ederim!..”

İşte o mübârek peygamber, ilâhî imtihanlar karşısında sergilediği müstesnâ rızâ hâli sebebiyle Cenâb-ı Hakkʼın; نِعْمَ الْعَبْدُ : ne güzel kul”[4] iltifatına mazhar oldu.

Ne zaman ki Eyyûb -aleyhisselâm-’ın hastalığı, kulluk vazifelerini gönül huzuruyla yapabilmesine mânî olmaya başladı, o zaman Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulundu. O’nun bu müstesnâ sabrı ve teslîmiyeti neticesinde Allah Teâlâ, kendisinden dert ve sıkıntı olarak ne varsa hepsini giderdi ve ona eski hayatını misliyle iâde etti.

Eyyûb -aleyhisselâm-, hastalıktan âfiyete kavuşmuş olarak geçirdiği ilk gecenin sabahında, derin bir “Âh!” çekti. Sebebi sorulunca da dedi ki:

“–Her gece seher vaktinde: «Ey bizim hastamız, nasılsın?» diye bir ses duyardım. Şimdi yine o vakit geldi, fakat; «Ey bizim sıhhatli kulumuz, nasılsın?» diye bir ses duymadım. Bunun için mahzun oldum…”

Bu hakîkatler sebebiyledir ki ârif kullar, Cenâb-ı Hak’tan gelen acı-tatlı bütün imtihanları, O’na yaklaşmaya bir vesîle bilip dâimâ hamd, şükür ve rızâ hâliyle karşılamışlardır.]

Cenâb-ı Hak; bütün hissiyât, fikriyat, hâl ve davranışlarımızı dâimâ rızâsıyla te’lif eylesin. Hayatın değişen şartları karşısında “hamd, şükür ve rızâ” hâlini, değişmez vasfımız kılsın. Böylece biz âciz kullarını da, sevip râzı olduğu kulları arasına lûtf u keremiyle ilhâk eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Ahmed er-Rufâî, Hâletü Ehli’l-Hakîkati Meallâh, s. 337.

[2] M. Sâmi Ramazanoğlu, Yûnus ve Hûd Sûreleri Tefsîri, s. 145.

[3] Âl-i İmrân, 173.

[4] Bkz. Sâd, 44.