27 Nisan 2020 Sohbeti

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

27 Nisan 2020 Sohbeti

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in azîz, latîf, pâk, mübârek rûh-i şerîflerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, hâssaten şehidlerimizin ve bütün geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine;

İçinde bulunduğumuz Ramazân-ı Şerîf’in bütün ümmet-i Muhammed’e hayır, bereket ve rahmet olması;

Cenâb-ı Hakk’ın yer ve gök âfetlerinden, hastalıklardan, belâ ve musibetlerden muhafazası;

Hayırların celbi, şerlerin def’i, ümmet-i Muhammed’in sıhhat, selâmet, âfiyeti;

Hâssaten hastalara şifâ, dertlilere devâ, borçlulara edâ, nâmurâd olanların bermurâd, nâşâd olanların -karîben- handân u şâdân olması niyaz ve duâsıyla; bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Muhterem Kardeşlerimiz!

Furkan Sûresi’nde Cenâb-ı Hak; “ibâdurrahman” yani rahmetin tecellî ettiği kullar… Cenâb-ı Hak bizim öyle kullar olmamızı, o vasıfta olmamızı arzu ediyor.

Yani Cenâb-ı Hak, sâlih ve sâdık kullarını çok seviyor, o kullarla dost olmak istiyor. Onları “Dâru’s-Selâm”a davet ediyor.

Yine diğer bir âyet-i kerîmede, Fussilet Sûresi’nde, Cenâb-ı Hak:

“Şüphesiz, «Rabbimiz Allah’tır.» deyip «ثُمَّ اسْتَقَامُوا» (Rasûlullah Efendimiz’in izinde olanlar için) melekler iner; «Korkmayın, üzülmeyin, Allâh’ın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.» derler.” (Fussilet, 30)

Bunun üç yerde olacağı tefsirlerde bildiriliyor:

  1. Ölüm ânı. Zor an. Rûhun bedenden ayrılması hâli.

İkincisi; kabre giriş ânı. Bir gurbet hayatı. Değişik bir dünyaya doğuş.

Üçüncüsü; âhirete doğuş. Ba‘sü ba‘de’l-mevt.

Bu üç yerde Cenâb-ı Hak bir müjde veriyor. Melekler de:

“Biz sizinle dünyada da beraberdik, şimdi ukbâda da (bu üç yerde de) beraberiz…” (Bkz. Fussilet, 31) diye müjde verecek.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

وَنَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي

“…Rûhumdan üfürdüğüm zaman…” (el-Hicr, 29; Sâd, 72)

Yani insana Cenâb-ı Hak kendinin cemâlî sıfatlarından vasıflar veriyor. Kul, rûhânî hayatını tekâmül ettirecek. Bu şekilde Cenâb-ı Hak’la dost olacak. Dostluğun neticesinde bu zor anlarda, yani ölüm ânı, kabir hayatı, ba‘sü ba‘de’l-mevt / ölümden sonra diriliş, kıyâmetin zor anlarında Cenâb-ı Hak:

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“O Cenâb-ı Hak’la dost olanlar, korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (Bkz. Yûnus, 62) buyruluyor.

Tabi bunlar nasıl olacak? Bunlar, takvâ sahibi mü’minler olacak.

Takvâ nedir? Nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhânî istîdatları inkişâf ettirme, kul kendisinin ilâhî kameraların altında olduğunu kalpte idrak ve şuur hâline gelebilmesi.

Yine Cenâb-ı Hak; mü’mini, insanı çok seviyor. Câsiye, 13. âyetinde:

“O, göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldı. Düşünen bir toplum için.” (Bkz. el-Câsiye, 13)

Yani insan yaratılmadan bu kâinat yaratıldı, bu Dünya yaratıldı. Bir mekteb-i âlem olarak yaratıldı. Ne varsa, Cenâb-ı Hak ihsan ve ikram hâlinde.

Cenâb-ı Hakk’ın kulundan istediği, dostluk. Ve bu dostluğun temini için insana Cenâb-ı Hak üç büyük yardımcı gönderdi.

Birincisi, Kur’ân-ı Kerîm. Kur’ân-ı Kerîm kavlî âyetler. Yani Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir lûtfu.

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ

(“Biz, Kur’ânʼdan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müʼminler için şifa ve rahmettir…” [el-İsrâ, 82])

Kur’ân-ı Kerîm’i şifâ ve rahmet olarak indirdik, buyuruyor.

Kur’ân-ı Kerîm insanlığa son çağrı. Hâlık’ın kullarına gönderdiği bir mektup.

Kul bu kavlî âyetlerle derinleşecek; yaşayacak, yaşatacak; gönlünün rûhâniyeti ölçüsünde mesâfe katedip kalben bir derinlik kazanacak.

Cenâb-ı Hak:

اَلرَّحْمٰنُ ﴿1﴾ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ ﴿2﴾ خَلَقَ الْاِنْسَانَ ﴿3﴾ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ ﴿4﴾

buyuruyor. “Rahmân Kur’ân’ı öğretti.” (er-Rahmân, 1-2)

Cenâb-ı Hak burada merhamet sıfatını bildiriyor. Razzâk sıfatını değil, merhamet sıfatını bildiriyor. Demek ki kuluna Cenâb-ı Hak çok merhametli.

“İnsanı yarattı.” (er-Rahmân, 3) خَلَقَ الْاِنْسَانَ

عَلَّمَهُ الْبَيَانَ (“Ona beyânı öğretti.” (er-Rahmân, 1-4])

Anlama, anlatma, sırlar, hikmet… İnsana Cenâb-ı Hak lûtfediyor, kâinattaki. “Öğretti” buyruluyor.

İkinci yardımcı; şu kâinat, şu Cihan. Bu da kevnî âyetler, yani mekteb-i âlem.

Cenâb-ı Hak bu kevnî âyetlerle kulunu tefekküre dâvet ediyor.

Rabbimiz kevnî âyetlerin yer aldığı kâinat ile kavlî âyetlerden müteşekkil Kur’ân-ı Kerîm’i, Cenâb-ı Hak kalben, takvâ üzere okunmasını arzu ediyor. Ve bu şekilde, kevnî âyetlerle de hikmetler, ilâhî azamet tecellîleri, ilâhî kudret akışları ve ilâhî sırlar… Bunlarla Cenâb-ı Hak kullarını uyandırıyor. Kendisine daha çok yaklaşacak, kul daima “Aman yâ Rabbi!” diyecek. Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edecek. Cenâb-ı Hak’la dostluğunu temin etmeye bir vesîle olacak.

Kur’ân-ı Kerîm ve kâinat, birbirini tefsir eden ilâhî vahyin, iki farklı tecellîsi. Birbirini tefsir eder mâhiyette. Kur’ân-ı Kerîm kâinâtı tefsir edecek, kâinat Kur’ân-ı Kerîm’i tefsir edecek mâhiyette. Büyük lûtuf.

Cenâb-ı Hak, kâinatta sergilediği âyetlerini Kur’ân ile, Kur’ân’da beyan buyurduğu âyetlerini de kâinât ile îzah ve tefsîr etmektedir.

Yani Rabbimiz, Kur’ân’daki kavlî âyetlerle biz kullarını îkaz ve irşad buyurduğu gibi, zaman zaman da bunu kâinat kitabındaki kevnî âyetlerle de bizi îkaz ediyor. İlâhî azamet tecellîlerini bizlere tebliğ ediyor.

Dolayısıyla kâinat kitabındaki bu âyetlerin verdiği mesajları, alık ve abus bir çehreyle seyretmek, onlara bîgâne kalmak, tıpkı Kur’ân âyetlerine bîgâne kalmak gibi, büyük bir felâkettir.

İşte günümüzdeki bir virüs… Cenâb-ı Hak, yok kadar olan bir varlıkla bütün insanlığa nasıl ilâhî bir îkaz hâlinde?! Tabi bu îkaz, birçok mü’mine büyük bir rahmet, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmaya vesîle oluyor, “Aman yâ Rabbi!” demeye vesîle oluyor. Tabi bu, zâlimlere ise bir cezâ olarak…

Üçüncüsü, üçüncü lûtuf:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz.

Cenâb-ı Hak, Efendimiz’i cihâna muallim olarak gönderiyor. Her peygamber bir kavme geldi. Yalnız müstesnâ, Rasûlullah Efendimiz “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (âlemlere rahmet) bütün cihâna, bütün cihâna muallim olarak gönderildi. Diğer taraftan, rahmet ve merhametin müstesnâ bir muallimi.

O rahmet peygamberine ümmet olan bir kul da, O’nu örnek alacak, O’nun hâliyle hâllenerek terfî ve terâkkî edecek.

Diğer taraftan kavlî ve kevnî âyetlerle derinleşecek. Böylece “ibâdurrahmân” olacak, âyette geçen “ibâdurrahmân”. (Bkz. el-Furkân, 63)

Demek ki Cenâb-ı Hak kulunun “ibâdürrahmân”, yani rahmetin tecellî ettiği bir kul olacak, cemâlî sıfatların tecellî ettiği bir kul olacak. Tabi bu, fedakârlık nisbetinde.

Cenâb-ı Hak bizden ne arzu ediyor?

Aşk ile yaşanan bir îman arzu ediyor. Bu îman nasıl olacak?

Lâyıkına muhabbet; yani Allah ve Rasûl’üne muhabbet ve itaat.

Müstahakkına nefret;

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ

(“…Gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!” [el-Fâtiha, 7]) Uzakta olanlardan da uzakta kalmak.

İkincisi; kalp ve beden âhengiyle îfâ edilen ibadetler. İbadetler, kalp âlemi rûhâniyetle dolacak. Zihnî ve kalbî beraberlik olacak. Zihnindeki bilgileri kalp hazmedecek ve yaşayacak. Bu şekilde bir ibadetlerin neticesini alacak. İbadetler, rûhânî tekâmüle vesîle olacak.

Üçüncüsü; hayranlık tevzî eden güzel ahlâk. Muâşeret, hak-hukuk.

Bunun neticesinde bir mü’min;

Ahsen olacak: Yani her işi en güzel olacak. Cenâb-ı Hak “اَحْسَنُ عَمَلًا” buyuruyor. (Bkz. Hûd, 7; el-Kehf, 7; el-Mülk, 2)

Diğer husus:

Ecmel olacak: Yani her hâl ve davranışı gönle huzur verecek, ferahlık verecek. Yani ecmel olacak. Cenâb-ı Hak cemîl bildiriyor. Demek ki ecmel olacak, en güzel şekilde bir hâl ve davranışa sahip olacak. Sabır, vs. bütün mânevî hususiyetlerin zirvesini teşkil edecek.

Üçüncüsü:

Ekmel olacak: Yani olgun ve kâmil olacak. Muhâtaba zarâfet, nezâket ve duygu derinliği verecek. Cenâb-ı Hak… Bunun neticesinde bir takvâ sahibi olacak. Cenâb-ı Hak Hucurat Sûresi’nde:

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ

“…Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır…” (el-Hucurât, 13) buyuruyor. Takvâ sahibi olacak, Cenâb-ı Hak indinde de keremli bir kul olmuş olacak.

Yani mü’min, canlı bir Kur’ân olarak yaşayacak. Mükerrem, muhteşem bir gönül insanı olacak. İnfak sahibi olacak. Cenâb-ı Hakk’ın kendisine ihsân ettiği her şeyi o da Cenâb-ı Hakk’ın kullarına ihsân edecek.

Cenâb-ı Hak:

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

“Sevdiklerinizden vermedikçe (Hakk’a yaklaşamazsınız) birre vâsıl olamazsınız…” (Âl-i İmrân, 92) buyuruyor.

Diğer bir husus, takvâda mesafe katedecek ve Hakkʼa yakınlaşacak. İlâhî irâdenin, yani küllî irâdenin yürürlükte olduğu bu âlemde, cüzʼî irâdesinin nefsânî arzularını bertaraf ederek Cenâb-ı Hakkʼa yakınlaşacak.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîmʼde 137 yerde, insanı, kâinatta sergilediği ilâhî kudret nakışlarını, azamet tecellîlerini tefekküre davet ediyor.

Demek ki kulda zengin bir tefekkür ufku olacak, derinleşecek. Yani bir toprak terkibinden nasıl Cenâb-ı Hak ihsan ve ikramda bulunuyor?! Bir toprak terkibinden… İlkbaharda ayrı, yazın ayrı, sonbaharda ayrı, kışın ayrı. Yani insanoğlunun ihtiyacına göre Cenâb-ı Hak devamlı bir ikram hâlinde. Onu tefekkür edecek; “Sübhanʼsın yâ Rabbi!” diyecek. Semâya bakacak; “Aman yâ Rabbi!” diyecek. Atmosfere… Tefekkür edecek. Kendine bakıp tefekkür edecek, yaratılışına bakıp tefekkür edecek, evlâdına bakıp tefekkür edecek. Rengini, şeklini, biçimini, kaderini anne-baba mı verdi?

Velhâsıl her zerre, tefekkür ummânına daldıracak kulu. Cenâb-ı Hak böyle bir müʼminde bir gönül yapısı arzu ediyor.

Gelelim okunan âyetlere: İlk okunan, Furkânʼın 61. âyeti, Furkân Sûresiʼnin. Cenâb-ı Hak:

“Gökte burçlar var (eden), (yani yıldız kümeleri var. Onların (içinde) bir çerağ (bir Güneş) ve nurlu bir Ay barındıran (ondan [Güneş’ten] akseden [nur]), Allah yücelerin yücesidir.”

Yani Cenâb-ı Hak burada, muhtelif yerlerde tefekküre davet ediyor. Burada, semâdaki yıldız kümeleri, Ay ve Güneşʼle kulu tefekküre davet ediyor. Ne kadar yıldız var? Dünyaʼda tespiti mümkün mü? Değil. Yani matematik sıfırlanıyor. Ne kadar sahrâda bir kum tanesi varsa -mecâzî bir ifadeyle- o kadar yıldız var, buyruluyor.

Cenâb-ı Hakkʼın takdir ettiği şekilde hepsi trafiğine devam ediyor. Beyaz delikten doğuyor, ömrünü tamamlıyor, kara delikte yıldız mezarlığına giriyor.

Cenâb-ı Hak, Dünya semâmızda bir Güneş, bir çerağ, nurlu Ay barındıran Allah yücelerin yücesidir, buyuruyor.

İbrettir; Vâkıa Sûresiʼnde Cenâb-ı Hak:

“Yıldızlar arasındaki mesafeye yemin olsun, bu azîm bir yemindir.” (Bkz. el-Vâkıa, 75-76) buyuruyor. Çok büyük bir yemindir, buyuruyor.

Bugün matematik ölçemiyor uzunlukları. Şu kadar bin ışık yılı deniyor. Yani ışık yılını zaten saniyede 300 bin km. zaten tespit etmek mümkün değil. Yani Cenâb-ı Hak sonsuz bir azamet sahibi. Kulun idrâkinin çok ötesinde.

Yine baktığımız zaman, yine âyet-i kerîmeye; Güneş, Ay… Güneş ile Dünya arasında 150 milyon km. mesafe var. Güneşʼten ışık 300 bin km. hızla 8 dakikada Dünyaʼmıza geliyor. Kapalı karanlıkta geliyor, bir odanın (lamba) düğmesini çevirir gibi atmosfere girdiği zaman ışığını, sıcaklığını vermeye başlıyor. Sanki bir kapalı bir borunun içinde, öyle bir, âdeta bir, Cenâb-ı Hak gönderiyor.

Güneşʼin içerisinde Dünyaʼmız gibi tam 1.300.000 tane gezegen sığar. Yani Güneşʼin hacmi, 1.300.000 tane gezegenin sığacağı kadar bir hacimde. Yüzey sıcaklığı 6.000 santigrat, iç sıcaklığı ise 20.000.000 santigrat.

Güneşʼte her saniye -her dakika değil, her saniye- 564 milyon ton hidrojen, 560 milyon ton helyuma dönüyor. Aradaki dört milyon tonluk fark; gaz maddesi, enerji ve ışın olarak Dünyaʼya geliyor. Yani Güneş, saniyede 4 milyon ton, dakikada 240 milyon ton madde kaybediyor. Ancak Güneşʼin bugüne kadar kaybettiği madde, 5.000’de 1 olarak tahmin ediliyor.

Yine Güneş ise Samanyolu galaksisinde bulunan -tahminen- 200 milyar yıldızdan sadece birisi. Yani idrâk olarak tahmin etmek mümkün değil ilâhî azameti.

Bunun içinde, mikroda da mümkün değil. Bir atomu alın; içindeki proton, nötron, elektron vs. ondaki kuvarslar, kuvarsların içindeki bilinmeyenler…

Velhâsıl Cenâb-ı Hak sonsuz… Yani;

“…Ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa, misli olsa, yine onlar biter, Allâhʼın kelimeleri bitmez…” (Bkz. Lokman, 27) buyruluyor.

Yeryüzü ve semâ gibi mekânâ ait tefekkür ile; gece ve gündüz gibi zamana ait tefekkür ile, ilâhî kudret tecellîleri, Cenâb-ı Hakkʼa yaklaştıran; bunlar Cenâb-ı Hakkʼa, bu alâmetler Cenâb-ı Hakkʼa yaklaştıran davetçiler durumunda.

Yine ondan sonra gelen âyet-i kerîmede buyuruyor Cenâb-ı Hak;

“İbret almak ve şükretmek dileyen kimseler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren Oʼdur.” (el-Furkân, 62)

Yani gece ve gündüz, bir takdim-tehir yok. 23,5 derecelik bir eğim olmasaydı ne olurdu? Kendi ekseni etrafında dönüşünü 24 saatte tamamlayan Dünyaʼnın kendi etrafında dönüşünün hızı, saatte 1.670 km. hızla dönüyor. Yani iki uçak hızı gibi dönüyor. Fakat tabi atmosfer de beraber döndüğü için, farkında değiliz.

Velhâsıl gökyüzünde iki tane takvim; bir Güneş takvimi, Ay takvimi… Ay Dünya’nın etrafında dönüyor, 12 ay meydana geliyor 355 gün. Dünya da Güneş’in etrafında dönüyor, 365 gün 6 saat. Hiç bu iki takvim bir saniye şaşmadan devam ediyor. Hep ilâhî azamet tecellîleri…

Yine Cenâb-ı Hak diğer, Yûnus Sûresi’nde, günün uzamasını-kısalmasını bildiriyor.

Velhâsıl yine;

اَلشَّمْسُ وَالْقَمَرُ بِحُسْبَانٍ

Cenâb-ı Hak:

“Güneş ve Ay bir hesapladır.” (er-Rahmân, 5) buyuruyor.

Mevlânâ’nın güzel bir nüktesi var burada. Mevlânâ Hazretleri diyor ki… Kâinatta her şey bir ibret dersidir. Meselâ gece ve gündüz nasıl bir ibret tablosu olduğunu şöyle naklediyor:

“Kâinâta bak diyor, Cihân’a bak diyor. Gece ile gündüz birbirini kucaklarlar. Sevgi ile birbirinin arkasından birbirine koşarlar. Onlar görünüşte ayrıdırlar ama hakikatte birdirler. Faydalı olmak ve hizmet etmek için el ele vermişlerdir.”

Rasûlullah Efendimiz de, O Güneş… O Güneş’ten aldığı intibâlarla, bir mü’min gece-gündüz devamlı Hak yolunda bir hizmet içinde olacak.

İnsan bu Dünya’ya boş bir kaset olarak geldi. Bu kitap, Kur’ân ve Sünnet ile dolarsa kemâl bulur ve ahsen-i takvim sırrına nâil olur. Böylece kalp sonsuzluğa açılır. Tefekkür derinleşir, zirveleşir, hâdisat ve vukuat tahlil edilir. Kalpte mârifetullâha ufuklar açılır.

İlk “oku” tâlimâtı, Hirâ’da geldi. Cenâb-ı Hak:

“اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ” buyuruyor.

“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (el-Alak, 1)

Okuyabilmek için takvâ lâzım. Zira insan takvâda derinleştiği ölçüde; seyrettiği bütün manzaralarda, gördüğü her zerrede Cenâb-ı Hakk’ı okur, Cenâb-ı Hak’la buluşur, Cenâb-ı Hakk’ı bulur.

İşte gerçek tahsil de budur. Bir gönlün bunu elde etmesi… Bu da zihinle değil, bu, kalbin okumasıyla olmuş olur.

Cenâb-ı Hak kudret ve azamet akışlarıyla ilâhî hükümranlığını tefekkür etmemizi arzu ediyor.

Bu Cihân’ı bir ayna olarak alırsak, bu aynada sırlar ve hikmeti sezebilmek, ancak gönül aynasının berraklığına bağlıdır.

İkinci bir tâlimat Sevr’de indi:

لَا تَحْزَنْ اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَا

“…Mahzun olma, Allah bizimle beraberdir…” (et-Tevbe, 40)

Yani kul, tekâmül edecek kalben.

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

(“Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.” [el-Hadîd, 4])

Cenâb-ı Hakk’ın daima kendisiyle beraber olduğunun, ilâhî müşâhedede olduğunun idrâki içinde olacak. Yine;

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

(“Biz ona şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16])

Bir kendisi biliyor içinden geçeni, bir de Cenâb-ı Hak biliyor. Onun için daima kul, Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlinde olacak: “Yâ Rabbi! Hislerimizi, duygularımızı, kendi rızân ile telif eyle yâ Rabbi! Âciziz çünkü…”

Yine buyruluyor Zâriyat Sûresi’nde:

فَفِرُّوا اِلَى اللّٰهِ “Allâh’a koşun…” (ez-Zâriyât, 50) buyruluyor. Sığınak, barınak, ilticâgâh, yalnız Cenâb-ı Hak.

Bu şekilde tefekkür, takvâ ile kıvam bulacak. İnsan bedeninin şekli, biçimi, kesâfetiyle değil; mânâ ve rûhâniyet vasıflarıyla, kabiliyetleriyle kul Cenâb-ı Hak indinde kıymet ifade eder. Her an Rabbinin kendisiyle beraber olduğunun idrâki içinde olacak. “Biz şah damarından daha yakın” (Bkz. Kāf, 16) olduğunun idrâki içinde olacak. Peki, onun için kendimizi muhâsebe etme durumundayız.

Kulun gafleti bertaraf etmesini Cenâb-ı Hak arzu ediyor. Buyruluyor:

مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا

“Ölmeden evvel ölünüz.”

Yani nefsanî arzulardan vazgeçin. Zaten ölümle zaten vazgeçeceksin, ister istemez. Son nefesinde nefsânî arzuları düşünebilir misin?

Yine buyruluyor:

حَاسِبُوا اَنْفُسَكُمْ قَبْلَ اَنْ تُحَاسَبُوا

(Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekin.)

Bir insan geçirdiği her ânını geçmişle bir muhâsebe edecek. Ne kadar Hak rızâsındaydı? Ne kadar bir zerre hayrın veya zerre şerrin içindeydi?

Cenâb-ı Hakk’a dâimâ ilticâ hâlinde olacak. Cenâb-ı Hak yine Kur’ân’da “اِقْرَاْ”lar var “oku”lar var. Tabi demin bahsettiğim üç tane “اِقْرَاْ” var. En mühimi bizim için, birinci;

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (el-Alak, 1)

Bunu tabi kalp okuyacak.

İkincisi:

اِقْرَاْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُ

“Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir.” (el-Alak, 3)

“Nîmetlerimi sayamazsınız” buyuruyor. (Bkz. İbrahim, 34) Bu nîmet hep insana…

Yine üçüncü bir okuma var; bu çok dehşet veren bir okuma:

اِقْرَاْ كِتَابَكَ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا

“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 14)

Vedâ Hutbesi’nde Efendimiz’in tâlimâtı var:

“Size iki şeyi emanet bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe sapıklığa/dalâlete düşmezsiniz. Biri, Allâh’ın kitabı Kur’ân-ı Kerîm, diğeri Rasûlullâh’ın Sünneti.” buyuruyor. (Muvatta’, Kader, 3)

Yani Kitap ve Sünnet, hayatın her ânında yaşanacak. Bir nefes bile terk edilmeyecek. Kur’ân-ı Kerîm hidâyet verecek.

هُدًى لِلْمُتَّقِينَ

(“…O, müttakîler için bir yol göstericidir.” [el-Bakara, 2])

Takvâ sahibi olacak. Takvâ sahibi olduğu zaman kul, Kur’ân-ı Kerîm ile derinleşecek.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

“…Eğer siz takvâ sahibi olun, Allah size bilmediğinizi öğretir…” (el-Bakara, 282)

O zaman Allah kulunun muallimi oluyor. Mütevâtir hadiste ise; “Kulunun gören gözü, işiten kulağı, akleden kalbi olurum.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Rikāk, 38)

Kur’ân’ı tefekkür, düşünceyi nefsâniyete mağlup etmekten kurtarır. Rûhânî tefekkür başlar. Rûhânî tefekkür ise bir îman anahtarıdır.

Velhâsıl kâinatta Hâlık’ını diri bir kalbe tanıtmayan hiçbir zerre yoktur. Daima kalbin… Bedenin kıblesi Kâbe olacak, gönlün kıblesi de Cenâb-ı Hak olacak.

Ne buyuruyor Cenâb-ı Hak, nasıl bir hayat tarzımız olacak, Cenâb-ı Hak ile dostluk için?

“Onlar ayakta dururlarken, otururlarken, yanları üzerinde yatarlarken (her vakit, hayatın her ânında) Allâh’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine tefekkür ederler ve şöyle derler; «Rabbimiz, (Sen Sübhan’sın. Sonsuz azamet sahibisin.) Boşuna yaratmadın. Sen’i tesbih ederiz. Bizi Cehennem azâbından koru.» derler.” (Âl-i İmrân, 191)

Velhâsıl tefekkür, ibadetlerde huşûyu artıracak. İbadet ve muâmelât tâzim li-emrillâh şeklinde devam edecek.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyuruyor:

“İlimsiz ibadette, tefekkürsüz Kur’ân tilâvetinde fayda ve feyz yok kadar az olur.” buyuruyor.

Bizi tefekkür yine nefsânî arzulardan, ihtiraslardan muhafaza edecek. Cenâb-ı Hakk’ı azamet-i ilâhiyye, kâinattaki kudret akışları, ilâhî azamet tecellîleri karşısında kalp incelecek, zarifleşecek.

Kalp tekâmül ettiği zaman Rahmânî vitrinler seyredecek, şeytanî vitrinlerden kendini koruyacak.

Şurası çok mühim: Göz bakar, lâkin kalp görür. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i Ebû Cehil de gördü, kendi cehâletini gördü, cehâletin babası oldu, “Ebû Cehil” dendi kendisine.

Ebû Bekir Efendimiz de Rasûlullah Efendimiz’i gördü, hayran oldu, mest oldu, “sıddık”ların zirvesi oldu, ikinin ikincisi oldu.

Hantal bir kalp, nefsânî vitrinlerin seraplarına aldanır, kendisini çıkmaz sokaklarında kaybeder. Zira Rahmânî vitrinler seyreden kalbin tefekkürü ise rûhânîleşir. Şeytânî vitrinler seyreden kalbin tefekkürü ise nefsânîleşir.

Bizden rûhânî tefekkür istenmektedir. Lâkin insan rûhânî yapısını tekâmül ettiremezse, kalbî yapısını -maalesef- tefekkür istîdâdını nefsî arzuların anaforunda helâk etmiş olur.

Bu cihan bir mekteb-i âlem. Cenâb-ı Hak bir mü’mini, ilâhî azameti ve büyük nizâmın sırrını, hikmetini tefekkür etmesini, bu tefekkür neticesinde bir hiçlik hâlinde ve takvâ üzere güzel bir kul olmasını arzu etmektedir.

Onun için buyruluyor:

Bir müslüman, bir arz-ı endam hâlinde değil, arz-ı hâl üzere olacak. Yani mal-mülk, gösteriş, vs. onun için değil, mütevâzı olacak. Cenâb-ı Hakk’a kul olmanın minnettarlığı içinde olacak, bir hiçlik içinde yaşayacak. Daimâ Efendimiz, gerek başarılarda/muvaffakıyetlerde, gerek imtihan hâlindeyken, ashâb-ı kirâma telkin ettiği;

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ إِلّٰا عَيْشُ الْآخِرَةِ

“Allâh’ım! Esas hayat âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Bir mü’min, vicdanına şu soruları soracak, bunlarda tefekkürü derinleşecek. Bu cihan kimin için halkoldu? Kimin mülkündeyiz? Geliş niye, gidiş niye, yolculuk nereye?

Velhâsıl “hayat nedir” suâlinin cevabını ancak mezar taşlarının rutubeti en güzel bir cevap olarak vermektedir.

Velhâsıl rûhânî tefekkür, duyuşları zenginleştirir, duyuşları derinleştirir, şükrü artırır, kalpte esmâ tecellîleri artar. Yani cemâlî sıfatların tecellîleri artar. Âhiret endişesi gelir. Yusuf -aleyhisselâm-’ın duâsı gibi;

تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ

(“…Benim canımı müslüman olarak al ve beni sâlihler arasına kat!” [Yusuf, 101])

Kul devamlı bu şeyin içinde olur.

Tasavvuf da kalbin saflaşmasıdır. Cenâb-ı Hak’la huzur bulmasıdır. Tasavvuf, her hâl ve ahvâlde ilâhî tecellîlerden râzı ve memnun olma sanatıdır. Diğer taraftan, şikâyeti unutma sanatıdır.

Mevlânâ’nın güzel bir tarifi var kendi yaşayışıyla:

مَنْ بَنْدَهءِ  قُرْآنَمْ اَكَرْ جَانْ دَارَمْ

مـَنْ خَــاكِ رَهِ  مُحَـمَّدْ  مُخْـتَـارَمْ

Diyor. Yani;

“Bu can bu tende oldukça, Hazret-i Kur’ân’a kulum-köleyim; Hazret-i Muhammed Muhtâr’ın mübâ­rek ve nurlu yolunun toprağıyım.” buyuruyor.

Ve kul, Cenâb-ı Hakk’ın bildirdiği şekilde kalbî hayatı kalb-i selîm hâlinde olacak.

يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَ اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89])

Kalb-i münîb olacak. Daima bir âhireti hedefleyecek.

Nefs-i mutmainne hâlinde olacak. Kendisine Allah ne verdi; mal-mülk, evlât vs. istîdatlar… Hepsini Allah yolunda sarf edecek.

Değişen şartlar altında da;

رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً (“…Sen Rabbinden râzı, O da senden râzı.” [el-Fecr, 28])

Allah’tan râzı olacak. “مَرْضِيَّةً”; Allah da o kuldan râzı olacak. “Cennetime gir.” buyuracak. (Bkz. el-Fecr, 28-30)

Cenâb-ı Hak da buyuruyor Zümer Sûresi 73. âyette:

سَلَامٌ عَلَيْكُمْ طِبْتُمْ فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ

“…Selâm size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin Cennet’e!” buyrulacak.

Diğer husus;

İnsanlık cevherini ortaya koyan merhamet ve şefkat, kardeşliğin mâşerî vicdanında yaşanacak. Bu sebeple Rasûlullah Efendimiz ashâb-ı kirâma sık sık sorardı:

“Bugün bir (Allah için) yetim başı okşadınız mı?

Bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu?

Bir cenaze teşyiinde bulundunuz mu?

Bir yoksulu doyurdunuz mu?” (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)

Cenâb-ı Hak Mü’minûn Sûresi’nde:

“Mü’minler felâh buldu, onlar namazı huşû içinde kılarlar (ikincisi) onlar boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 1-3)

Yani bir mü’min, ömrünü ziyan etmeyecek. Zaman israfından korunacak. Bu neyle olacak? Büyük bir cehd ile olacak, azimle olacak.

Muhammed Es’ad Erbilî Hazretleri, bu merhaleleri katetmekteki olan meşakkatlerden sonraki olan selâmeti, huzuru bahsediyor:

“Aşk gülistanının yolunda dikenden korkulmaz. Ben her diken üzerinden yüzlerce gonca toplarım. Dervişlik bostanında ıztıraptan zevk alırım. Yastığımı dikenden yaparsam, rüyamda Gül’ü görürüm.”

Yani sabır taşının üzerinden bir gonca elde edebilmek. Allâh’ın rızâsını kazanabilmek.

Mevlânâ buyuruyor:

“Gülü düşün diyor. Gül, dikenlere katlandığı için gül oldu.” diyor.

İşte Mevlânâ, Selçuklu Üniversitesi’nin zâhirî hocasıyken “hamdım” buyuruyor. Mârifetullah âleminden nasip almaya başlayınca “piştim ve yandım” buyuruyor.

Sâdî-i Şîrâzî de:

Olgunlar için ağaçlardaki tek bir yaprak, mârifetullâhı anlatan bir divandır. Yani ilâhî azameti anlatan bir divandır. Gafiller içinse bütün ağaçlar bir tek yaprak bile değildir.”

Diğer bir mütefekkir de buyuruyor ki:

“Bu âlem, âkıller için seyr-i bedâyî, yani ilâhî azameti, ilâhî akışları, ilâhî kudreti seyretmek; ahmaklar için de yemek ve şehvetten ibarettir.”

Tabi bunun için de bu duruma gelebilmesi için de tezkiye zarûrî.

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

(“(Nefsini) arındıran kurtuluşa ermiştir. [eş-Şems, 9])

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى

((Nefsini kötülüklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14])

Yine bir Allah dostu buyuruyor:

“Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.”

Yani nefsânî arzularını bertaraf ettiğin zaman, Cenâb-ı Hak’la beraberlik olacak. Yani Sakarya Karadeniz’e aktığı zaman, artık Karadeniz içinde Sakarya yoktur. Sakarya, Karadeniz’in içinde kaybolmuştur.

Velhâsıl en mühimi, işte burada kulun gafletten kurtulması.

“Lâ ilâhe”; Allah’tan uzaklaştıran her vasıftan kalp, her nefsânî arzudan kendini kurtaracak.

Gaflet nedir o zaman? En belirgin tarifiyle: Günün ortasında Güneş’i kaybetmeye benzer. Yani gaflete dûçâr olan insan, okyanus ortasında dümeni kırılmış bir gemi gibidir, hangi girdapta batacağı belli değil.

Onun için Cenâb-ı Hak buyuruyor Enfâl Sûresi’nin 22. âyetinde:

“Şüphesiz ki Allah katında, yürüyen canlıların en kötüsü; düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.”

Yani vahyi duymayanlar.

Cenâb-ı Hak:

اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ

(“…Hiç düşünmez misiniz?” (el-En‘âm, 50])

اَفَلَا تَعْقِلُونَ (“Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bkz. Âl-i İmrân, 65; el-A‘râf, 169; el-Bakara, 44, 76; el-En‘âm, 32…])

اُولُوا الْاَلْبَابِ (“…Akıl sahipleri.” (Âl-i İmrân, 7])

لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ (“Akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır.” [el-Bakara, 164; el-Ankebût, 35; el-Câsiye, 5…])

Devamlı Cenâb-ı Hak kalbe bağlı bizden bir akıl arzu ediyor.

Ondan sonra gelen âyet, tefekkürle derinleşmeden sonra gelen âyet; yüksek ahlâkî vasıflar, yani “ibâdurrahmân”. Yani Rahmân’ın rahmetinin tecellî ettiği kul olabilmek. Bunun vasıflarını Cenâb-ı Hak bildiriyor.

“Rahmân’ın has kulları onlardır ki yeryüzünde tevazu ile yürürler…” (el-Furkân, 63)

Tekkelerde bir “hiç” levhası vardır. Yani daima bir hiç olduğunun, bütün lûtfun Cenâb-ı Hakk’a âit olduğunun tefekkürü ve idrâki içinde olurlar. Bir yok sermaye ile dünyaya geldik. Ne kadar lûtuf varsa “sayamazsınız” (Bkz. İbrahim, 34) buyuruyor, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu. Onun için;

“Rahmân’ın kulları yeryüzünde tevâzu hâlinde yürürler. Kendini bilmez kimseler (câhil kimseler) lâf attığı zaman (onlar da bir tebessümle) «selâmâ» derler (geçerler, muhatap da olmazlar onlara).” (el-Furkân, 63)

Yani burada kulun mütevâzı olması. Mütevâzı insan cömerttir. Mütevâzı insan hizmet ehlidir. Mütevâzı insan diğergâmdır. Mütevâzı insan yemekle değil, yedirmekle doyan insandır. Tevâzu, kibrin ilâcıdır. Bu dünyaya arz-ı endâm için değil, arz-ı hâl etmeye geldik. Kul, bunun idrâki içinde olacak.

Onun için Mevlânâ’nın güzel bir ifadesi var:

“Kılıç, boynu olanın boynunu keser. (Boynu varsa, kılıç onu keser.) Gölge, yerlere döşenmiş olduğundan, hiçbir kılıç darbesi de onu yaralamaya, gölgeyi yaralamaya muvaffak olamaz. Çünkü gölgenin vücudu yoktur.”

Hazret-i Ömer zamanından bir misal; Zeyd bin Sâbit anlatıyor:

Hazret-i Ömer’i diyor, yamalı bir elbise ile gördüm diyor. Ağlayarak eve döndüm diyor. Bir müddet sonra tekrar yola çıktım diyor. Yine Hazret-i Ömer’le karşılaştım diyor. Omuzuna bir su kırbasını almış, insanlar arasında yürüyüp gidiyordu diyor. Hayretle baktım:

“–Ey Mü’minlerin Emîri! Ey Halife!” dedim. Bana;

“–Sus dedi, konuşma dedi. Bunun sebebini sonra anlatırım sana.” dedi.

Onunla birlikte yürüdüm.

“–Gel benimle.” dedi. Onunla yürüdüm. Yaşlı bir kadının evine girip suyu onun kaplarına boşalttı. Sonra birlikte Hazret-i Ömer’in evine döndük. Ona niçin böyle yaptığını sordum, bana şöyle dedi:

“–Sen gittikten sonra yanıma Rum ve Fars elçileri geldi. Bana çok iltifat ettiler. «Ömer dediler, bütün insanlar senin ilminin, faziletin, adâletin hususunda ittifak hâlinde.» dediler.

Onlar yanımdan çıkınca, bana insanların hissettiğini, kendini beğenme duyguları geldi. Vakar, bir kibir değil de, bir kendimi beğenme hususiyeti geldi. Hemen nefsime o gördüğün o şeyi yaptım ki bu hissim, bu duygumu bertaraf etmek için.” (Bkz. Muhibbu’t-Taberî, er-Riyâdu’n-Nadra, II, 380)

Cenâb-ı Hak Mekke Fethi’nde de büyük bir zafer, büyük bir lûtuf.

“Fevc fevc İslâm’a girdiklerini görürsün (buyuruyor) kabilelerin.” (Bkz. en-Nasr, 2)

Orada Cenâb-ı Hak:

“فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ” buyuruyor.

“Rabbine hamd ile tesbih et, bir de istiğfar et…” (en-Nasr, 3) buyuruyor.

Velhâsıl kul, daima bir istiğfar hâlinde olacak. Kendindeki bir meziyeti kendine izâfe etmeyecek. “Yâ Rabbi! Sen’in lûtfundur.” diyecek. Ve yine gafleti karşısında Cenâb-ı Hak’tan mağfiret dileyecek.

Velhâsıl bir “ibâdurrahmân” bir rahmet insanı olacak.

Fârik vasıfları rahmet insanının:

Mütevâzı olacak, cömert olacak, diğergâm olacak, müşfik olacak, derya gönüllü olacak, hizmet sahibi olacak, hizmeti sıklet değil nîmet bilecek, firâsetli, ince düşünüşlü olacak, takvâ sahibi olacak, kardeşlik hususunda çok titiz davranacak.

Yine Efendimiz Mekke Fethi’ne girişte, devesinin üzerine bir secde hâlinde giriyordu. Etrafına herhangi bir enâniyet gelmesin diye; “اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ إِلّٰا عَيْشُ الْآخِرَةِ” buyuruyordu. “Yâ Rabbi! Esas hayat âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Yani etrafındakilere de bir benlik, enâniyet, bir şımarma gelmesin.

Yine Efendimiz daima o tevâzuyu telkin olarak kendi hayatında tevzî hâlindeydi. Bir kişi geldi Efendimiz’in mânevî heybetinde titredi Mekke Fethi’nde:

“–Yok dedi, titreme dedi, titreme dedi. Ben bir hükümdar/kral da değilim, ben senin Mekke’de kuru et yiyen komşunun, ben yetimiyim.” buyurdu. (Bkz. İbn-i Mâce, Et’ime, 30; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, II, 64)

Efendimiz kendi fârik vasıflarını -Huneyn’de olduğu gibi- ifade etme durumunda olduğu zaman, daima bir vasfını bildirir Cenâb-ı Hakk’ın lûtfunu, ardından “لَا فَخْرَ” buyururdu, “övünmek yok” buyururdu. Yine bir vasfını bildirince “لَا فَخْرَ” buyururdu.

Aynı ashâb-ı kirâm da Efendimiz’in izindeydi. Meselâ Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ilk hutbesinde -ki ikinin ikincisi mâlum- minbere çıktı:

“Ey insanlar! En hayırlınız olmadığım hâlde sizin başınıza halîfe olarak seçildim buyurdu. Şayet vazifemi hakkıyla yaparsam bana yardım edin. Yanlış hareket edersem, bana doğruyu gösterin.” buyurdu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

“Yâ Rabbi! Sen’i tenzih ve takdis ederiz. Biz Sen’i, Sana lâyık bir mârifetle tanıyamadık.” buyuruyordu. (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, II, 520)

Yine; “Allâh’ım! Sen’in gazabından rızâna, azâbından affına, Sen’den yine Sana sığınırım. Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim. Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin.” buyurdu. (Müslim, Salât, 222; Tirmizî, Deavât, 75/3493)

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de bir talebesine yazdığı mektupta:

“Oğlum dedi, aman dedi, benim son nefesim için duâ edin dedi. Şunu bil ki yavrum dedi, hiçbir ibadetime güvenmiyorum, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine sığınıyorum.” buyurdu.

Cenâb-ı Hak da buyuruyor:

يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun, ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

Can vermek, bir sefer, tekrarı yok. Dünyevî muvaffakıyetlerde birinde kaybedersen, birinde kazanırsın. Fakat son nefes öyle değil.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Ey îmân edenler! Eğer siz Allâh’a yardım ederseniz (yani Allâh’ın dînine yardım ederseniz, yaşarsanız, yaşatırsanız) Allah da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7)

Velhâsıl bütün hayat, bu son nefese hazırlık.

Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri’ni bir zât görüyor rüyasında:

“–Üstad diyor, ne tavsiye edersiniz?” diyor.

“–Son nefesinizde nasıl olmak arzu ediyorsanız, hayatınızı ona göre tanzim edin.” buyuruyor.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Kimin endişesi âhiret olursa, Allah zenginliği onun kalbine koyar (îmânıyla zengin olur, hâliyle zengin olur). İşlerini dağınıklıktan kurtarır ve dünya ona boyun eğerek gelir. Her kimin de endişesi dünya olursa, (yani ihtiras) Allah fakirliği onun gözünün önüne koyar (doymaz yani), kendini derbeder eder. Dünya da kendisine ancak takdir edildiği kadar gelir.” (Tirmizî, Kıyâmet, 30/2465)

Yine bir hadîs-i şerîf:

“Bir vâdi altın verilse, diğer vâdiyi ister.” (Bkz. Buhârî, Rikāk, 10)

Bugün de aynı. Yani Dünya’yı versen, “Ay’da bir parsel var mı?” der.

Hacı Bayram Velî Hazretleri buyuruyor:

“Kibir, bele bağlanmış bir taş gibidir. Onunla ne yüzülür, ne de uçulur.”

Sâdî-i Şîrâzî buyuruyor:

“Akıllı, seçme insanlar mütevâzı olurlar, meyveleri olgunlaşmış ağaçların başlarını yere eğdiği gibi, öyle mütevâzı olurlar.”

Yine Mevlânâ buyuruyor:

“Câhil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol. Yani sükût limanına sığın.” buyuruyor.

“Gülün dikene katlanması, onu güzel kokulu yaptı.”

“Câhil ile sakın latife etme. Dili zehirli olduğundan, gönlünü yaralar.”

İbretli bir hâdise var; İbn-i Büreyde el-Eslemî anlatıyor:

Adamın biri, İbn-i Abbas’a çirkin sözler söyledi. İbn-i Abbas sükût etti. Adam hayret içinde kaldı.

“–İbn-i Abbas dedi, niçin mukâbele etmedin?” diye sordu.

İbn-i Abbas da dedi ki:

“–Bende üç haslet vardır ki dedi, ben bununla sana cevap vermeye muktedir değilim.” dedi. Bu hasletleri sırasıyla saydı:

“Bir; Allâh’ın Kitabı’ndan bir âyet okunduğunda keşke bütün insanlar benim şu duyduğumu duysalar diye temennî ederim dedi.

İkincisi; müslüman bir hâkimin adâleti tevzî ettiğini duyunca çok sevinirim. Hâlbuki o hâkimle benim hiçbir maddî alâkam yoktur.

Üçüncüsü; müslümanların beldesine yağmur yağınca da çok sevinirim. Hâlbuki o beldede ne otlağım var, ne hayvanım, ne de bir arâzim vardır. İşte bu sebepten, ben seninle kardeşliğime bir zarar getirmek arzu etmiyorum.” buyurdu. (Bkz. Heysemî, IX, 284)

Nasıl bir tevâzu…

Velhâsıl bilmek, bilgileri zihne depo etmek değil, kâinattaki hikmet, sır ve muammâları çözmektir. Bu hâl de mârifetullah ile gerçekleşir.

Gece ibadeti çok mühim. Burada, bu gece ibadeti. Zira Cenâb-ı Hak buyuruyor:

سُجَّدًا وَقِيَامًا

“…Onlar secde ve kıyam hâlinde olurlar…” (el-Furkân, 64)

Demek ki tevâzu, ahlâkî vasıflar, câhillerle muhatap olmamak; ikincisi gece hayatı. Bu gece hayatı; “سُجَّدًا وَقِيَامًا” “…Geceleri secde ve kıyam hâlinde olurlar…” (el-Furkân, 64)

Gece ibadeti, riyâdan uzak, hâricî alâkalar kalktığı için duyuşlar artar. Bir de yatak mıknatıs gibidir, bir fedakârlık…

Âyet-i kerîmede buyruluyor:

(Müttakîler, geceleri namaz kılmak, istiğfâr etmek için) yanlarını tatlı yataklarından ayırırlar. Rab’lerinin azâbından korkarak ve rahmetini umarak duâ ederler. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan da hayır yoluna infak ederler.” (es-Secde, 16)

Cenâb-ı Hak:

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ buyuruyor. Yani “…Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17)

Cenâb-ı Hak seherde istiğfar, tevbe kapılarını açıyor. Bilhassa Ramazân-ı Şerîf -inşâallah- bu istiğfarları çok çok artırmak lâzım. Bilhassa seherleri mümkün mertebe daha uyanık olarak geçirmemiz lâzım.

Yine Zâriyât Sûresi’nde:

“Geceleri pek az uyurlardı, seher vakitlerinde istiğfar ederlerdi.” (ez-Zâriyât, 18)

Yine İnsan Sûresi’nde:

“Gecenin bir bölümünde O’na secde et. Gecenin uzun bir kısmında O’nu tesbîh et.” (el-İnsân, 26) buyruluyor. Yani kulun kemâle erebilmesi…

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri:

“Geceler gündüz olmadan bana hiçbir şey fetholunmadı.” buyuruyor.

Şeyh Seyfeddin Hazretleri, iki rekâtta bir hatim indirirmiş. Tabi bu mânevî güç, nasıl feyz:

“Yâ Rabbi! Doyamıyorum, geceler de ne kadar kısa.” diyor.

Hadîs-i şerîfte:

“–Yâ Âişe buyuruyor, seni sıddıklar sınıfına yükselten bir hususiyeti söyleyeyim mi? Ömrünü düşün ve fânîliği unutma.”

Velhâsıl dünyayı bir riyâzat hâlinde geçirebilmek…

Mevlânâ da geceye bir hasret hâlinde. Onu mısrâlarında şöyle ifade eder Mevlânâ Hazretleri:

Dursun gece ey Dost, onu durdur, ne olursun,

Vur uykumu zincirlere vur, geçmesin anlar,

Varmaz gecenin farkına, varmaz uyuyanlar…

Ondan sonra, âyetlerde:

“…Rabbimiz! Cehennem azâbını üzerimizden sav, doğrusu onun azâbı gelip geçici değil, devamlıdır.” (el-Furkân, 65) buyruluyor.

Cenâb-ı Hak Cehennem’den bir manzara bildiriyor, Fâtır Sûresi 37. âyette:

“Mücrimler;

«–Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Çıkar, o kötü hâllerimizi iyiye tebdil edelim.» derler. Cenâb-ı Hak iki şey sorar:

«–Size dünyada düşünecek kadar bir zaman vermedik mi, bir ömür vermedik mi?»

İkincisi:

«–Bir irşad edici, bir peygamber gelmedi mi?»

«–Evet yâ Rabbi, ikisi de oldu.» diyecekler.

Cenâb-ı Hak da:

«–Azâbı tadın, zâlimlerin yardımcısı yoktur.»” buyuruyor. (Bkz. Fâtır, 37)

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Orası cidden ne kötü yerleşme ve ikâmet yeridir.” (el-Furkân, 66) buyuruyor.

Ömer bin Abdülaziz:

“Kıyamet günü nereye gitmek arzu ediyorsanız, hazırlığınızı ona göre yapın.” buyuruyor.

Yine Cenâb-ı Hak:

(O kullar ki) harcadıklarında ne israf, ne de cimrilik ederler. İkisinin arasında orta bir yol tutarlar.” (el-Furkân, 67)

Ahmed bin Hanbel buyuruyor:

“Mü’min için az bir mal yeter. Fakat muhteris için de çok mal kâfî gelmez.”

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de on yerde mal ve canlarımızı Allah yolunda seferber etmemizi; malımızı, canımızı Allah yoluna istikâmetlendirmemizi arzu ediyor. İki yerde de can ve malın bir imtihan vesîlesi olduğunu hatırlatıyor.

İnsan için iki büyük illet, hattâ kanser diyelim; birincisi israf, ikincisi cimrilik.

İsraf nedir? Kendine harcamak.

Cimrilik ise haddinden fazla kendine biriktirmek.

İkisi de bencillik ve hodgâmlık. Cenâb-ı Hak, bu şekilde bir kulluğu reddetmekte. Âyet-i kerîmede buyruluyor:

“Elini boynuna bağlamış gibi cimri olma, elini büsbütün açıp israfa da kapılma…” (Bkz. el-İsrâ, 29)

Yine buyruluyor:

“İsraf edenler, şeytanların arkadaşlarıdır (buyruluyor). Şeytan ise Rabbine çok nankördür.” (Bkz. el-İsrâ, 27) buyruluyor.

Demek ki israf eden, Cenâb-ı Hakk’a karşı bir nankörlük hâlinde oluyor. Cenâb-ı Hak İnsan Sûresi’nde:

“…İster şükredici ol, ister nankör ol!” (el-İnsân, 3) buyuruyor.

Velhâsıl israfın en kötüsü;

İbadette israf; namazı gelişigüzel kılmak, huşûyu kaybetmek.

Zamanda israf; boşa harcamak.

İlimde israf; Cenâb-ı Hakk’ı hatırlatmayan bir bilgiye zihnen sahip olup bunu kalbin hazmetmemesi.

Ahlâkî kıymetlerde israf:

“Öyle bir zaman gelecek ki kişi helâlden mi haramdan mı kazandığına aldırmayacak.” buyuruyor. (Buhârî, Büyû, 7)

Tefekkürde israf; tefekkürü nefsânî arzulara çevirmek.

Velhâsıl kul, bu zamanını nasıl harcayacak, nasıl kendini israftan koruyacak, onu iyi tefekkür etmesi lâzım.

Gönül ehli olacak, diğergâm olacak, gönlü bir dergâh hâline gelecek.

Molla Câmî’nin güzel bir ifadesi var:

Kâbe bünyâd-ı Hâlîl-i Âzerest

Dil nazargâh-ı Celîl-i Ekberest

“Kâbe, Âzer oğlu İbrahim’in yaptığı binadır. Gönül ise Celîl ve Ekber olan Allâh’ın nazargâhıdır.”

Bu hususta İmâm-ı Rabbânî de buyuruyor:

“Gönül diyor, Rabbin komşusudur diyor. Sakın diyor, o komşunu diyor, incitme diyor, ona ikram et.” buyuruyor.

Yine Mevlânâ buyuruyor:

“Kâbe’ye gidenler diyor, orada diyor, Kâbe’nin Rabbiyle buluşurlarsa, her yerde Kâbe’yi bulurlar.” buyuruyor.

Velhâsıl israf, sadece malı-mülkü ölçüsüzce harcayıp hebâ etmek değil. O, hayatın bütün safhalarıyla alâkalıdır.

Bilmeliyiz ki:

Ömrü boşa geçirmek israf, yeme-içme, giyimde haddi aşmak israf, lüzumsuz yerlerde ziyan etmek sıhhati, tefekkürü rûhânî manzaralara değil nefsânî vitrinlere yönlendirmek, faydasız ilimle meşgul olmak, ilmini nefsânî menfaatlere âlet etmek, en mühim şey de muzdaripleri düşünmemek -Allah korusun-.

Bir hurması olana Efendimiz:

“–Yâ Âişe buyurdu, yarım hurmayla bile olsa, fakiri çevirme.” (Tirmizî, Zühd, 37)

Ebû Zer’e:

“Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy. Sonra komşularını gözden geçir. Gerekli gördüğüne güzel bir şekilde, iltifatlı şekilde ikram et.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Birr, 142)

Hikmet ehlinin güzel bir ifadesi var, bir tavsiyesi var, îkâzı var:

“Bir kul öldüğünde malı hususunda iki musibetle karşılaşır. Bir kul öldüğünde malı hususunda iki musibetle… Biri, -daha önce bunların ikisini de görmemiştir- birincisi; bütün malının elinden alınması ölümle. Diğeri, bütün malı elinden gitmesine rağmen, bir de bunun hesabıyla öbür tarafa gitmesidir.”

İki şeye dikkat etmemiz lâzım: Kazandığımız paraya. Ona haram ve şüpheli şeyler karışmasın. Onun röntgenini de görmek istersek, kazandığımız paranın, nereye gittiğini seyretmemiz lâzım.

Yani para sahibinde değil, irâde paradadır. Para, kazanıldığı yere doğru akar gider. Eğer helâlse helâle gider. Karışıksa bulanıksa, o şekilde gider. Haramsa harama gider.

İkinci olarak dikkat edeceğimiz: Gönlümüzde muhabbetini taşıdığımız insanlara…

Yani insanların amellerine iki büyük müessir; muhabbet ve para…

Sevdiğin kişi yanlış yoldaysa seni yanlışa sevk eder. Şayet istikâmet üzereyse seni istikâmet üzere yönlendirir. Bunun için Cenâb-ı Hak buyuruyor:

كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ

“Sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) buyuruyor.

Yine buyruluyor Enfâl Sûresi’nde:

“Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir…” (el-Enfâl, 28)

Yavrularımız da çok mühim. Çünkü yavrularımız Allâh’ın emanetidir.

Ondan sonra gelen 68. âyette:

“Yine onlar ki, Allah ile beraber (tuttukları) başka bir tanrıya yalvarmazlar…” (el-Furkân, 68)

Demek ki tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yok. Tevhîd akîdesi, riyâ istemiyor. Şirk de istemiyor, küçük şirk olan riyâ da istemiyor.

“…Allâh’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar…” (el-Furkân, 68)

Demek ki -Allah korusun- bu da bir cânîlik.

“…Allâh’ın haram kıldığı cana kıymazlar…” (el-Furkân, 68)

Bir karıncaya bile dikkat edeceğiz.

Efendimiz yanık bir karınca yuvasına geldi, dehşete kapıldı:

“Kim dedi, bu, Allâh’ın verdiği canı yakabilir!” dedi. (Bkz. Ebû Dâvud, Cihad, 112)

Tabi kıyamette de büyük manzara olacak.

وَيَقُولُ الْكَافِرُ يَا لَيْتَنِى كُنْتُ تُرَابًا

(“…Ve inkârcı kişi: «Keşke toprak olsaydım!» diyecektir.” [en-Nebe, 40])

Hayvanlar birbirlerinden, zulmünü gördüğü insanlardan hakkını alacaklar. Ondan sonra “كُونُوا تُرَابًا” denilecek, “toprak olun” denilecek. Onlar bitecek, ömrü. Kâfirler de diyecekler ki:

“Keşke biz insan olarak değil de biz hayvan olarak gelseydik de biz de yok olup gitseydik.”

وَيَقُولُ الْكَافِرُ يَا لَيْتَنِى كُنْتُ تُرَابًا

“…Keşke biz de toprak olsaydık diyecek.” (en-Nebe, 4)

Velhâsıl zor gün. Ondan sonra:

“…Zinâ etmezler, bunları yapanlar, günahı(n cezasını) bulur.” (el-Furkân, 68)

Allah korusun, bu da, zinâ da bir toplumun kanseri. Bir de kıyamet alâmetlerinin en mühimlerinden biri. Hadîs-i şerîfte buyruluyor:

“Eğer diyor, bu diyor, zina, alenî hâle gelirse, alenî hâlde işlenirse, Allah birçok bilinmeyen hastalık ve musibetler gönderir.” buyuruyor. (İbn-i Mâce, Fiten, 22; Hâkim, IV, 583/8623; Beyhakî, Şuab, III, 197)

Ondan sonra gelen âyetler var; o kıyamet gününün durumunu Cenâb-ı Hak bildiriyor. Ondan sonra; Cenâb-ı Hak çok merhametli:

“Ancak tevbe ve îmân edip sâlih amel işleyenler başkadır. Allah onların kötülüklerini iyiye çevirir, Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (el-Furkân, 70)

Kardeşler! İşte Ramazân-ı Şerîf’e girdik. Ramazân-ı Şerîf mağfiret iklimi. Çok çok duâ etmeliyiz. Tevbelerimiz, تَوْبَةً نَصُوحًا  (Tahrîm, 8) olmalıdır. Yani dilde değil, fiilde tevbeler olmalıdır. Tevbelerimizi amel-i sâlihlerle te’yid etmemiz lâzım. Yaptığımız yanlışlıklardan da bir daha yapmayıp, ateşten kaçar gibi kaçmamız ve bize yaptığımız o kötü ameller bir ıztırap vermesi lâzım.

Cenâb-ı Hak yine Lokman Sûresi’nde:

“…Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. Şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokmân, 33) buyuruyor.

Demek ki kul istikâmete girecek, amel-i sâlih sahibi olacak. Birtakım rûhânî meziyetlerle müzeyyen hâle gelecek. Cenâb-ı Hakk’a daima istiğfar hâlinde olacak.

Yine Cenâb-ı Hakk’ın müjdesi:

“Tevbe edip sâlih ameller işlerse (yani tevbe edecek ve sâlih amel işlerse) şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allâh’a döner.” (el-Furkân, 71)

Fakat tabi kardeşler; kul hakkı, o kalacak. Kul hakkı kıyamete… Kul hakkıyla, tek çâre, helâlleşecek. Kul hakkı olarak öldü, onun çoluk çocuğuyla bunu ödeyecek. Ona da imkân yok; onun için hayır-hasenat yapacak. O imkânı da yok; onun için, kul hakkı geçene, bol bol onun için istiğfar edecek Cenâb-ı Hak’tan. Aksi hâlde kıyamet günü sevaplarını verecek, sevapları biterse, onun günahlarını yüklenecek.

Yine ondan sonra gelen âyetlerde:

“Kendilerine Rab’lerinin âyetleri hatırlatıldığında ise onlara sağır ve kör davranmazlar.” (el-Furkân, 73)

Yani her âyet bir duygu derinliğine götürecek. Tabi bu da kalbin sanatı oluyor.

Rasûlullah Efendimiz nasıl dinleniyor, nasıl bir huzur buluyordu? Ashâbına Kur’ân öğretmek ve yaşatmakla huzur buluyordu. İnfak etmekle dinleniyordu. İnfak etmekle açlığını unutuyordu. Bir yetimin, bir garibin, yalnızın derdine derman olmakla dinleniyordu. Yemek yemekle değil, yedirmekle doyuyordu. İnsanları hidâyete davet etmekle huzur buluyordu.

Mü’minlerin âhiret mutluluğu için, onları takvâya erdirmekle dinleniyordu. Yani mânevî güç/rûhâniyet, maddî gücü bertaraf ediyordu. Yani bir gönlün Kur’ân-ı Kerîm’i lâyıkıyla duyup hissedebilmesi, ancak o gönlün, Peygamber Efendimiz’i duymuş;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96])

Efendimiz’i çok sevmiş, Efendimiz’le beraber olmanın hissiyâtı içinde olmasıyla mümkün.

Yani daima bir mü’min kendini muhasebe edecek:

“Benim bu kıldığım namaz, oruç, zekât, infak… Allah Rasûlü benim bu durumumu, bu hâlimi görseydi, acaba tebessüm eder miydi, etmez miydi? Ne kadar bir huşû, bir vecd hâlindeyim?..”

Ondan sonra gelen âyette, bir toplum:

رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا

((Ve o kullar): «Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl…” [el-Furkân, 74])

Burada “ezvâc” buyuruyor. Demek ki kız çocuklarımıza çok îtinâ göstermemiz lâzım. Âilenin temelinde hanımlar vardır. Onun için hanımlar “قُرَّةَ اَعْيُنٍ : göz nûru” olursa, ondan yetişen nesiller de göz nûru olur. Toplum da; “وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا” takvâ üzerine bir toplum olur. Oradaki fertler de takvâda önder olurlar.

Yani kusursuz bir evlât isteyen, kusursuz bir anne-baba olma mecburiyetindedir.

Eğitim, annenin karnında başlar. Annenin aldığı gıdalardan hissiyat teşekkül eder. Annenin ağzından çıkan her bir kelime, çocuğun hissiyâtına konulan bir tuğla mesabesindedir. Yani anne yüreği, çocuğun eğitim gördüğü sınıftır. Yüksek karakterli kişiler, daha ziyâde sâliha annelerin yetiştirdiği insanlardır.

Ondan sonra gelen âyet, tabi “ibâdurrahmân” olabilmek, bu da tabi zor, meşakkatli bir iş ve gönül işi bu. Gönlün mesâî işi bu. Cenâb-ı Hak:

“İşte onlara, sabretmelerine karşı Cennet’in en yüksek makamı verilecek. (Tabi bu işler, bir sabır istiyor demek ki.) Orada hürmet ve selâmla karşılanacaklardır. Orada ebedî kalacaklardır. Orası ne güzel bir yerleşme, bir ikamet yeridir.” (el-Furkân, 75-76)

Cenâb-ı Hak -inşâallah- cümlemize “ibâdurrahmân” olabilmeyi, Ramazân-ı Şerîf’imizin -inşâallah- büyük bir huşû, vecd ve istiğrâk içinde geçmesi ve Ramazân-ı Şerîf’ten tertemiz bir bayram sabahı içinde, gerçek mânâda bayram sabahı içinde nâil olabilmemiz, hayatımızın bir Ramazan muhtevâsında geçmesi, son nefesimizin bir Ramazan, bir bayram olmasını, Cenâb-ı Hak ihsan, ikram eylesin.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın bir şeyiyle bitirelim, îkâzıyla, irşâdıyla:

“Sâlih ve sâdık insanlarla beraber olun. Onlarla oturup kalkın ki onların karakter ve şahsiyeti sizlere sirâyet etsin. Onlar hayattayken sizleri özlesinler. Ve vefâtınızda sizlere hasret duysunlar.”

Yine Sâdî-i Şîrâzî buyuruyor:

“Öyle bir hayat yaşa ki, öyle bir takvâ hayatı yaşa ki, öldüğün zaman insanlar bir güneş battı, bir yıldız kaydı diye, seni rahmetle ansınlar.”

Cenâb-ı Hak -inşâallah- hayatımızın en güzel ânını son nefes ânı olmasını nasîb eylesin.

Duâmızın kabûlü niyazıyla; Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..