DiNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
1436 VELÂDET KANDİLİ ÖZEL MÜLÂKATI
“PEYGAMBERİMİZ’İN KALBİ MAHŞER YERİ GİBİYDİ”
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Söze, Velâdet Kandiliʼni bütün müʼminlerin, İslâm âleminin, tebrik ederek başlayalım. Bugün, Rasûl-i Ekrem Efendimizʼin kâinâtı teşriflerinin 1436. yıl dönümü. Ve bugün, günü tesʼîde/kutlamaya bir sohbetle başlayalım istiyoruz, muhterem Osman Nûri TOPBAŞ Hocamızʼla. Kabul buyurdular. İnşâallah bir velâdet sohbeti yapmak istiyoruz.
Efendim, teşekkür ederiz, öncelikle böyle bir Velâdet Kandiliʼnde sohbet imkânı lûtfettiğiniz için.
İsterseniz, sohbetimize Velâdet Kandiliʼnin önemiyle başlayalım. Biz biliyoruz ki, zât-ı âliniz, böyle sene-i devriyelerin kutlanması gibi âdetleri çok önemli bulmuyorsunuz. Ama Velâdet Kandiliʼne özel bir ehemmiyet veriyorsunuz. Neden, yani Velâdet Kandili bizim için önemlidir? Neden böyle bir günde ayrı bir hassasiyet yüklenmemiz gerekiyor?
İsterseniz, buradan başlayalım sohbetimize…
İnşâallah… Teberrüken/bereket olması için, salevât-ı şerîfe ile başlayalım:
Ol Seyyidü’l-Kevneyn Muhammed Mustafâ’ya salevât!..
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ بَارِكْ وَ سَلِّمْ
Ol Rasûlü’s-Sekaleyn Muhammed Mustafâ’ya salevât!..
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ بَارِكْ وَ سَلِّمْ
Ol İmâmu’l-Harameyn Muhammed Mustafâ’ya salevât!..
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ بَارِكْ وَ سَلِّمْ
Ol Ceddü’l-Haseneyn Muhammed Mustafâ’ya salevât!..
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ بَارِكْ وَ سَلِّمْ
Efendim, bugün çok ehemmiyetli bir gün. Bütün müslümanların, İslâm dünyasının bir sevinç günü. Bizlere Cenâb-ı Hakkʼın çok büyük ihsan ve çok büyük lûtfu. Efendimizʼe ümmet olabilmenin…
Müslim hadîs-i şerîfinde buyruluyor:
“Ben Pazartesi günü doğdum.” buyruluyor. “Pazartesi günü bana ilk vahiy geldi.” buyruluyor. (Müslim, Sıyâm, 198)
Bu bir, Efendimizʼin o gün oruç tutması, bir Cenâb-ı Hakkʼa bir teşekkür, Cenâb-ı Hakkʼa bir şükrân. Bizler de -inşâallah- Cenâb-ı Hakkʼa bir teşekkür olarak, şükür olarak, bu mübarek günü bir bayram olarak -inşâallah- yaşayacağız.
Velâdet Kandili, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberler Sultânı -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in dünyayı teşrif buyurdukları gündür.
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yüceliğini tam mânâsıyla kavramaya hiçbir beşerin gücü yetmez. Biz, O’nu sırf kendi sınırlı idrâkimizle ölçebiliriz. Bir misal vermek istersek:
Bir karınca bir gölün kenarına gittiği zaman, ancak alabildiği kadar bir su alabilir. Daha fazlasını alayım derse o suda boğulur geçer. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“Benim bildiğimi bilseydiniz; yemezdiniz, içmezdiniz, sahralara düşerdiniz.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 5/12)
Beşer idrâkinin bu sahadaki aczi yüzündendir ki, O’nu bizzat Cenâb-ı Hak tekrîm ve takdîm ediyor. O’nun şânını ifâde sadedinde Cenâb-ı Hak:
“Allah ve melekleri, Peygamber’e salât ederler. Ey mü’minler! Siz de O’na salevât getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56) buyuruyor.
Demek ki O, “Rahmeten liʼl-âlemîn” olarak gönderildi. Cenâb-ı Hak o rahmetini bildiriyor:
“Allah salât eder, melekler de salât eder…”
Melekler de bir duâ hâlinde. Bizlere de Cenâb-ı Hak;
“…Siz de O’na salevât getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56) buyuruyor.
Efendim, şimdi, tam idrâk edemesek de yine de Rasûlullah Efendimizʼin -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin, idrâk alanımıza giren bir hüviyeti var. O bizim, Rasûlullah Efendimizʼle hukukumuzu da oluşturuyor. Yani, belki böyle bir velâdet gününde bu hukukun muhâsebesini de yapmak gerekiyor:
Bizimle Rasûl-i Ekrem Efendimizʼin hukuku hangi noktada? Biz hangi noktadayız? Biz Oʼna ne kadar benziyoruz, benzemiyoruz? Ne kadar yakınız? Ne kadar uzağında kaldık? Yani böyle… Şimdi 1436 yıl geçmiş. Hicretin daha belki farklı bir tarih vermek lâzım. Şimdi bunun muhâsebesi. Yani nasıl bir hukuk bizimle? Meselâ Rabbimiz, bu hukuku nasıl çiziyor? Rasûlullah Efendimiz bizim için nedir? Bunun idrâki noktasında neler söylemek söylersiniz?
Yine ben bir âyet-i kerîmeden başlayayım. Tevbe Sûresi 128. âyette Cenâb-ı Hak:
“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız Oʼnu (çok üzer) çok ağır gelir Oʼna. Çünkü O, size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatli ve çok merhametlidir.” (et-Tevbe, 128)
Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼde hiçbir âyette, hiçbir peygambere “raûf ve rahîm” ifadesini beraber, ifâde edilmiyor Kurʼân-ı Kerîmʼde. Yalnız -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe.
Demek ki Cenâb-ı Hak bizi öyle bir Peygamberʼe ümmet kıldı ki O, çok merhametli ve çok şefkatli.
Yine Efendimiz buyuruyor hadîs-i şerîfte:
“…Ben” diyor “(İsrâfil) Sûrʼu üfürünceye kadar «ümmetî, ümmetî» diyeceğim.” buyuruyor. (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)
“…Güzel amelleriniz bana arz olur, ben sevinirim.” buyuruyor. “Menfî amelleriniz bana arz olur, ben üzülürüm, istiğfar ederim sizin nâmınıza.” buyuruyor. (Heysemî, IX, 24)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ümmetine bu kadar düşkün. Buna da mukâbil, yine Efendimiz buyuruyor Vedâ Hutbesiʼnde:
“Sakın!” diyor. “Kıyâmet günü…” diyor. “Benim yüzümü kara çıkartmayın günah işlemekle.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56) Bu çok ibretli…
Demek ki yani, bizim bu zamanda işlediğimiz yanlışlar da Rasûlullah Efendimizʼi üzecek Efendim, üzecek yani.
Üzecek. Çünkü “çok raûf ve çok rahîmdir” buyuruyor.
Demek ki tâ kıyâmete kadar bu hâl devam edecek. Yani Efendimizʼe dâimâ ümmet-i Muhammedʼin hâlini Cenâb-ı Hak arz ettirecek. Ve bize de Rasûlullah Efendimiz “Aman!” diyor “Benim…” diyor “Yüzümü…” diyor “Kıyâmet günü kara çıkartmayın!” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)
Velhâsıl, demek ki her hâlimize O “üsve-i hasene”…
Belki Efendim, şöyle bir şey mi acaba: Rasûlullah Efendimiz bundan 1400 küsur sene önce yaşadı. Sanki bu ilişkiler sadece sahâbe ile ilişkileriymiş gibi. Yani aradan bu kadar zaman geçmiş. Ümmet, o, meselâ Peygamberʼimizin “raûf” sıfatını hissetmiyormuş gibi. Hâlbuki bunlar bize de yönelik değil mi Efendim?
Tabi, tabi, kıyâmete kadar… Çünkü “Rahmeten liʼl-âlemîn”. Her peygamber muayyen bir topluma gelmiştir. Yalnız, yalnız, 124.000 küsur peygamber arasında yalnız -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, en alt kademeden en üst kademeye kadar bütün asırlara, kıyamete kadar gelecek bir zaman diliminde bütün insanlığa ve cinlere gelmiştir.
Oʼnu nasıl ashâb-ı kirâm idrâk etti? O câhiliye insanı, kaba-saba insan, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe ümmet olmakla, Oʼna tâbî olmakla bir fazîletler medeniyeti inşâ etti.
Bizim de bugün aynı şekilde bir fazîletler medeniyeti inşâ etmemiz lâzım.
Yani Rabbimiz, Rasûl-i Ekrem Efendimizʼle hukukumuzu da bu çerçeveye koyuyor değil mi Efendim? Yani Allah sevgisiyle Peygamberʼe itaati iç içe zikrediyor.
Evet, tabi. Zira, yine diğer Ahzâb Sûresiʼnin 21. âyetinde Cenâb-ı Hak:
“Andolsun ki (yemin olsun ki), Rasûlullah, sizin için, Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir (üsve-i hasenedir).” (el-Ahzâb, 21) buyuruyor.
Burada üç tane, Cenâb-ı Hak şart bildiriyor bize:
Nasıl sahâbîye, Efendimiz örnek oldu, bize de 1400 sene sonra örnek olması için, üç şartı yerine getirmemiz lâzım.
Birincisi:
“Allâhʼa kavuşmayı umanlar.” âyet-i kerîmede. Yani îmânın bir güç kazanması lâzım. Aşk ile yaşanan bir îmanın kalplerde yerleşmesi lâzım.
İkincisi:
“Âhirete kavuşmayı umanlar.”
Rasûlullah Efendimiz dâimâ bir îkaz hâlinde; “Esas hayat, âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)
Yani varlıkta, imkânlarda aşırıya gitmemek, taşkınlık olmaması; zor zamanlarda bir ümidin kırılmaması için, dâimâ Efendimiz; “Esas hayat, âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)
Demek ki bir müslüman her hâl ve ahvâlde eğer bir âhiret endişesi içinde yaşıyorsa, o, âyet-i kerîmenin şümûlüne girer.
Üçüncüsü de:
“Allâhʼı çok çok zikredenler için, Allah Rasûlü ne güzel bir örnektir, güzel bir örnek vardır.” Bir üsve-i hasenedir.
Yani şöyle mi anlamamız lâzım Efendim: “Peygamberimiz benim için örnektir.” demek, sözde demek yetmiyor. O kıvama gelmek lâzım ki o örneklik bir mânâ taşısın.
Tabi. Ashâb-ı kirâm, sözde sahâbî değildi özde sahâbî idi. Yani Allah Rasûlüʼne hayran oldu ashâb-ı kirâm. Çünkü insanlar dâimâ fazîlete ve karaktere, şahsiyete hayrandır. Efendimizʼde o vasfı gördü.
Cenâb-ı Hak da insanı o istîdatta yarattı. Yani “halîfe” olarak kendisini yarattığını bildiriyor. Demek ki insan, o istîdâdı inkişâf ettirdiği zaman, Allah Rasûlüʼnü daha yakından tanıyor.
İşte ashâb-ı kirâm daha yakından tanıdı. Hayran oldu. “Canım-malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” dedi.
Yani öyle bir muhabbet/sevgi meydana geldi ki, canı fedâ etmek bir lezzet hâline geldi. Hattâ o kadar ki “Allah Rasûlü nasıl su içerdi? Nasıl oturur, nasıl kalkardı?”
Ashâb-ı kirâm ararlardı: “O, hangi ağacın altında gölgelendi?” O ağacı bulurlardı. “Sırtını hangi kayaya dayadı?” Gidip o kayayı bulup sırtlarını o kayaya dayarlardı.
Bunların hepsi, bir muhabbetin getirdiği bir neticedir. Güzel bir mâneviyat sermâyesidir.
Aynîleşme de onun içinden çıkıyor değil mi Efendim?
Rasûlullah Efendimiz de;
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ buyurdu. “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 96)
Bu da, hadîs-i şerîfin buyrulması, şöyle bir hâdise oldu:
Sevban vardı. Sevban köleydi. Efendimizʼin sohbetinde bulunur, eve gider, tekrar Efendimizʼin sohbetini arardı. Sohbete gelir; bir vecd, heyecan içinde, istiğrak hâlinde sohbeti dinlerdi.
Bir gün Sevban geldi. Çok mahzundu, mağmumdu, hüzünlüydü.
Efendimiz:
“‒Sevban! Nedir derdin?” dedi. “Seni bu gama düşüren nedir?” dedi.
Sevban dedi ki:
“‒Yâ Rasûlâllah!” dedi. “Ya siz benden evvel vefat edeceksiniz veyahut da ben sizden daha sonra vefat edeceğim. Ben bu ayrılığa nasıl dayanacağım? Eve gidiyorum, hasret kalıyorum. Geliyorum, huzur buluyorum. Bambaşka bir âleme gidiyorum. Yine eve gidiyorum, bir hasretin içinde kıvranıyorum. Siz ise, Cennetʼte peygamberlerle beraber olacaksınız. Ben ise kim bilir nerede savrulup gideceğimi bilmiyorum yâ Rasûlâllah!”
Efendimiz bir müddet sükût ettikten sonra:
“‒Sevban!اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ : Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 96)
Demek ki burada, nasıl âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak “mallarıyla, canlarıyla Cennetʼi satın aldılar” buyruluyor. (Bkz. et-Tevbe, 111) Demek ki Cenâb-ı Hakkʼın bütün tâlimatlarına, Rasûlullah Efendimizʼin bütün tatbikatlarına gönülden gayret etmemiz lâzım.
Bizler de Efendim, âhirette Rasûl-i Ekrem Efendimizʼle beraber olabilir miyiz? Bu ümidi taşımalı mıyız Efendim?
Tabi. Çünkü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bize bir şefaat vaad ediyor.
Fakat Cenâb-ı Hak da îkaz ediyor:
“…Şeytan sizi Allâhʼın affıyla kandırmasın.” (Lokman, 33) buyruluyor. Rasûlullah Efendimizʼin izinde gideceğiz. Gafletimizden dolayı, Allâhʼın verdiği bu nîmetlere şükredememenin istiğfârı içinde bulunacağız. O hâlde yaşayacağız. Ondan sonra -inşâallah- Rasûlullah Efendimizʼle beraber olabilmeyi Cenâb-ı Hakʼtan arzu edeceğiz.
Efendim, bir şey var, bu Dârimîʼnin Mukaddimeʼsinde bir ifade var. Ya bu bir evliyâullah ifadesi veyahut bir hadîs-i şeriften aktarma. Buyruluyor ki:
“Dînin elden çıkışı, sünnetin terkiyle başlar. Halat nasıl lif lif kopup parçalanırsa, dîn de sünnetin birer birer terkiyle ortadan kalkar.” (Bkz. Dârimî, Mukaddime, 16)
Yani insanın Efendimizʼin sünnetlerinden tek tek kopuşu, bir halatın ipinin tek tek çözülüp kopması gibidir. Halat, bütün olarak sağlamdır. Ama tel tel sökülürse, o sağlamlıktan eser kalmaz. Sünnetlerin birer birer hayatımızdan çekilmesi, -Allah korusun- ebedî felâhımızı, pamuk ipliğine bağlı hâle getirmektir.
Onun için evliyâullah, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin her hâline dikkat ederdi.
Meselâ İmâm-ı Rabbânî Hazretleri karanfil istedi. Talebesi de altı tane getirdi.
“‒Oğlum!” dedi. “Bilmez misin, Allah -celle celâlühû- teki sever, sen niye tek getirmedin?”
Yine bir gün, -afedersiniz- tuvalete girerken, sağ ayakla girdi:
“‒O gün rûhâniyetim kayboldu.” buyuruyor.
Mâlum solla girilir ve sağla çıkılır.
Yine buna benzer misaller çok…
Efendim, bu örnek “üsve-i hasene”, Rabbimiz Rasûl-i Ekrem Efendimizʼi “üsve-i hasene” olarak takdim buyuruyor. Yani “güzel örnek, en güzel örnek”. Yani kendimize baktığımızda Rasûl-i Ekrem Efendimizʼin hangi hususiyetlerini örnek olarak almalıyız?
Meselâ “Rahmeten liʼl-âlemîn” buyruluyor Peygamberimiz için. Her hâlde siz de en çok merhamet konusunda son derece hassassınız; bir müʼminin merhametli olması hususunda. Yani onu, Rasûl-i Ekrem Efendimizʼden yola çıkarak mutlakâ ifade buyuruyorsunuz.
Meselâ müslümanın, Peygamberimizʼin rahmet özelliğini alması, Oʼnu örnek olarak alması, nasıl bir şahsiyet üstlenmemizi sağlar bizim?
Biraz önce naklettiğiniz, çok önemli bir söz. Yani dîne bağlılığı, sünnete bağlılıkla eşdeğerdir buyurdunuz. Yani sünnet de Peygamberimizʼin örnek alınması gereken bütün muazzez şahsiyeti.
Meselâ “rahmet” husûsiyeti üzerinde değerlendirme yapar mısınız?
Ben şuradan başlayayım. İbadetler var. İbadetler zarûrî. Fakat öyle bir ibadet isteniyor ki, bu, ruh, gönül âlemi feyizlerle dolsun, rûhânîyetlerle dolsun.
Meselâ namaz. Namazı Cenâb-ı Hak “…kötülüklerden men eder…” buyuruyor. (el-Ankebût, 45) Eğer kötülüklerden men etmeyen bir namazı, yat-kalk olan bir namazı, orada da Cenâb-ı Hak:
فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ “Yazıklar olsun…” diyor. (el-Mâûn, 4) Allâhʼın bu nîmetini takdir edemiyor, zâyî ediyor namazı. Çünkü namazda “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyruluyor. İlâhî huzurda bir duruş…
Oruca geldiğimiz zaman; oruç, bir perhiz değil. Aynı zamanda gönle bir oruç tutturma, göze oruç tutturma, kulağa oruç tutturma. Gayretlerimizi daha çok seferber etme. Buyurduğunuz gibi, fakir-fukara, garip vs.
Zekât, zâten mecburî bir vergidir. Onun üzerinde infak vardır. İnfak da zekâttan daha öteyedir. Bütün müslümanlar üzerine zarûrîdir. “Bollukta ve darlıkta verirler.” buyruluyor. (Bkz. Âl-i İmrân, 134) Yani dâimâ bir merhamete teşvik.
Hac, umre vs… Bunlar da bize Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-ʼın Cenâb-ı Hakʼla dost olmasını bir tefekkür etmemizi, bize îcâb ediyor. Bunun neticesinde de, tabi bir, gönül feyizle, rûhâniyetle dolacak. Bir ahlâk seferberliği başlayacak.
Bu ahlâk seferberliğinin başında da, Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼde “Rahmân ve Rahîm” esmâsını bildiriyor. Yani çok merhametli olduğunu bildiriyor.
Diğer taraftan “Raûf ve Rahîm”, Peygamber Efendimiz de çok rahîm, çok merhametli ve çok şefkatli olmasını bildiriyor. (Bkz. et-Tevbe, 128)
Demek ki müʼmine, Rasûlullah Efendimizʼe ve Cenâb-ı Hak -celle celâlühû-ʼya yaklaştıran en büyük, bir müslümanın fârik vasfı; onun çok merhametli ve “Rahmân” sıfatının bir “Rahîm” sıfatının bir tecellîsinde olması zarureti önümüze gelmiş oluyor.
Bunun misalleri çok. Yani bunun misalleri sonsuz. Meselâ Âişe Vâlidemiz buyuruyor ki:
Biz diyor, Medîne-i Münevvereʼde diyor, çok rahat bir hayat yaşanabilirdi diyor. Ganimetler gelirdi diyor. (Mâlûm, beşte biri Allah ve Rasûlüʼne âit.) Ganimetleri Allah Rasûlü dağıtmadan bir huzur bulamazdı buyuruyor. Evine çok az bir şey gönderirdi. Çoğunu, bir garip, bir fakir gelirdi, Efendimizʼin önünde dururdu. Efendimiz evindekini de gönderirdi. Evde sudan başka bir şey kalmazdı.
Yine hattâ o kadar incedir ki yine bir garip daha gelirdi, Efendimiz ona hiçbir şey verememesi dolayısıyla utanırdı. Başını öbür tarafa çevirirdi. Cenâb-ı Hak İsrâ Sûresiʼnde “قَوْلًا مَيْسُورًا” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 28) “Eğer hiçbir şey veremiyorsan, başını çevirme, ona birkaç tane tatlı söz söyle.”
Bize bu, şunu telkin ediyor ki, bir müslümanın hayatında çıkmaz sokak göstermek yok. Hiçbir şey veremiyorsa bir müslüman, gidip tesellî edecek.
Onun için, Efendimiz… Hayat o kadar, İslâmî hayat o kadar ince ki, Efendimiz; “İlk defa” diyor, “Selâmı sen ver.” diyor. Çünkü selâm, bir duâdır. “Allâhʼın selâmeti üzerine olsun” diye duâ ediyorsun kardeşine. “İlk defa sen ver.” buyuruyor, sen yaklaş. (Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 132-133/5197; Tirmizî, İsti’zân, 6)
Sonra, Efendimiz bir hitâb ederken, başını çevirip hitâb etmiyor. Vücûduyla dönüyor. Bu da bir samimiyet, bir gönül frekansı, bir trans, bir inʼikâs, insibağ, bir cereyan hattı…
Bunun misalleri çok, Efendimizʼde. Birkaç misal, eğer arzu ederseniz.
Lütfen Efendim, lütfen, estağfirullah…
Meselâ, Mudar Kabîlesiʼnden bir grup insan geldi. Üst başları perişan ve yok. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz onları gördü ve rengi bembeyaz oldu.
“‒Bilâl! Ezan oku!” dedi.
Bilâl -radıyallâhu anh- ezan okudu. Cemaat toplandı. Efendimiz iki rekât namaz kıldırdı. Bu da çok bir, bana mânidar gelir. Çünkü Cenâb-ı Hak:
“Sabır ve namazla Allâhʼa ilticâ edin.” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 153)
Arkadan, Efendimiz:
“‒Herkes evinde ne varsa getirsin.” buyurdu.
Kimi sahâbînin evinde çok vardı. Bir çuvala doldurdu. Çuvalı zor taşıyarak getirdi. Hattâ bir sahâbî, evinde bir avuç arpa vardı; arpayı avucuna koyarak getirdi.
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin o sapsarı, kireç gibi olan rengi, birdenbire pembeleşti, Efendimiz bir huzur buldu. (Bkz. Müslim, Zekât, 69)
Demek ki bir müʼmin, bir kardeşinin sevinciyle bir huzur bulmalı.
Sâdî-i Şîrâzî Hazretleri buyuruyor ki:
“Hak dostları, kimsenin alışveriş yapmadığı dükkânlardan alışveriş yaparlar.”
Yani gariplerin, kimsesizlerin, yalnızların ve mâtemlerin civârında bulunurlar. Onları tesellî ederler.
Sırf bu, insana mı? Değil… Efendimizʼin merhameti bütün mahlûkâta…
Yine bir gün Efendimiz merhametten bahsediyordu. Ashâb-ı kirâm dedi ki:
“‒Yâ Rasûlâllah! Biz çok merhametliyiz hepimiz.”
Efendimiz:
“‒Yok.” dedi. “Benim bahsettiğim merhamet, kişinin akrabasının dışına akseden merhamettir. Yâni âm ve şâmil merhamettir. Bütün mahlûkâtı kapsayan bir merhamettir.” (Hâkim, IV, 185/7310)
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz meselâ Beytüʼl-mâlʼden zekât verirdi. Zekât… Oradan koyunlar, hayvanlar verirdi zekât olarak. Verirken de şunu tembih ederdi:
“‒Bunu alın götürün. Âilenize tembih edin; hayvanın üstü toz-toprak içinde kalmasın.” Bu bir.
İkincisi:
“‒Sütünü sağarken de tırnaklarını kessinler, hayvanın memesine tırnakları batmasın.”
Üçüncüsü:
“‒Yine bu hayvanların sütlerini sağarken tamamını sağmasınlar, yavrularına da bıraksınlar.” (Bkz. Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)
Yine Efendimiz, bir kişinin koyunu kulağından çekerek götürdüğünü gördü:
“‒Niçin boynuzundan tutmuyorsun?” buyurdu. (İbn-i Mâce, Zebâih, 3)
Yine biri, bir hayvanın önünde bıçağı bileyliyordu.
“‒Bu hayvanı kaç sefer öldürüyorsun?” buyurdu. “Arkada bu bıçağı bileylesen olmaz mı?” buyurdu. (Hâkim, IV, 257)
Yine Mekke fethine giderken… (Tabi bu, bizlere çok derin bir ibret.) Bir dişi köpek, yavrularını emziriyordu. Sürâka isimli bir sahâbîyi dikti. Kâfilenin karşı taraftan geçmesini (emretti)… (Vâkıdî, II, 804)
Yani dâimâ bir merhamet telkini.
Yine Efendimiz, develer üzerinde sohbet eden bir cemaat gördü:
“‒Cenâb-ı Hak size bunu bir kürsü, bir koltuk olarak halk etmedi. Bunların işi bittiği zaman yere inin, onlar da dinlensin. Yerde sohbet edin.” buyurdu. (Bkz. Ahmed, III, 439)
Velhâsıl merhamet, merhamet, merhamet…
Nasıl bir kalp Efendim?
Nasıl bir kalp?
“Varlıkta ve yoklukta infâk ederler.” buyruluyor. (Bkz. Âl-i İmrân, 134)
Ebû Zer (sahâbenin) en fakiriydi. İnfak edecek bir, zâten zekâtı yoktu. İnfak edecek fazla bir şeyi de yoktu. Efendimiz, ona da tâlimat verdi:
“‒Ebû Zer!” dedi. “Çorbana su koy.” dedi. Çünkü tane koyacak hâli yoktu. Bir…
İkincisi;
“‒Etrafını gözet!” dedi. Kim o çorbadan mahrum?.. (Bkz. Müslim, Birr, 142)
Üçüncüsü de:
“‒Verirken de bir nezâketle ver!” buyurdu.
Niye? Çünkü:
يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ : “…Sadakaları (Cenâb-ı Hak) alır…” (et-Tevbe, 104)
İslâm, bir inceliktir, zarâfettir, hassâsiyettir.
Efendim burada, belki örnekleri yine çoğaltmak mümkün. Biraz sonra yine alırız. Ama dikkatimi çeken bir şey var: Rasûl-i Ekrem Efendimiz meselâ bir tavsiyede bulunuyor; sahâbe seferber oluyor Efendim. Yani arpası varsa arpasını getiriyor. Hurması varsa hurmasını getiriyor. Yani bu, müʼminle Rasûl-i Ekrem Efendimizʼin ilişkisi açısından, yani bize örnek olması bakımından neler söylersiniz?
Yani sahâbe nasıl bakıyordu Rasûl-i Ekrem Efendimizʼin tavsiyelerine? Bizler nasıl bakmalıyız? Biraz kendimize zaman zaman getirelim diyorum.
Tabi, efendim kendimizi bir muhâsebeye çekmemiz zarûrî. Meselâ bir babayı düşünün: Evlâtlarını çok sever. Evlâtları istedi; o gün fedakârlığa katlanarak getirir ona, eğer meşrû isteklerse.
Yine evlâtlarının, âilesinin, eşinin meşrû isteklerini yerine getirmeye çalışır. Çünkü kalbî râbıta vardır, bağlantı vardır. Fakat Cenâb-ı Hak bizlere;
“…Siz eğer Allâhʼı seviyorsanız, Rasûlullâhʼa itaat edin, Allah da sizi sevsin ve size mağfiret etsin…” buyuruyor. (Bkz. Âl-i İmrân, 31)
Demek ki burada hedef; “el-Vedûd” sıfatı Cenâb-ı Hakkʼa âit, sevgi, muhabbet sıfatı… Ve bütün mahlûkatta yaygın durumda. Bir dişi kedi, beş tane yavrusu olsa, beşini de emzirir. Hiçbirini bırakmaz. Kendisi zayıf da düşse emzirir. Böylece bir teselsül meydana gelir. Fakat insanda ise bu muhabbet, öyle bir muhabbet olacak ki, bu fânî muhabbetler basamak olacak ve muhabbet Rasûlullâhʼa, oradan da Allâhʼa ulaşacak.
Eğer… Muhabbet, Allâhʼın çok verdiği, çok ihsân ettiği bir nîmettir. Eğer biz bu muhabbet nîmetini, eğer nefsânî arzuların esâreti altında kullanırsak, o zaman bir pırlantanın -af edersiniz- bir çöp tenekesine düşmesi kadar bir hazindir.
Cenâb-ı Hak bize fânî muhabbetleri veriyor ki -meşrû-, bunlar basamak olacak, Cenâb-ı Hakkʼa muhabbet artacak. Rasûlullah Efendimizʼe muhabbet artacak. Rasûlullah Efendimizʼde bir şahsiyet, bir karakter görecek. O şahsiyet, o karaktere hayran olacak.
İşte ashâb-ı kirâm, o karakter, o şahsiyeti yakından tanıdı. Buna şöyle bir misal veririz:
Uçakla giderken, her memleket birbirine benzer yukarıdan. Üç-dört kilometre yukarıdan baktığımız zaman. Fakat o memlekete indiğiniz zaman, o memleketin yollarını görürsünüz, ağaçlarını görürsünüz, meyvelerini görürsünüz, ötüşen kuşlarını görürsünüz. O memleketi daha çok yakından tanırsınız.
Biz de -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi yakından tanıyabilmeliyiz. Yakından tanıyabilmek de -sohbetin başında bahsettiğimiz gibi- ashâb-ı kirâm Rasûlullâhʼın her hâline dikkat etti. O kadar o şahsiyete, o karaktere hayran oldu ki, Oʼnun her hâline dikkat etti: Nasıl yiyor, nasıl içiyor, nasıl şey oluyor, muâmelâtı nasıl, konuşması nasıl, vesâiresi nasıl? Hep bu hayranlık vardı.
Niye o hayranlık vardı Efendim? Ashâb nasıl baktı Rasûl-i Ekrem Efendimizʼe?
Efendim tabi bu, muhabbeti yakalayabildi. Bu çok mühim.
Neden Efendim?
Yine bu, Sünnet-i Seniyyeʼye tâbî olmaktan. Yani bu hayranlık, bir şahsiyet ve bir karakter hayranlığı. Burada tabi şu şeydir: Efendimizʼin karakter ve şahsiyeti üzerinde, Dünyaʼda ittifak vardır. Yani müslüman, hristiyan, ateist; ittifak vardır.
Meselâ Lafayet, o Fransız İhtilâliʼnde bağırıyor:
“Ey büyük insan!” diyor. “Senin Dünyaʼda tevzî ettiğin hak ve hukuku şimdiye kadar kimse tevzî etmedi.” diyor.
Yine Thomas (Carlyle) diyor ki:
“Hırkasının yamasını yamayan Muhammed kadar hiçbir, başında taçla gezen bir kral Dünyaʼda îtibar bulmadı.” diyor.
Martin Luther, Almanyaʼda…
“‒Yâ Rabbi!” diyor. “Buraya Türkleri gönder ki diyor, Senʼin adâletin burada onlarla tecellî etsin.” diyor.
Notaras, Bizans asillerinden…
“Biz diyor, Romaʼnın diyor, serpuşunu görmektense İstanbul sokaklarında diyor, müslümanların sarığını görmeyi tercih ederiz.” diyor.
Bunlar, hep bir karakter ve şahsiyete hayranlıktır.
Yine -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dîni tebliğden evvel, akrabalarını (Ebû) Kubeys Dağıʼda topladı. “Gelin müslüman olun” demeden evvel:
“‒Şu dağın arkasında düşman var desem kabul eder misiniz?” dedi. Onlar da dedi ki:
“‒İçimizde en doğru insan Senʼsin.” dediler. “Sen, el-Emînʼsin, es-Sâdıkʼsın.” dediler. “Senʼin her dediğin doğrudur.” dediler.
Demek ki bu bir karakter ve şahsiyete hayranlık. İşte sahâbî o karakter ve şahsiyete hayran oldu. Rasûlullah Efendimizʼin kültürüne girdi.
Tabi bugünkü muhtelif kültürlerle kalpler bulandı. Komünizmle kalpler bulandı. Kapitalizmle kalpler bulandı. “Bırakınız yapsın, bırakınız geçsin, altta kalan ne olursa olsun.” Bunlarla bulandı.
Televizyonun menfî, yani nefsânî programları, internetin insanların savrulduğu menfî sokakları, kandırmaca olan modalar, kandırmaca olan, biri on gösteren reklâmlar… Tabi bunları tesiri altında rûhânî hayat zayıfladı, nefsânî hayat güç kazandı.
Bunun neticesinde tabi bu bağlantı azaldı. Bugün tekrar bizlerin Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin o nûrânî dokusundan bir hisse almanın gayreti içinde olmamız lâzım.
Buyrulduğu gibi; bir halat gibidir Sünnet-i Seniyye. Her lifin kopması, Sünnet-i Seniyyeʼden kopması, en sonra, lifler koptuktan sonra, halat gücünü kaybeder ve kopar.
Onun için Efendimiz buyuruyor:
“Öyle bir zaman gelecek ki, akşam kâfir sabah müʼmin, sabah kâfir akşam müʼmin…” (Müslim, Îman, 186; Tirmizî, Fiten 30, Zühd 3)
Rasûlullah Efendimiz de buyuruyor ki:
“Kim kelime-i tevhîdle vefât ederse “دَخَلَ الْجَنَّة” Cennetʼe girer.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Cenâiz 20; Hâkim, el-Müstedrek, I, 351)
Demek ki kelime-i tevhidle yaşamak için “Lâ ilâhe”; Allahʼtan uzaklaştıracak bütün nefsânî arzuları bertaraf etme, onların putperestliğinden kalpleri kurtarma; “İllâllah”; Cenâb-ı Hakkʼın rahmet tecellîleri, cemâlî sıfatlarıyla istikâmetlenme.
Bugün bilhassa dîni yakından tanımamızı, yakından dîni öğrenmemizi, tekrar öğrenmemizi ve bir takvâ hayatımızın, Rasûlullah Efendimizʼin izinden giden bir hayatımızın olması zarurî…
Efendim, Kurʼânʼda Rasûl-i Ekrem Efendimiz için; “Yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4) tavsifinde de bulunuluyor. Yani bir Ahlâk Peygamberi aynı zamanda. Ve ahlâk, müslümanın olmazsa olmazı. Yani, orada biz, Rasûl-i Ekrem Efendimizʼin ahlâkına baktığımızda neler görüyoruz? Ve bize bugün nasıl bir üsve-i hasene takdim buyruluyor?
Efendim O… Yani Oʼnu biz saymakla bitiremeyiz. O çok yüce bir ahlâk. Muhteşem ahlâk… Birkaç ben misal vereyim.
Lütfen Efendim.
Meselâ Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Annemiz buyuruyor:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, yalandan daha kötü ve çirkin gelen hiçbir huy yoktu. Ashâbından birinin herhangi bir hususta azıcık yalan söylediğini duysa, onun tevbe ettiğini öğreninceye kadar kendisinden uzakta dururdu.” (İbn-i Sa’d, I, 378)
Demek ki karakterin birinci şartı. Olmasa olmaz.
Yalan yok, aldatma yok.
Olmasa olmaz. Yine bir insana bakış tarzı:
Yâlâ bin Mürre -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼle pek çok defâlar seferlere katıldım. (Tabi bu, çöl seferleri.) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- herhangi bir insan ölüsüne rastladığında, derhal defnedilmesini emreder, onun müslüman veya kâfir mi olduğunu sormazdı.” (Hâkim, I, 526/1374)
Demek ki bütün insanlar, insanlıktaki eşimiz. Ona da o merhamet gözüyle bakmak lâzım. Bir…
İkincisi, kimse son nefesini bilmiyor. Belki o vefat eden güzel son nefesle, bir tevhidle vefat etti. Demek ki müslüman dâimâ bir hüsn-i zan hâlinde bulunacak.
Diğer bakımdan da eğer o orada kalırsa, taaffün edecek ve mikrop saçacak. Belki oradan geçen hayvanlar, insanlar filân rahatsız olacak. Hep türlü türlü hikmetler…
Yine Hazret-i Hasanʼdan bir misal vermek arzu ediyorum ki Allah Rasûlü torununu ne şekilde yetiştirdi:
Bir gün Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh- Kâbeʼyi tavaf etti. Ardından Makâm-ı İbrahimʼe gidip iki rekât namaz kıldı. Sonra yanağını makâma dayadı:
“‒Yâ Rabbi! (Bir hiçlik içinde) Senʼin küçük ve zayıf kulun kapına geldi. Allâhʼım! Âciz hizmetçin kapına geldi. Yâ Rabbi! Dilencin kapına geldi. Senʼin yoksulun kapına geldi.” diyor, bunu defalarca tekrar ediyordu.
Sonra Kâbeʼden ayrıldı, çıktı. Yolda kuru ekmek parçalarıyla karınlarını doyurmaya çalışan yoksul insanlara rastladı. Onlara selâm verdi. Demek ki yoksulların, gariplerin yanında bulunabilmek… Selâm verdi. Onlar da Hazret-i Hasanʼı görünce selâm verdiğini, çok sevindiler.
Peygamberimizʼin torunu.
Torunu. Çok sevindiler. Onu o kuru ekmekle suya davet ettiler. Hasan -radıyallâhu anh- yoksullarla beraber oturdu. Onların, tabi yiyemezdi, çünkü kendisine sadaka, Ehl-i Beytʼe sadaka yasaktı.
“‒Bu ekmeğin sadaka olmadığını bilseydim, sizinle beraber yerdim.” buyurdu. Fakat tabi onlarla yiyememenin hüznü içinde, acaba bir gönülleri kırılır mı diye;
“‒Haydi kalkın! Bizim eve teşrif edin.” dedi. O garip fakirleri aldı, yalnızları… Evine götürdü. Onları yedirdi içirdi. Ceplerine de harçlık koydu. (Ebşîhî, el-Müstatraf, Beyrut 1986, I, 31)
Yani bir müslümanın bir insana bakış tarzı…
Evet.
Yine bir hayır yarışında… Ona ait bir misal var. Mâlum:
فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ buyuruyor Cenâb-ı Hak. “Bir işi bitirince öbür işe dön, Allâhʼa yönelerek.” (el-İnşirah, 7-8)
Demek ki bir müslümanın hiç boş vakti olmayacak. Bir hayır işini yaptı, diğer hayırlı işe dönecek. Şöyle bir hâdise oluyor:
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz sabah namazını kıldırıyor. Onun ardından cemaate dönüyor. Daha gün ağarmamış, ortalık karanlık. Efendimiz soruyor:
“‒Bugün içinizde oruçlu var mı?” buyuruyor. Bu tabi nâfile oruç. Hazret-i Ömer diyor ki:
“‒Yâ Rasûlâllah! Değilim diyor oruçlu. Niyetli değilim.” diyor.
Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz:
“‒Devam ediyorum.” diyor. “Niyet ettim, devam ediyorum.” buyuruyor. Bu, ferdî bir soru. Nâfile ibadetten bir soru.
İkincisinde sanki vacip bir soru soruyor. Buradan başlıyor, fertten başlıyor. İki tane içtimâî soru geliyor:
“‒Bugün” diyor, “Hasta ziyaretinde bulunan var mı?” buyuruyor.
Ömer -radıyallâhu anh- diyor ki:
“‒Yâ Rasûlâllah! Daha gün ağarmadı.” diyor. “Daha sabah namazını kıldık, daha gün yeni başlıyor. Daha gidip bir hasta bulacak zaman olmadı.” diyor.
Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“‒Evet yâ Rasûlâllah! Mescid-i Nebevîʼye gelirken, Abdurrahman ibn-i Avfʼın hasta olduğunu duydum. Evine uğradım. Şifâ diledim. Oradan mescide geldim.” buyuruyor.
Diğer ictimâî soruyu soruyor:
“‒Bugün bir aç doyuran var mı?” diyor.
Yine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“‒Yâ Rasûlâllah!” diyor. “Daha gün doğmadı, bir aç bulacak zaman olmadı.” diyor.
Yine Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“‒Evet yâ Rasûlâllah! Mescid-i Nebevîʼye geliyordum. Aç bir insan gördüm. Oğlum Abdurrahmanʼın elinde arpa ekmeği vardı. Oğlumun elinden arpa ekmeğini aldım. O aç insana verdim, yedirdim.”
Efendimiz:
“‒Ebû Bekir! Sen Cennetliksin.” buyuruyor.
Ömer -radıyallâhu anh-:
“‒Eyvah, vah vah!” diyor.
“‒Yok” diyor, “Allah Ömerʼe de rahmet eylesin, fakat Ebû Bekir dâimâ geçiyor.” buyurdu. (Heysemî, III, 163-164. Ayrıca bkz. Ebû Dâvud, Zekât, 36/1670; Hâkim, I, 571/1501)
Demek ki bu, teşvik bir müslümana. Demek ki eğer kalp ararsa, Cenâb-ı Hak karşısına çıkartır. Yeter ki kalbin araması lâzım.
Efendim, bu tabi bu deryâ, gerçekten Peygamberimizʼin ahlâkı dediğinizde. Şöyle biraz daha meselâ, şahsî bir soru sorsam, -bağışlayın-…
Estağfirullah.
Meselâ Rasûlullah Efendimizʼin ahlâkından sizin kendi hayatınızda, böyle en çok hassâsiyet gösterdiğiniz üç şeyi söyleseniz desem meselâ, ne gelir hatırınıza?
Efendim, ben kendime, ben bir abd-i âcizim.
Estağfirullah.
Rasûlullah Efendimizʼi tanıyabilmek, kolay bir iş değil.
Evet.
Onu ashâb-ı kirâm tanıdı, evliyâullah tanıdı. Yani bu, zor bir iş. Fakat biz de Kurʼân-ı Kerîmʼde ve hadîs-i şerîflerde idrâkimiz kadar tanımaya çalışıyoruz.
Meselâ bir, yine ben devam edeyim de, meselâ Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz din kardeşlerinden birini üç gün görmezse onu sorardı. Çok dehşet bir şey…
Efendim, bu seçtikleriniz de aslında, insan seçerken de böyle bir hassâsiyetle seçiyor. Yani kendi hayatlarınızda numûne olarak aldığınız şeyleri bizimle paylaşıyorsunuz.
Yani bir muhâsebe etme bakımından kendimi Ahmet Abi. Meselâ Enes bin Mâlik diyor ki:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- din kardeşlerinden birini üç gün görmezse sorardı.”
Demek ki ferdî bir hayat kâfi gelmiyor.
“Onu üç gün göremezse, eğer o, seyahatte ise onun için duâ ederdi, seyahatte olduğunu öğrenirse.
Eğer hastaysa, evine gidip ziyaret ederdi ve ona şifâ olarak duâ ederdi.” (Heysemî, II, 295)
Yani bir kardeşlik. Yani güzel zamanların kardeşliği yanında zor zamanların kardeşliği.
Yani her müslüman Peygamberimizʼin gündeminde Efendim. Her zaman yani.
Sanki tâbir câizse Ahmet Abi, yani Rasûlullah Efendimizʼin yüreğinde bir mahşer kaynıyor.
Allâhu Ekber. Evet…
Hayvanat içinde, nebâtât içinde, bütün insanlar içinde, hidâyet bekleyenler içinde…
Allah Allah…
Meselâ Tâifʼte taşlandı kendisi. Hattâ Zeyd önüne gerdi kendisini Efendimizʼin.
“‒Siz, kimi taşladığınızı biliyor musunuz?” dedi.
Yine onu taşlamaya devam ettiler. Ayakları kanla doldu. Orada bir kölenin müslüman olması, bir Addasʼın, Efendimizʼe bir huzur verdi. Bir insan kurtuldu.
Döndü; melekler;
“‒Çarpalım dediler Tâifʼi, helâk olsun!” dediler.
Döndü, duâ etti. Buradan hayırlı bir nesil gelmesi için duâ etti. (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35; Buhârî, Bed’ül-halk, 7)
Arkadan, Mekke-i Mükerremeʼye indi, bir kefâletle indi orada, bir kefâlet buldu. Almıyorlardı.
Câhiliye hacıları geliyordu:
“‒Alın dedi, beni memleketinize götürün.” dedi. “Burada ben size anlatamıyorum.” dedi. “Size çok değişik şeyler bildireceğim.” dedi.
Yani dâimâ bir insan… Bir Yahudi çocuğu hastalandı, komşusu. Ziyarete gitti. Çok hislendi, hem babası, hem kendisi. Çocuk dedi ki:
“‒Baba dedi, ben dedi, müslüman olsam râzı olur musun?” dedi.
“‒Sen bilirsin oğlum.” dedi. (Abdürrazzâk, Musannef, VI, 34-35)
Nasıl bir, kalplere bir huzur verebilme…
Yine Efendimizʼin öyle bir konuşma, telâffuz tarzı:
Ebû Kursâfe -radıyallâhu anh- söylüyor -kendisi çocuk herhâlde-:
“Ben, annem ve teyzemle Allah Rasûlüʼne beyʼat etmek için… Yanından ayrıldığımız zaman:
«‒Yavrucuğum! Bu zât gibisini hiç görmedik.» dedi hem annem hem teyzem. «Yüzü Oʼndan daha güzel, elbisesi daha temiz ve sözü daha yumuşak hiçbirini bilmiyoruz, hiçbir kimse bilmiyoruz. Sanki mübârek ağzından nur saçılıyordu.»” (Heysemî, VIII, 279-280)
Demek ki bir müslümanın hâli o şekilde olacak.
Cenâb-ı Hak da ne buyuruyor:
قَوْلًا سَدِيدًا buyuruyor. “Doğru söz söyle.” buyuruyor. (Bkz. en-Nisâ, 9; el-Ahzâb, 70)
قَوْلًا كَرِيمًا buyuruyor. “Anne-babana ikram edici söz söyle.” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 23)
قَوْلًا مَعْرُوفًا buyuruyor. “Yerinde söyle. Yerinde ve uygun bir söz söyle.” buyuruyor. (bkz. el-Ahzâb, 32)
قَوْلًا بَلِيغًا buyuruyor. “Tesirli bir söz söyle.” buyuruyor. (bkz. en-Nisâ, 63)
قَوْلًا مَيْسُورًا buyuruyor. “Gönüllere sevinç, huzur verici bir söz söyle.” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 28)
قَوْلًا لَيِّنًا buyuruyor. “Bir düşmana bile diyor, yumuşak, suyun akışı gibi bir huzur verici söz söyle.” buyuruyor. (Bkz. Tâhâ, 44)
Yine Cenâb-ı Hak ne kadar Efendimizʼi seviyor? İbn-i Abbas naklediyor:
Nûr Sûresiʼnin 63. âyeti var:
“Ey müʼminler! Peygamber, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın!..”
“Bu diyor, âyetten evvel diyor, müʼminler diyor, Rasûlullah Efendimizʼe;
«‒Yâ Muhammed! Yâ Ebeʼl-Kâsım!» diye hitap ediyorlardı. Allah Teâlâ Nebîʼsinin şerefini yükseltmek için, onları böyle hitap etmekten nehyetti. Bundan sonra insanlar; «‒Yâ Nebiyyallah, yâ Rasûlâllah!» diye hitap ettiler.” (Ebû Nuaym, Delâil, I, 46)
Kurʼân-ı Kerîmʼde de Peygamber Efendimizʼe “Yâ Muhammed!” diye bir şey yok, ifade yok. Allâhʼın Rasûlüdür diye hitap var. Fakat “Yâ Muhammed!” diye bir hitap yok Kurʼân-ı Kerîmʼde. Her peygambere “yâ” nidâsıyla var, yalnız Peygamber Efendimizʼde yok.
Demek ki bu bize şunu gösteriyor:
Biz ne kadar Rasûlullah Efendimizʼe yaklaşabilirsek Cenâb-ı Hakkʼa o kadar yakınlığı kurmuş oluruz.
Yine, ahlâk bakımından Efendimiz:
Yine bu da insana bakış tarzı. İnsanı istihfâf etmeme. Efendimiz bazen bir soru sorardı.
Küçümsememe.
Küçümsememe. Zihinleri orada toplamak için, dikkatleri toplamak için. Dikkatleri toplamak için bir gün Efendimiz:
“–Sizden biri, Ebû Damdamʼdan daha âciz midir?” dedi.
Sahâbî:
“–Yâ Rasûlâllah! Biz Ebû Damdam diye birini bilmiyoruz. Kimdir bu?” diye sorunca:
“–Sizden önceki kavimlerden birine mensup idi. (Her sabah uykudan kalktığı zaman bir duâ ile kalkardı. Allâhʼım!) «Bana dil uzatan ve gıybet ederek, dedikodu ederek haysiyetimi zedeleyen kullarına hakkımı helâl ediyorum.» derdi. (Siz ondan daha mı âcizsiniz?)” (Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 36/4887)
Demek ki Rasûlullah Efendimiz, iki müslüman arasında bir burûdet istemiyor.
Evet, soğukluk istemiyor.
İstemiyor. “…Sen onu…” âyet-i kerîmede de “…en güzel şekilde önle!..” buyuruyor. (Fussilet, 34)
Yine Cenâb-ı Hak Enfâl Sûresiʼnde:
“…Aranızı düzeltin, eğer müslümansanız.” buyuruyor. (el-Enfâl, 1)
Velhâsıl, müslümanın her hâli, bir fazîletler tevzî etmesi lâzım.
Efendim, sohbetimizin sonuna doğru iki soru sormak istiyorum, izninizle.
Buyurun.
Birisi şu Efendim: Yani şimdi sahâbe-i kirâm, Rasûl-i Ekrem Efendimizʼin çağında yaşadı, Oʼnu gördü, kalbini Oʼna açtı. Dolayısıyla sahâbe oldu. Yani, aynı iklimde yaşıyor, aynı havayı teneffüs ediyor olmak da ona birtakım kazançlar sağladı.
Bizler diyorum, böyle 14 asır sonra gelen müslümanlar, görmedik Rasûl-i Ekrem Efendimizʼi, o bahtiyarlığa ermedik. Biz nasıl o yakınlığı sağlayabiliriz? Nasıl bir gayret göstermemiz lâzım?
Bir onu sormak istiyorum. Bir de bugün ne yapmalıyız, Mevlid Kandiliʼnde, onu sormak istiyorum Efendim.
Şimdi, birinci soruya cevap, Efendimiz bazı ashâb-ı kirâmla çok ayrı meşgul olurdu. Bunlardan biri de Muaz bin Cebelʼdi. Yani çok istîdatlı sahâbîleri ayrı yetiştirirdi. Onu terkisine alırdı:
“‒Bak Muaz!” derdi. “Şunlara şunlara dikkat et!” derdi. Bir müddet sükût hâlinde giderlerdi. Yine:
“‒Bak Muaz! Bu da kâfi değil.” buyururdu. “Şunlara şunlara da dikkat et!” buyururdu.
Yine bir müddet sükût içinde giderlerdi.
“‒Şunlara şunlara da dikkat et.” buyururdu.
Muazʼı, Efendimiz, Yemenʼe vâli olarak gönderiyordu. Hem vâli olacak, hem de tebliğ edecek. Ravzaʼdan çıkarlarken:
“‒Muaz!” dedi. “Sen” dedi, “Yemenʼe gideceksin ve Yemenʼden döneceksin.” dedi. “Fakat beni göremeyeceksin.” dedi. Bir vedâ konuşması gibi. “Olabilir ki şurada kabrim olacak.” dedi. “Kabrimi ziyaret edersin.” dedi.
Ağlamaya başladı Muaz.
“‒Ağlama Muaz ağlama!” dedi. “Bana en (yakın olanlar;) müttakîler(dir), hangi zamanda, hangi mekânda olsalar, onlar müttakîlerdir.” buyurdu. (İbn-i Hanbel, V, 235; Heysemî, IX, 22 )
Kurʼân-ı Kerîmʼde 254 yerde “takvâ” geçiyor. Demek ki bir müʼminin yakınlığının ölçüsü “takvâ” olmuş oluyor.
Yine Efendimiz buyuruyor:
“Benim ümmetim, başı da bir bereketli yağmurdur, sonunda da bereketli yağmurdan olanlar vardır.” (Bkz. Tirmizî, Edeb, 81)
Demek ki Ahmet Abi, tek şey; “takvâ”… Allah Rasûlü Efendimizʼle beraber olabilmek.
Yine Fetih Sûresiʼnde, sonunda, son âyette, (el-Fetih, 29) Oʼnunla kimler beraber: İslâmʼdan tâviz vermeyenler. Küfre karşı hiçbir tâvizi olmayanlar. İslâmʼın muhafazası için bütün gücünü kullananlar. Bir tarafta…
Diğer tarafta; rahmet: Müʼminlere karşı çok merhametli olanlar. Yani, merhamet nedir: Bende olanı, onda olmayana (vererek), onun eksikliğini benim telâfî etmemdir. Merhamet budur. Efendimiz; “âm ve şâmil merhamet” buyuruyor. (Hâkim, IV, 185/7310)
Demek ki bir müʼminin en büyük vasfı, bu şeyi koruması, bu hâlet-i rûhiyeyi muhafaza edebilmesi.
Meselâ bu; küfre karşı şiddetli olması, bize “Tebbet yedâ” sûresini hatırlatır. Ebû Leheb, Efendimizʼin amcası olduğu hâlde, Cenâb-ı Hak ondan bir lânetle bahsediyor. Yani bu da bize gösteriyor ki küffâr için, yine küffâra karşı bir şedîd olmak… Yine “وَلَا الضَّالِّينَ” diyoruz her Fâtihaʼnın sonunda.
Demek ki İslâm karakterini, İslâm şahsiyetini muhafaza edeceğiz. Onun dışındaki yabancı tesirlerden kalplerimizi koruyacağız. Birinci madde bu. Fetih Sûresiʼnde (Allah Rasûlü ile) beraber olanlar…
İkinci madde:
“…Sen onları rükû ederken ve secde ederken görürsün…” (el-Fetih, 29) buyruluyor.
Demek ki burada, bir müslümanın kıldığı namaz bir huzur; rükûsu ayrı huzur, secde ayrı huzur olmalı. Bir de bu cemî olarak geliyor. Bir defa bir namazı cemaatle kılabilmek. Bir…
İkincisi: Namaz kılarken, ikinci şey; gözünü, kulağını, dilini, bilhassa zihnini dış tesirlerden koruyabilmek, ilâhî huzurda olduğunun idrâki içinde olabilmek.
Üçüncüsü: Cenâb-ı Hak insanı halîfe olarak halketti. Yani temsilci olacak vasfı kazanmak ve bu vasıflarla bütün insan, hayvan, mahlûkat, cin, melek vs. -halîfe olduğu için- Cenâb-ı Hakkʼa bir hamd hâlinde bulunabilmek…
Ne isteğiyle bulurlar? “…Fazîlet ve rızâ isterler…” (el-Fetih, 29) buyruluyor.
Demek ki bütün, Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşabilmek olacak bir müʼminin gâyesi.
مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ “…Sen onlarda secde alâmetleri (bu hâllerin verdiği bir nûrâniyet, bir huzur hâli) görürsün…” (el-Fetih, 29) buyuruyor.
“…Bu, İncilʼdeki misaldir…” buyuruyor. “…Tevratʼtaki misaldir…” buyuruyor. İncilʼdeki misal ise diyor, bahçıvan bir tohum eker, tohumdan filiz çıkar, kalınlaşır, güzel bir gövde olur. Bu ise müʼmini sevindirir, kâfiri de öfkelendirir. (Bkz. el-Fetih, 29)
Demek ki Cenâb-ı Hak… Nasıl ashâb-ı kirâm bir fedakârlık…
Yani ezik olmamak lâzım…
Ezik olmayacak. Nasıl bir ashâb, bir fedakârlık içinde yaşadı? Çinʼe gitti, Dağıstanʼa gitti, Kazanʼa gitti, Ömer bin Abdülaziz (zamanında) tâ İspanyaʼya gidildi. Afrikaʼnın ortalarına gidildi, Keyrevanʼa gidildi. Demek ki bir müslüman, fedakâr olacak. Bir kişinin hidâyete gelmesi, o müslümanı sevindirecek.
Demek ki, ashâb-ı kirâm da böyleydi. Dünyanın her tarafına gidiyordu. Giderdi, meselâ Efendimiz:
“–Şu mektubu kim götürecek şu krala?” diyordu. Bizans kralına, Fars kralına vs. Yaşlı ve genç hepsi ayağa kalkarak:
“–Yâ Rasûlâllah! Bu şerefi bana ver.” diyorlardı.
O da ben nasıl gideceğim? Çölleri nasıl geçeceğim? Karlı dağlardan nasıl geçeceğim? Kralın huzuruna çıkacağım Rasûlullâhʼın mektubunu okumak için. Bir sürü cellât var. Hepsi, bütün cellâtlar pâdişâhın göz işaretine bakıyor. O cellâtların yanında ben nasıl okuyacağım? Hiç böyle bir endişeleri yok. Yeter ki Allâhʼın (Rasûlüʼnün) gönlünde bir yerimiz olsun.
Bize bugün de…
İkinci sorumuz, evet bugün ne yapmalıyız? Mevlid kandili, bizim için nasıl bir muhâsebeye yol açmalı?
Efendim, yine onu bir misalle ben vereceğim:
İbn-i Abbas anlatıyor. Bunu Kastalânî naklediyor, İmam Kastalânî…
Abbas -radıyallâhu anh-, Efendimizʼin amcası. Zirve, mâneviyatta. Kardeşi Ebû Lehebʼi rüyasında görüyor. O da küfrün denâetinde.
“–Ebû Leheb!” diyor. “Hâlin nasıl?” diyor.
“–Cehennemʼdeyim.” diyor. “Azap içindeyim.” diyor. “Çok zor durumdayım.” diyor. “Yalnız pazartesi günleri parmak ucumdan bir su çıkıyor, onu emiyorum, biraz ferahlıyorum.” diyor. “Çünkü diyor, Süveybe diyor, kölem, câriyem diyor, o gün diyor, bir yeğenimin dünyaya geldiğini haber verdi, müjdeledi. Ben de bir akraba asabiyeti dolayısıyla sevindim.”
(Hattâ o kadar akraba asabiyeti vardı ki, gidip mezarlardaki ölülerini sayarlardı.)
“–Ben de, «Süveybe hürsün! Mâdem müjdeyi verdin, bir kişi daha çoğaldık, hürsün!» dedim. Süveybeʼyi serbest bıraktım. Sırf bu akraba asabiyeti dolayısıyla, sevincim dolayısıyla, parmağımdan pazartesi günleri bir su çıkıyor, onu emiyorum, biraz ferahlıyorum.” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, Kâhire 1993, II, 277; İbn-i Sa’d, I, 108, 125)
İmam Cezerî diyor ki -meşhur kıraat âlimi, hadis âlimi, bir Hak dostu, büyük Hak dostu-:
“Bir diyor, Allah düşmanı diyor, Rasûlullah düşmanı diyor, sırf diyor, bir akraba asabiyeti dolayısıyla sevinirse diyor, bir müʼmin diyor, Rabîulevvel ayında diyor, Allah Rasûlüʼne ümmet olmanın sevinciyle, sadakalar verir, hayır-hasenatta bulunur, fakirler, garipler, kimsesizlerin gönlünü alır, Kurʼân-ı Kerîm ziyafetleri çeker, sohbet ziyafetleri çeker; kim bilir nasıl bir mükâfat alır.” buyuruyor.
Cenâb-ı Hak -inşâallah- cümlemizi, böyle bir hisseden, Cenâb-ı Hak nasipdâr eylesin.
Âmin Efendim.
İnşâallah Cenâb-ı Hak bütün İslâm dünyasına, hâssaten memleketimize -inşâallah- bu Rabîulevvel ayının bir bereket yağmuru, rahmet tecellîsi olmasını ihsân eylesin, ikram eylesin lûtfuyla keremiyle -inşâallah-.
Âmin Efendim. Çok teşekkür ediyoruz.
Daha misaller çok Ahmet Abi. Fakat tabi vakit de doldu. Sade biz, buyurdunuz ki soruda…
Estağfirullah.
Dediniz, bugün nasıl olmalı?
Sûriyeli kardeşlerimiz var. Bu Sûriyeli kardeşlerimiz, bir Muhâcirdir. İki milyona yakın -Allâhu a‘lem- geldi. Bizim de onlara Ensar vazifemiz var. İşte en mühimi; “Biz nasıl Allah Rasûlüʼne yaklaşabiliriz? Nasıl ashâb-ı kirâmın sevdiği gibi sevebiliriz?”
Rahman sıfatını sormuştunuz. Bugün de bizim de işte onlara karşı durumumuz çok mühim. Merhamet çok mühim. Cömertlik çok mühim.
Demek ki sende olanı onda olmayana, senin ona vermendir.
Peygamberimiz de Muhâcirdi, değil mi Efendim? Yani Ensârʼın yaptığı gibi yapmak lâzım Sûriyelilere…
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- sırtına su kırbası alıp dolaşırdı. Mâtemlerin civarında dolaşırdı. Hattâ bir gün bir sahâbî görüyor:
“–Ey Halîfe!” diyor. “Bu diyor, hayrola diyor yani? O kadar müstahdem var, taşıyacak kimse var, sen götürüyorsun.”
“–Sus!” diyor. “Tâkip et beni.” diyor. “Evime gel arkadan. Sana söyleyeyim.” diyor.
Gidiyor, o su kırbasını garip bir kadının şeyine boşaltıyor, küpüne. Döndüğü zaman hânesine:
“–Bak diyor, bana diyor, daha evvel Bizans büyük elçisi geldi diyor. Fars büyük elçisi geldi diyor. Bana çok iltifat ettiler diyor. Bu diyor, iltifatta diyor, kendime gurur gelecek, kibir gelecek diye korktum diyor. Bunun için sırtıma kırbayı aldım diyor; «Bir garibin evine gideyim, bu şekilde onu boşaltayım, o gelen, kalbime gelen o benliği bu şekilde enâniyeti bertaraf edeyim.” (Bkz. Muhibbu’t-Taberî, er-Riyâdu’n-Nadra, II, 380)
Bir Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-ʼa baktığımız zaman, İslâmʼdan evvel nasıldı? Kaba, sert… Kız kardeşi Fâtımaʼya bir tokat atıyor, kanlar içinde yerde kalıyor.
İslâmʼdan sonra bütün mâtemlerin civarında, kimsesizlerin yanında. Fıratʼtan bir koyun düşse, yarın adl-i ilâhî bundan beni sorar. Bir vicdan muhâsebesi içinde.
Peygamberimizʼin terbiyesini aldıktan sonra…
Hep onlar, Efendimizʼden inʼikâslar. Bugün de -inşâallah- bizler de -inşâallah- bu liberal, materyalist, âhiretsiz yaşamak istenen bir dünya karşısında biz de -inşâallah- ibadet hâlimiz, ahlâkî vaziyetimiz, âdâb-ı muâşeretimiz, hak-hukuk mefhumlarında -inşâallah- -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin rûhânî dokusundan Cenâb-ı Hak -inşâallah- hisseler nasip eylemeyi, bu ayın hürmetine Cenâb-ı Hak ihsân eyler.
Âmin…
Bu Velâdet Kandilini, Rasûlullah Efendimizʼin ibadet, tâat, muâmelât, ahlâkını yaşamakla -inşâallah- ömür boyu bir Velâdet Kandili yaşamayı Cenâb-ı Hak cümlemize ihsân eylesin, ikram eylesin -inşâallah- lûtfuyla, keremiyle.
Âmin…
Bütün kardeşlerimizin velâdet kandilini tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Hakʼtan rahmet diliyoruz.
Çok teşekkür ederiz.
Estağfirullah.
Allah râzı olsun.
Biz teşekkür ederiz. Allah râzı olsun.
Değerli dinleyiciler! Muhterem Hocamıza çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bu kandil vesîlesiyle Rasûl-i Ekrem Efendimizʼin rûhâniyetinden -inşâallah- istifâdeler hepimize diliyoruz. İslâm dünyasına, insanlığa da Rasûl-i Ekrem Efendimizʼi yeniden öğrenme -inşâallah- idrâkinin verilmesini niyâz ediyoruz.
Sağlıcakla kalın efendim…