10 Ağustos 2020 Sohbeti

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

10 Ağustos 2020 Sohbeti

Muhterem kardeşlerimiz! Teberrüken üç İhlâs bir Fâtiha okuyalım;

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin aziz, latîf, pâk rûh-i tayyibelerine, bütün peygamberlerin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümle geçmişlerimizin, hâssaten şehidlerimizin rûh-i şerîflerine;

Dînimizin, vatanımızın, milletimizin selâmetine, şerirlerin şerlerinden muhafazasına, bu niyaz, bu duâ ile bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Kıymetli kardeşlerimiz!

Sohbetimiz, Nebîler Silsilesi ile devam ediyor. Mâlum, Cenâb-ı Hak Âdem -aleyhisselâm-ʼı ilk peygamber ve ilk insan olarak gönderdi. 124 bin veya 224 bin peygamber gönderildi. Yani her topluma bir peygamber gönderildi.

Toplum, peygamberlerin istikâmetinden dışarı çıkar, âhireti unutur, nefsânî arzularının zebûnu olur, o devre “câhiliye devri” denir. O zaman Cenâb-ı Hak bir peygamber gönderir. Sâlih insanlar arasından bir peygamber gönderir.

Peygamberler o insanları irşâd ederler. Onları hakka davet ederler. “وَيُزَكِّيهِمْ” onların iç dünyalarını temizlerler, tezkiye ederler. Yani nefsânî arzuları bertaraf ettirirler. Çünkü Cennet yolcusu olacak insan. Kitap ve hikmeti telâkkî ettirirler. Cenâb-ı Hakkʼı dost edinmeye gayret ederler.

Fakat diğer taraftan da bir kısım da peygamberleri reddederler. Çünkü nefsânî arzularının onlar zebûnu olmuş durumdadır. Onun için peygamberlere türlü türlü iftira atarlar:

“‒Sihirbazsın derler, vs. derler, kâhinsin derler. Bizden ne istiyorsun derler. Ne istiyorsan verelim derler, bizi rahatsız etme!” derler.

Peygamberler de:

“Bizim ecrimiz Allâhʼa aittir derler. Biz sizden dünyalık hiçbir şey istemiyoruz.” derler. (Bkz. eş-Şuarâ, 109, 145…)

Velhâsıl peygamberlerle toplum arasında böyle devam eder bu.

Âdem -aleyhisselâm-ʼdan başladık. İdris -aleyhisselâm- ile devam ettik. Âd Kavmi, Semûd Kavmi, İbrahim -aleyhisselâm-. Bugün de Lût -aleyhisselâm-ʼa geldik.

Bu, bilhassa günümüzle de çok ilgili. Yani burada şunu göreceğiz: Bir peygamber ne kadar bir zor durumda kalıyor, vicdanen ne kadar daralıyor, ne kadar bir çâresiz kalıyor azgınlara karşı… Velhâsıl ibretli bir kıssa…

Lût -aleyhisselâm- Sodom halkına gönderildi. Sodomlular fecî bir ahlâksızlık sebebiyle kahrolan bir kavimdir, lânetlenen bir kavimdir, insanlığın yüz karası olan bir kavimdir.

Peygamberler, Cenâb-ı Hakkʼın emrettiği istikâmet üzerine insanın hayatının hudutlarını tayin ederler. Adâleti emrederler. Rahmet ve merhametle onları terbiye ederler. Öyle kavimlerde o toplumdaki insanlar âbâd olur.

Buna mukâbil, nefsânî arzularına râm olmuş, hak-hukuk vs. bilmeyen, ilâhî sınırlardan taşan, hak yiyen, şefkat yoksulu, merhamet fukarâsı, edep, iffet, hayâ ve güzel ahlâktan mahrum kavimlere de Cenâb-ı Hak onlara da ilâhî azap kamçıları gönderir ve helâk olup giderler.

Ondan sonra gelen kavimlere bir ibret olarak devam eder.

Lût -aleyhisselâm-ʼın kavmi, yani Sodom halkı da ahlâksızlığın, edepsizliğin denâetinde, yani en aşağısında, hayâ mahrumu, edep mahrumu, insanlıktan nasibi olmayan kimselerdi.

Maalesef, bu kavim devam ediyor. Yani aşağı yukarı Mîlâtʼtan 1800 sene evvel geldiği tahmin ediliyor. Aradan da 2000 küsur sene geçti. Demek ki 4000 seneye yakın, evvel gelen bir kavimdi bu Lût -aleyhisselâm-ʼın kavmi.

Kıyâmetin ne zaman kopacağı belli değil. Fakat alâmetler olarak Efendimiz bildirdi.

İşte bugün de o câhiliye devrinin insanları bugün zuhur etti. Âd Kavmi, Semud Kavmi, Lût Kavmi, Keldânî Kavmi vs. o kavimler…

Tabi bugün müslümanların da durumu çok mühim. Kendini koruyacak, neslini koruyacak.

Bilhassa tabi bugün birtakım şer vâsıtalarının bir kısmı da arttı. Bu, ahlâksızlığı bugün terviç eder durumda. Gençleri o yola yönlendirme yolunda. Anne-babalara, mürebbiyelere çok iş düştüğü bir zamandayız.

Maalesef geçen aylarda taksimde bir yürüyüş oldu. Oradaki kadın-erkek hepsi; “biz Lût Kavmiʼnin devamıyız” dediler.

Âkif de ne güzel ifade eder:

Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar

Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?

İbn-i Hâldun da diyor:

“Geçmiş ile diyor, geleceğin diyor farkı, suyun suya benzemesi kadardır.” buyuruyor.

Demek ki ibret almak, ders alabilmek, gayretlerimizi artırabilme gayretinde olmamız zarûrî…

Hiçbir kavimde görülmeyen ahlâksızlıklar, bu kavimde utanmadan, sıkılmadan, alenî olarak işleniyordu. Ve bu, artık bu normal olmuştu. Hattâ nâmuslular, insanlar ayıplanıyordu. Onlar “geri insan” olarak görülüyordu. Ne diyorlardı bu ahlâksız insanlar:

“‒Temizler aramızdan çıksın!” diyorlardı.

Bu kavimde âhiret unutuldu. Zaten âhiret hatıra gelse olmaz. İffet ve hayâ, nâmus unutuldu. Artık normal bir zinânın daha ötesine geçildi. Hayvanlarda olmayan, rastlanmayan bir denâet başgösterdi.

Kurʼân-ı Kerîm “بَلْ هُمْ اَضَلُّ” buyuruyor. Yani; “Onlar hayvanlar gibidir, daha da aşağıdır.” buyuruyor. (Bkz. el-A‘râf, 179; el-Furkân, 44)

Hayvanlarda bir hukuk yoktur. Çünkü hayvanlarda bir âhiret telâkkîsi de yok. Hayvanlar, insanlar için yaratıldı. Fakat hayvanlarda da böyle bir ahlâksızlık yok.

Burada “bel hüm edall” âyet-i kerîmenin bir tecellîsi.

Lût -aleyhisselâm- böyle bir livâtacı kavme peygamber olarak gönderildi. Bu azgın kavmi îmâna davet etti. Putperestlikten ve yaptıkları edepsizlikten vazgeçmesini, devamlı onları, muttasılan/lâ-yenkatî tebliğ etti.

“Lût (kavmine) dedi ki: (Allahʼtan) sakınmaz mısınız? Bilin ki ben gönderilmiş emin bir peygamberim. Artık Allâhʼa karşı gelmekten sakının. Bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek, Âlemlerin Rabbi olan Allâhʼımdır. Rabbinizin sizler için (helâl olarak) yarattığı eşleri bırakıp da o yanlış livâtaya yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz aşırı giden (sapık) bir kavimsiniz.” buyurdu. Şuarâ, 161-166.

Ve devam ediyor Aʻrafʼta da:

“…Dünyada sizden önce hiç kimsenin yapmadığı bir fuhşu (mu) yapıyorsunuz?..” (el-Aʻrâf, 80)

Âyetlerde îkazlar var. Yani Lût -aleyhisselâm-ʼın kavmine olan îkazları var.

Yani bu kimseler âdeta; kâinat kevnî âyetlerle dolu, yani kâinat eğer bir kalbî bir hassâsiyetle bakılırsa, Kurʼân-ı Kerîm nasıl kelâmda bir ders veriyor, kâinat da kevnî âyetlerle ayrı bir ders veriyor, ikisi birbirinin tamamlayıcısı mâhiyetinde.

Cenâb-ı Hak misaller sergiliyor. Meselâ bir arıya baktığımız zaman, arı özlerden topluyor, bal yapıyor. 45 günlük bir hayatında takriben, yapıyor, ambalaj yapıyor, kapatıyor, takdim ediyor. Hiçbir teressübat üzerine gitmiyor.

Fakat bazı mahlûkat var, o da teressübâtın üzerinde geziyor. Onu gül bahçesinin içine koysak, oradan kalkıyor, teressübâtın içine giriyor.

Mâlik bin Dinar, o da şöyle buyuruyor:

“Geçmiş ümmetlerin hiçbirinde livâta işitilmedi. Ancak bu çirkin fiil, Lût Kavmiʼnin arasında görüldü. Onlara da bu fiili şeytan öğretti, buyuruyor. Ve bu fiili işleyince ilâhî gazap ve azâba sürüklendiler.”

Allah Teâlâ insana da mahlûkâta da hayvanâta da şehvet veriyor. Fakat bununla gâye, temiz bir teselsül meydana gelecek, toplum huzurlu bir toplum olacak. “قُرَّةَ اَعْيُنٍ : göz nûru” bir toplum olacak. Oradaki toplumdaki halk da:

“وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا”

(“…Ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” [el-Furkân, 74])

Takvâda önder olan bir toplum meydana gelecek.

Daima İslâm, nefsânî arzuları idealize eder. Bu şekilde hayırlı bir nesil meydana gelir. Her şey iki uçlu bıçak gibi. Nikâhsızlıkta -Allah korusun- felâket var. Nikâhta bereket var, rahmet var.

Kâtille gâzî aynı fiili işliyor. Biri nefsi için yapıyor, o, kâtil oluyor, gazaba uğruyor. Gâzî, bunu Allah rızâsı için yapıyor, Cenâb-ı Hak indinde… Aynı fiili işliyor, aynı bu nikâhtaki gibi.

Alışverişle fâiz. İkisi de para kazanmak gâyesine. Birine Cenâb-ı Hak buğzediyor, öbürüne bereket veriyor.

Yani her şey iki uçlu bıçak gibi bir imtihan.

Ebû Dâvudʼda bir hadîs-i şerîf var:

Rasûlullah Efendimiz:

“Erkekler ve kadınlar, giyimde de birbirine benzememeli. Eğer bu yasağa itaat etmezlerse rahmetten uzak olurlar.” buyuruyor Efendimiz. (Bkz. Ebû Dâvud, Libâs, 28; Ahmed ibni Hanbel, Müsned, II, 325)

Diğer, iç dünyalarında, çünkü kadının istîdâdı ayrı, erkeğin istîdâdı ayrı. İki istîdat birleştiği zaman huzurlu bir aile yuvası teşkil olmuş oluyor.

Rasûlullah Efendimizʼin bir endişesi var. Bu endişe:

“Ümmetim için korktuğum şeylerin arasında en korkunç olanı, Lût Kavmiʼnin işlediği cürümdür.” buyuruyor. (Tirmizî, Hudûd, 24; İbn-i Mâce, Hudûd, 12)

Efendimiz ümmetinden korkuyor. Ümmetime de bu kötü hâl gelecek mi diye. Efendimizʼin endişesi var bu hususta.

Tabi maalesef zamanımızda bir kısım insanlar bu aşağılık fiili açıktan yapma cürʼetinde bulunuyorlar.

Bir kısım gâfiller de, onlar da diyorlar ki; “Bunları diyorlar, toplumdan dışlamayalım -güyâ insanî bir tavır takınıyorlar- onları hoş görelim.” diyorlar.

Hoş gördüğün şey ne oluyor? Topluma kanser oluyor. Âile yuvaları yıkılıyor. Gençlik o şeyi merak ediyor, ahlâksızlığa doğru gidiyor. Aile, toplumun çekirdeği olan aile, fesâda uğruyor.

Yapılması gereken; evlâtlarımızı, neslimizi en iyi şekilde terbiye ederek, bu ve benzeri kötülüklerden, zamanımızın şerlerinden sakındırmak.

Bunlara maalesef birçok kuruluşlar tasallut oluyor, tasallut hâlinde. Yani bu hayâsızlığın yaygınlaşmasının önüne geçmemiz, hepimiz için vazife, kutsal bir vazife.

Nasıl hayra aracı olana aynı ecir veriliyor, bundan istifâde etmek lâzım. Şerre sebep olana da şer karşısında susan da o da -Allah korusun- o da âkıbeti fecî oluyor.

Nitekim bu ilâhî kahra uğrayan kavimlere baktığımız zaman, tabi zemininde ahlâksızlık var. Fakat ahlâksızlığın da en müthişi, iki vasıf:

Birincisi; merhamet yoksulluğu. Suriye’deki manzaralar… Meselâ virüs her yerde var, az çok, o Suriyeʼdeki mazlumların üzerinde bu virüs yok.

Ebâbil kuşlarını kim gönderdi?

Virüsü kim gönderdi, kim muhafaza ediyor?..

Yani küresel güçler, oradaki zulme sessiz kalıyor bugün. Dünya merhameti unuttu. Zaten bir mütefekkir de onu söylüyor:

“Eğer bir yerde merhamet yoksa diyor, orada insan yoktur diyor. Orada insanlıktan bahsedilemez diyor. Orada diyor, vicdanlardan merhamet kazınmıştır diyor. Merhamet damarı kurumuştur diyor vicdanlarda. Muvâzenesi kaybolur. Taşlaşmış bir gönül de, Allah’tan uzaklaşır.”

İkincisi; iffet mahrumluğu. İffet, hayâ; insanlık şiârıdır. Ondan uzak düşmek de, insanlığa vedâ etmektir.

Tarih bu iki çirkin vasıfla insanlığa vedâ ederek yaşayanların enkazlarıyla doludur. İşte o gün onların saraylarına doğan o Güneş, bugün onların harâbelerine doğuyor. Bugün neler orayı şenlendiriyor? Baykuşların mekânı oluyor, kelplerin mekânı oluyor.

İşte Cenâb-ı Hak bizleri îkâz ediyor.

‒İşte Lût Gölü, bu enkâzın bir nişânesi.

‒British Museum’daki Firavun’un cesedi bunun bir numûnesi.

‒Ahlâksızlık neticesinde taşlaşan İtalya’daki Pompei, bunun bir misâli.

Bir kimse nasıl kendi veya evlâdı hastalandığı zaman eczâne eczâne dolaşarak devâ arıyor. Hastalığa lâkayt kalamaz. Lâkin rûhun sağlıklı olabilmesi, bundan çok daha mühim. Zira ebediyete gidecek olan ruhtur. Beden kalacak burada, toprağa dönecek.

Onun için zamanımızda îmansızlık, iffetsizlik, ahlâksızlık hastalığına karşı, çok dikkatli olmamız îcâb eder. Bilhassa evlâtlarımıza.

Lût Kavmi, kendilerini edep, hayâ ve iffete dâvet eden Lût -aleyhisselâm-’a şu cevâbı verdi:

“…(Lût’u dediler) memleketinizden çıkarın (dedi.) Çünkü onlar, fazla temizlenen insanlardır (dedi)…” (el-A‘râf, 82)

Yani alaylı bir şekilde. Yani orada nâmuslu olmak suçtu o kavimde. Bugün de bazı mıntıkalarda o var. Yani namuslu olmak, o zaman “geri insan” olarak telâkkî ediliyor nâmuslu olmak.

Demek ki insan, ahlâkî fazîletlerden uzak düşünce, birtakım zihnî melekeler de kayboluyor. Akıl, istikâmetini şaşırıyor. Doğru ve isabetli karardan uzak düşüyor.

Mevlânâʼnın bu hususta güzel bir şeyi var; bunu, mücerredi müşahhas hâle getirir. Ki en büyük ahmaklık da bu; bu kadar ilâhî azamet tecellîleri karşısında, ilâhî kudret akışları karşısında, ilâhî nakışlar karşısında, onları görmemek, onlara âmâ olmak… Mesnevîʼde şöyle bir hikâye var, tabi bu temsilî bir hikâye:

Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- hızlı hızlı koşuyor. Yanındaki arkadaşı diyor ki:

“‒Niye diyor, birdenbire koşmaya başladın?” diyor. Kimden kaçıyorsun ey Rûhullah diyor. Arkanda diyor, yılan mı var diyor, aslan-kaplan mı var diyor. Kimden kaçıyorsun?” diyor.

“‒Yâhu diyor, ne olursun bırak diyor, paçamı kurtarayım diyor, kendimi kurtarayım.” diyor.

“‒Yâhu neden kurtaracaksın?” diyor.

“‒Arkamda bir ahmak var diyor. Ahmaktan kendimi kurtarayım.” diyor.

“‒Ey Rûhullah diyor, sen diyor, âmâya okudun gözü gördü diyor. Ölüye okudun dirildi diyor. Dön de şu ahmağa bir okusana!” diyor.

“‒Yâhu ona diyor, öyle bir belâ ki diyor, ona yüzlerce okudum diyor, hiçbir faydası olmadı.” diyor.

İşte aynı bu, ahmaklaşan kavimlerde görüyoruz bunu.

“‒Sen diyorlar, temizsen, aramızdan çık!” diyorlar. “Bizi rahat bırak!” diyorlar.

İffet, her şeyden önce insana âit bir husûsiyet. İnsanı diğer mahlûkâttan ayıran fârik vasıf da budur. Diğer mahlûkatta iffet diye bir şey düşünülemez.

Velhâsıl iffeti kaybetmek; insanlık haysiyetini de kaybetmektir. Diğer mahlûkâtın durumuna düşmektir.

İffet, dînin yetiştirmek istediği kâmil insanın vazgeçilmez bir vasfıdır. Cenâb-ı Hak Firdevs Cennetiʼne nâil olanları bildiriyor. Bu Firdevs Cenneti, en yüksek cennetlerden biri. Orada:

قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ

“Müʼminler felâh buldu.” (el-Müʼminûn, 1)

Orada da bir vasıf:

“Onlar iffetlerini korurlar.” (el-Mü’minûn, 5) buyuruyor.

Demek ki iffeti korumak, bu kadar da mühim bir hâdise.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz iffete o kadar ehemmiyet verdi ki, kadınlardan bilhassa iffetlerini muhâfaza husûsunda bey’at aldı Akabeʼde. (Bkz. el-Mümtehine, 12)

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’in 34 yerinde Meryem Vâlidemiz’in ismini zikrediyor, onu senâ ediyor;

“İffetini koruyan Meryem” buyuruyor. (Bkz. et-Tahrîm, 12; el-Enbiyâ, 91)

Demek ki kız evlâtlarımıza daha çok ehemmiyet vermek lâzım. Onları iffetli bir aile annesi olarak yetiştirme gayreti içinde olmak. Çünkü neslin terbiyesi anneden geliyor.

Bu, infak âyetleri inmeye başladı. İnfak âyetleri inmeye başlayınca sahâbî dedi ki:

“‒Yâ Rasûlâllah! Evet, kazanalım, infak edelim. Neyi biriktirelim?” dediler.

Orada Efendimiz;

“‒Üç şeyi biriktirin buyuruyor. Üç şey üzerinde yoğunlaşın.” buyuruyor:

Birincisi; “zikreden bir dil…”

Yani dil,  Cenâb-ı Hakkʼı unutmayacak. Devamlı dilde kelime-i tevhid olacak. Rasûlullah Efendimizʼe salevât-ı şerîfe olacak. O bizim için bir paratoner olacak, siper-i sâika olacak.

İkincisi; “Şükreden bir kalp…”

Hem mühim, hâle şükür. Cenâb-ı Hakkʼın nîmetlerini tefekkür etmek. En büyük nîmet, îman nîmeti, Efendimizʼe ümmet olma nîmeti.

Yani bu nîmeti tefekkür ederek dünyevî olan birtakım ârızalar, bir hiç hükmünde kalacak. Nasıl milyonları olan, milyarları olan bir kimse, yolda on lira düşürse, onun derdine düşer mi?

İşte dünya, o on liranın muhtevâsı içinde. Îmanla biz ebediyet yolculuğuna çıkacağız. Rasûlullah Efendimizʼin yakınlığıyla;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96])

Allah Rasûlüyle… En büyük şeref, en büyük izzet… Efendimizʼle beraber olmanın, Oʼnunla buluşmanın nîmetine nâil olacağız.

Üçüncüsü de; “Allah yolunda bir zevce.” (Bkz. Tirmizî, Tefsîr, 9/9)

Yine burada yine kız çocuğuna geliyor iş; babaların-annelerin en mühim derdi; “Ben kızımı nasıl yetiştireceğim?..”

Maalesef bugün dünyevî menfaatler içinde ne kadar koşuluyor, onun ukbâ durumu düşünülemiyor. Yarın o kız da ana-babadan dâvâcı oluyor öbür tarafta. Yok onu eğer Allah yolunda yetiştiriyorsa, Kurʼân kursunda, iyi bir çevre içinde yetiştiriyorsa, sâliha bir kişi oluyorsa, ne mutlu o anneye-babaya.

Efendimiz buyuruyor:

“Kim bana iki çenesi arasındaki (yani dilini), iffet ve nâmusunu koruma sözü verirse, ben de ona Cennet sözü veririm.” buyuruyor. (Buhârî, Rikāk, 23)

Yani burada fazîletini gösteriyor. Demek ki ağzımızdan çıkan her kelimeye dikkat edilecek. Eğer uygun değilse susulacak, cevap verilmeyecek.

Yani hayâ, insanı, sahibini bütün kötülüklerden muhâfaza eden bir kalkan durumunda.

Efendimizʼden yine bir hadîs-i şerîf, Buhârî hadîs-i şerîfi edep kısmında:

“İlk peygamberlerden itibâren halkın hatırında kalan bir söz vardır: (Demek ki bu tâ peygamberlerden gelen bir darb-ı mesel oluyor.) «Hayâ etmedikten sonra istediğini yap!»” (Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78)

Demek ki hayâ bir koruyucu. Eğer hayâ kaybedilirse, her şey yavaş yavaş kayboluyor gidiyor. Baʻde harâbiʼl-Basra…

Efendimiz buyuruyor:

“Hayâ îmandandır!” (Buhârî, Îmân, 3)

Îman alâmeti.

“Hayâ ve îman bir aradadır; biri gittiğinde diğeri de gider!” (Süyûtî, I, 53)

“Hayâ ancak hayır kazandırır.” (Buhârî, Edeb, 77)

Bunun tersine;

“Kaba söz (bu da bir hayâsızlık demek ki), ayıptan başka bir şey getirmez! Hayâ ve edep ise, girdiği her yeri süsler (tezyîn eder).” (Müslim, Birr, 78)

Efendimizʼin duâsı:

“Allâh’ım! Sen’den hidâyet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği isterim.” (Müslim, Zikir, 72)

Hakîkî zenginlik bu işte…

Yine, Nur Sûresiʼnde buyruluyor:

“Şüphesiz çirkin söz (Allah cümlemizi çirkin sözden de korusun) ve fiillerin inananlar arasında yaygınlaşmasını isteyenler için dünyada da âhirette de pek elem verici, can yakıcı bir azap vardır…” (en-Nûr, 19)

Demek ki dilin korunması zarûrî. Yani dille de iffetsizlik yapmamak. Çirkin sözler söylememek.

Mevlânâ diyor ki:

“Sözün maskarası olma.” diyor. Yani boş sözler, çirkin sözler, ziyan etmemek…

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Hiç şüphesiz Azîz ve Celîl olan Allah, bir kulu helâk etmek istediği zaman, ondan hayâyı çekip alır.

Hayâyı alınca, o kul ancak gazaba uğrayanlardan biri olur.

Gazaba uğradığı zaman, kendisinden emânet (güvenilirlik) kaldırılır. (Kimse îtimâd etmez.)

Emânet kaldırılınca, o (kul) hâin olur.

Hâin olduğu zaman, kendisinden rahmet kaldırılır.

Rahmet kaldırılınca, o ancak lânete uğrar ve mel’ûn olur.

Lânete uğradığı ve mel’ûn olduğu zaman da, kendisinin İslâm ile olan bağı koparılır!” (İbn-i Mâce, Fiten, 27)

Hafazanallah!.. İşte bu, iffetsizliğin getirdiği bir netice… Kalp âlemi ölüyor demek ki.

Yine buyruluyor, Ebû Dâvud naklediyor:

“Allah -celle celâlühû- çok hayâlı ve çok gizlidir. Bu nedenle hayâyı ve örtünmeyi sever. O hâlde biriniz gusledeceği zaman da örtünsün.” (Ebû Dâvûd, Hammâm, 1/4012)

Tabi bu, umûmî ise. Fakat çok dar bir yerse o zaman câiz gösteriliyor.

Bu da Efendimiz zamanından bir kıssa:

Bir gün -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz zekât olarak toplanan koyunların bulunduğu yere gitmişti. Bunun başına da bir çoban dikmişti. Yani ücret karşılığında bir çoban bulunuyordu. Efendimiz, çobanın yarı çıplak hâlinde dolaştığını görünce hemen çobanı çağırdı:

“‒Kaç gün çalıştın dedi, bizden ne kadar alacağın var!?” dedi.

Efendimizʼin bu sorusunu işitince, çoban, işine son verileceğini anladı. Büyük bir endişeyle:

“‒Niçin yâ Rasûlâllah dedi. Yoksa hayvanların bakımında bir kusurum mu var?” dedi.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“‒Hayır, ondan değil dedi. Lâkin ben, aramızda çalışan insanların, yalnız kaldıklarında bile Allah Teâlâ’dan hayâ eden kişiler olmasını arzu ediyorum! (Yalnız kaldıklarında bile Allah’tan hayâ eden kişiler olmasını istiyorum!) Yalnız kaldığında Allah Teâlâ’dan hayâ etmeyen kişinin yaptığı işi istemiyorum!” buyurdu. (Bkz. Beyhakî, Şuab, X, 196/7370; Mervezî, Tâzîmü Kadri’s-Salâh, II, 836)

Tabi bu, şerʼî hudutlar var. O hudutlara dikkat etmek lâzım bu tesettürde.

Tabi burada bir de “giyinmiş çıplak” şeyi var. Tesettür öyle bir olacak ki kadında ve erkekte, vücut hatlarını kapatması lâzım. Yani dıştan ne erkekte, ne kadında o, belli olmaması lâzım.

Mîraçʼta Efendimizʼe Cennet-Cehennem gösterildi. Orada azap içinde insanlar gördü, muhtelif insan. Bundan ben birini bahsedeceğim:

O insanlar diyor, önlerindeki güzelce pişmiş leziz kebaplar varken çiğ ve kokuşmuş leşler de vardı. Fakat onlar o güzelim yemekleri bırakıp pis ve kokuşmuş leşleri yiyorlardı. Cebrâîlʼe;

“‒Bunlar kimdir?” dedim:

“–Onlar ümmetinden helâl hanımlarını bırakıp da haram olan kadına giden erkekler, (diğer taraftan da) kocasını bırakıp ha­ram olan erkeklere giden kadınlar.” (Heysemî, I, 67-68)

Velhâsıl burada hem erkeklere hem hanımlara burada kendisine hayâ, iffet bakımından îkaz var.

Bu, beşinci yılda, mâlum, o zaman emir gelince bütün hanımlar elbiselerini kestiler, hemen onu bir cilbab yaptılar, baş örtüsü yaptılar. O şekilde dışarı çıktılar. (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 24/12; Ebû Dâvûd, Libâs, 31-33/4102)

Yine bu, Kur’ân-ı Kerîmʼde ibretli bir husus var. Hazret-i Âdem ile Havvâ, Hazret-i Havvâ yasak meyveye yaklaşınca, cezâ olarak çıplak kaldılar. Tabi onları şeytan idlâl etti, ihtiras verdi:

“‒Siz, Cennetʼte daimî kalacaksınız.” dedi. “Onun için şu yasak meyveden alın.” dedi.

Onlar da bir gaflete geldiler, bu yasaktan aldılar. Alınca bütün üzerindekiler döküldü, çıplak kaldılar ikisi de. Bunun üzerine incir yapraklarıyla örtündüler. Hemen istiğfar ettiler. Çünkü, zira çıplaklık, insanlık haysiyetini zaafa uğratır, diğer mahlûkâtın seviyesine indirir. Cenâb-ı Hak, insanlık haysiyetini zedeleyen bu hâlden kurtulmamız için âyet-i kerîmede; “takvâ libâsı” buyuruyor. En mühim libas, takvâ libâsı. Hem bedenin örtünmesi hem dilin, edebin, hayânın, vs. nezâketin, zarâfetin, inceliğin bir kulun, bir müʼminin fârik vasfı olması.

Aʻrâf Sûresi, 26. âyette buyruluyor:

“Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek giysi ve süslenecek elbise bahşettik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır…”

İşte; nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhânî istîdatları inkişâf ettirme, kulun kendisini ilâhî kameranın altında olduğu idrak ve şuuru içinde olması. Bu, takvâ olmuş oluyor.

Tabi bu hususta çok hadîs-i şerîfler de var.

Ümmü Hallâd var, bu da ibretli bir şey. Bu, Medîne sahâbî hanımlarından faziletli bir hanım. Bunun oğlu, Hallâd’ı, yahûdîlerle yapılan Benî Kurayza Gazvesi’nde şehîd oldu. Annesine, Ümmü Hallâdʼa bunu haber verdiler. O, oğlunun âkıbetini sormak için Rasûlullah Efendimizʼe koşarak gidiyordu. Bir kadın dedi ki ona:

“–Hallâd öldü; sen hâlâ başörtüsüyle duruyorsun! (Niye diyor, başını yolmuyorsun, saçını başını yolmuyorsun?)”

Bu Hallâdʼın annesi Ümmü Hallâd da dedi ki; bir İslâm kadınının hayat görüşünü ve düşünce tarzını ortaya koyan şu müthiş cevâbı verdi:

“–Hallâd’ı yitirdiysem, (oğlumu kaybettiysem) hayâmı da kaybetmedim (hayâmı da yitirmedim)!” dedi. (İbn-i Sa’d, III, 531; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 140)

Yine Rasûlullah Efendimiz buyuruyor, bu, atasözü “مَنْ دَقَّ دُقَّ” (eden bulur):

“Yabancı (nâmahrem) kadınlar karşısında siz iffetli olun ki, sizin kadınlarınız da iffetli olsunlar.

Babalarınıza iyilik edin ki, çocuklarınız da size iyilik etsinler.

Özür dileyerek yanına bir kardeşi gelen kimse, ister haklı ister haksız olsun, onu kabûl etsin. Aksi hâlde Cennetʼte havz kenarında o benim yanıma gelemez.” buyurdu. (Hâkim, IV, 170/7258)

Ne güzel bir ahlâk kâideleri.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Her dînin (kendine has) bir karakteri vardır; İslâm’ın karakteri de hayâdır.” (İbn-i Mâce, Zühd, 17)

“اَلْحَيَاءُ مِنَ الْأِيمَانِ”

(“Hayâ îmandandır.” [Buhârî, Îman, 16])

“Ahlâksızlık, bulunduğu şeyi çirkinleştirir; (diğer taraftan) hayâ ise bulunduğu yeri süsler.” (Tirmizî, Birr ve sıla, 47)

Gelelim yine mevzuya dönelim:

Cenâb-ı Hak Sodom halkına, verimli topraklar verdi. Halk bolluk içinde yaşıyordu. Bu durumda Allâh’a şükredecekleri yerde, kendilerine gelen peygambere karşı itaat etmeleri gerekir, fakat onlar isyan hâlindeydi.

Peygamberleri, yani Lût -aleyhisselâm- onlara:

“Biz sizden bir ücret istemiyoruz, bizim ecrimiz Allâhʼa ait.” diyorlardı.

Lût -aleyhisselâm-ʼa şunu diyorlardı:

“–Ey Lût! (Bu dâvâdan) vazgeçmezsen, bil ki, sürgün edilmiş olacaksın!” (eş-Şuarâ, 167) Yani buradan kovulacaksın diyorlardı. Lût -aleyhisselâm- ise onları Allâhʼın azâbı ile, devamlı Allâhʼın azâbı ile onları îkaz ediyordu. Onlar da:

“…Şâyet (sen Lût) doğru söylüyorsan (senin bahsettiğin) azap gelsin (bekliyoruz diyorlardı).” (el-Ankebût, 29)

Bütün o felâketleri tabiat şartlarına bağlıyorlar, işin mânevî tarafından haberleri yok. Çünkü kalpleri yoktu.

Lût  -aleyhisselâm- bir rivâyete göre, ağır şartlar altında 40 sene mücâdele etti. Fakat kavminin yaptığı zulüm ve ahlâksızlıklar artık dayanılmaz bir noktaya ulaştı.

Lût -aleyhisselâm- bu perişan vaziyet karşısında Allâh’a sığındı;

“Rabbim! Beni ve âilemi, onların yapageldiklerinden kurtar (dedi).” (eş-Şuarâ, 169)

Düşünün, peygamber nasıl bir zor durumda kalıyor:

“Yâ Rabbi! Beni kurtar diyor bunlar arasından.”

“«Şu fesatçılar gürûhuna karşı bana yardım eyle Rabbim!»” (el-Ankebût, 30) diyor.

İşte fertler ve toplumlar zaman zaman bunalır ve çaresiz kalırlar. İşte o zaman çok şiddetli bir şekilde yardımcıya ihtiyaç hissederler. Bir mü’minin yegâne dostu ve yardımcısı Allah’tır.

Âyet-i kerîmede:

“Allah mü’minlerin dostudur!…” (el-Bakara, 257) buyruluyor.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“…Allâh’a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. O ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır!” (el-Hac, 78)

Bu duânın ehemmiyeti hakkında Cenâb-ı Hak, o sıdk ile yapılan duâlar, bunun Cenâb-ı Hak eğer bu, hâlisâne yapılıyorsa, din hayatın muhtevâsı içinde yaşanıyor ve hâlisâne yapılıyorsa bunun dünyada verebilir Cenâb-ı Hak karşılığını, yahut vereceğini âhirete saklayabilir. Yahut da onun o duâsına karşı kendilerinden bir kötülüğü kaldırır.

Bunu ashâb-ı kirâmın bazıları o zaman dediler:

“‒Biz çok çok duâ ederiz yâ Rasûlâllah!” dediler. (Ahmed bin Hanbel, Müsned, 3/18)

KORKUNÇ SES VE YAĞAN PİŞMİŞ TAŞLAR:

Cenâb-ı Hak da Lût Kavmiʼni helâk etmek için melekleri gönderdi. Bu melekler, genç erkekler sûretinde gelmişti. Bu hâl, azgın kavmin livâtadan/eşcinsellikten doğan kötü arzularını uyandırdı. Nitekim onlara sarkıntılığa yeltendiler.

Bu hâdise Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifade ediliyor:

“Elçilerimiz Lût’a gelince, (Lût), onlar(a sapık kavminin musallat olmasın)dan endişeye düştü, onlar adına içi daraldı. (Gelip istiyorlar. Orada): «Bu, çetin bir gündür.» dedi (Lût).” (Hûd, 77)

“Bu, çetin bir gündür.” dedi. Yani bir peygamber ne kadar bir sıkışıyor?! En çok belâlar peygamberlere geliyor.

“Lût’un kavmi (yine âyet-i kerîmenin devamında), koşarak onun yanına geldiler. Daha önce de o kötü işleri yapmaktaydılar. (Lût:) «Ey kavmim! İşte bunlar, kızlar (vardır kavmimde, onlarla evlenin); sizin için onlar çok daha temizdir. Allah’tan korkun, misâfirlerimin önünde beni rezil etmeyin! (Dedi)…” (Hûd, 78)

Onlar da îtiraz ettiler. O kadar daraldı ki Lût -aleyhisselâm-:

“…İçinizde aklı başında bir adam yok mu?!» dedi.” (Hûd, 78)

Burada şunu görüyoruz:

Demek ki insan, nefsânî arzuların peşinde olduğu zaman, kalbî melekeler bitiyor. Zihnî melekeler de onu şerre doğru götürüyor. Sanki o Lût -aleyhisselâm-ʼın dediğinin hiç onlar umrunda değildi, farkında değillerdi. O kadar bir daraldı ki:

“…İçinizde rüşd sahibi bir insan yok mu?!» dedi.” (Hûd, 78)

“‒Lâftan anlayacak bir insan yok mu?” dedi.

Onlar da cevaben:

“‒Bizim de kızlarla alâkamız yok dedi. Onu sen biliyorsun dedi. Ve sen bizim istediğimizi elbette bilirsin.” dedi. (Bkz. Hûd, 79)

Lût -aleyhisselâm- yine bir darlığını bildiriyor:

“Keşke (diyor) benim size karşı (koyacak) bir gücüm olsaydı (diyor) veya güçlü bir kaleye sığınsaydım (da sizin şerrinizden kurtulsaydım)!» diyor.” (Hûd, 80)

Efendimizʼin Lût -aleyhisselâm-ʼa olan medhiyeleri var Lût -aleyhisselâm-ʼa.

Tabi bu, müslümanlar üzerinde daima zaman zaman iptilâlar devam ediyor.

Bugün meselâ o Suriyeʼdeki o çadırlardaki -giden arkadaşlar- Afrikaʼdan daha beter durumdalar, diyor. Bir çadırda bir aile, bir çadırın içinde kış-yaz. Suydu vesâireydi, tuvaletti, birçok şeyden mahrumiyet. Gıdadan da mahrumiyet. Her şeyden mahrumiyet…

Mekkeʼde de buna benzer bir hâdise oldu Efendimiz zamanında. Müslümanlar ağır bir zulüm görüyorlardı. Hakâret görüyorlardı, dövülüyorlardı. Her türlü zulme muhatap oluyorlardı.

Sahâbe dediler ki içlerinden:

“‒Biz dediler, dîni yaşamaya çalışıyoruz. Allâhʼın dînini devam ettirme gayreti içindeyiz. Her türlü zulme katlanıyoruz. Fakat müşrikler ise diyar diyar, rahat rahat, sere serpe dolaşıyorlar.”

Onun üzerine Âl-i İmrân 196-197. âyet indi:

“İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın! Azıcık bir menfaattir o (dünya). Sonra onların varacakları yer Cehennemʼdir. O ne kötü bir varış yeridir!” (Âl-i İmrân, 196-197)

Yine dönelim Lût -aleyhisselâm-ʼa.

(O gelen melekler) dediler ki: «Ey Lût! (Dediler.) Biz Rabbinin elçileriyiz. (Dediler. Biz insan değiliz dediler.) Onlar sana aslâ dokunamazlar. (Dediler. O beter insanlar.) Sen gecenin bir kısmında âilenle (yola çık ve) yürü! (Burayı terk et.) Hanımından başka, sizden hiçbiri geri kalmasın! (Bütün sana inananları al, sadece karın burada kalsın dedi, bunlar içinde kalsın dedi.) Çünkü onlara gelecek (azap) şüphesiz ona da isâbet edecektir. (O da o azaptan bir şey alacaktır, bir netice alacaktır.) Onlara vaad olunan (helâk) zamanı, sabah vaktidir. Sabah vakti de yakın değil mi? (Dedi.) (Hûd, 81)

Hemen Lût -aleyhisselâm- zaten az bir inanan vardı, onları aldı, karısı da orada kaldı. Kavmini terk etti oradan.

Edepsizler geldiği zaman, sapık güruh, Lût -aleyhisselâm-’ın kapısına yüklenince, kapısını kırarak girmek istediler. Cenâb-ı Hak da onların gözlerini bir anda kör ediverdi.

Âyet-i kerîmede, Kamer Sûresi:

“Celâlime yemin olsun ki (kavmi) Lût’tan, misâfirlerinden (murâd almak için) talepte bulundular; bunun üzerine Biz de onların gözlerini silme kör ettik. «Haydi azâbımı ve îkazlarımı (mühimsemeyenlerin cezâsını) tadın!» dedik.” (el-Kamer, 37)

Panik içinde kaldılar, kapıyı bile bulamadılar. Hattâ, Lût -aleyhisselâm- onları kollarından tutup tutup onları atıyordu dışarı.

Lût -aleyhisselâm- peygamber olarak vazifelendirildiği zaman, kendisine îman eden Fevât isminde bir hanımı vardı. Bu hanım vefât ettikten sonra Lût, Vâhile isminde Sodomlu bir kadın ile evlendi. Fakat Vâhile münâfık bir kadındı.

Düşünün, yani peygamberin çektiği eziyetleri düşünün; karısı bile münâfık! Kavmi öyle!..

Kavmi, îmansızlık ve ahlâksızlıklara karşı sessiz kalıyordu. Hattâ kavmi, Lût’a gizliden gizliye, kavmini Lûtʼa karşı, Lût -aleyhisselâm-ʼa karşı gizliden gizliye kavmine destek veriyordu.

Bir rivâyette, ateş yakıyordu; “İşte gelin diyordu, buraya gelenler geldi.” diyordu.

Cenâb-ı Hak da Lûtʼun karısının durumunu bildiriyor. O da Tahrim Sûresiʼnde:

“Allah, inkâr edenlere, Nûhʼun karısı ile (Nuh -aleyhisselâm-ʼın ikinci karısı da öyleydi) Lût’un karısını misal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhları altında iken onlara hainlik ettiler. (Onlara hâinlik ettiler.) Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara: «Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin!» denildi.” (et-Tahrîm, 10)

Demek ki burada şunu da görüyoruz:

Fâsıklarla beraber olmanın getirdiği bir neticeyi görüyoruz. Onun için en mühim, kendimizi fâsıklardan, fâsık yayınlardan, kendimizi ve yavrumuzu koruyabilmek… Eğer koruyamazsak, uçurumun kenarında dolaşan, uçurumdan aşağı düşer.

Yine Mevlânâ buyuruyor ki, Sâdî-i Şîrâzî de:

“Bakın diyor, bir diyor, köpek diyor, Ashâb-ı Kehf ile beraber bulundu diyor, ona bir sadâkat gösterdi, Kurʼânî bir ifade kazandı. İki kadın, iki peygamber karısı, kocaları peygamber olduğu hâlde, onlara kocaları fayda vermedi. Çünkü onlar, fâsıklardı, fâsık kadınlardı ve fâsıklarla beraberdi.”

Onun için Cenâb-ı Hak:

كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ

(“…Sâdıklarla beraber olun.” [et-Tevbe, 119]) buyuruyor.

Kadın olsun, erkek olsun, sâdıklarla sâdıkalarla, sâlihler sâlihlerle, hanımlar sâlihalarla beraber olacak.

Ondan sonra Sodom Gomoreʼyi Cenâb-ı Hak fecî şekilde helâk etti.

“Emrimiz gelince, oranın altını üstüne getirdik (buyuruyor). (Balçıktan) pişirilip istif edilmiş taşlar yağdırdık. (O taşlar) Rabbinin katında işaretlenerek (yağdırıldı). Onlar zâlimlerden uzak değildir.” (Hûd, 82-83)

Yani bu kavmi, homoseksüellik, bugün eşcinsellik diyorlar, iğrenç bir günah işledikleri için Allah Teâlâ onları kahretti.

Üç fasılla oldu burada kahrediş de;

–Önce korkunç bir ses duyuldu,

–Sonra memleketlerinin altı üstüne geldi. Hattâ öyle bir üst tâ yukarı çıktı, horozların sesleri yukarıdan gelmeye başladı.

–Daha sonra üzerlerine taşlar yağdırılmaya başladı.

Yani bir milletin yok olup tarih sahnesinden silinmesi için bundan daha şiddetli bir felâket olamaz!

Cenâb-ı Hak o kalıntıları bırakıyor. İşte Lût Gölü. Apaçık âyetler. Göl, Akdeniz’in yüzeyinden 400 metre alçakta. Gölün en derin yeri de 400 metre. Yani Akdeniz’in yüzeyinden 800 metre alçakta bulunuyor.

(Dünyaʼnın kıtaları içinde) deniz seviyesinden en alçak yeri de 100 metre oluyor. Gölün durumu, sanki o Lût Kavmiʼnin denâetini/alçaklığını gösteriyor.

Rûm Sûresi’nde de “edne’l-ard: yeryüzünün alçak yeri” olarak ifade ediliyor. (Bkz. er-Rûm, 3)

Orada bir hayvan yok, bir balık yok, bir hayvan yaşamıyor. Bu göle “Bahruʼl-Meyyit” de deniyor “Ölü Deniz” deniyor.

Hayvanların yaşamaması bile bir ibret. Zift renginde olan göl, iğrenç kokular neşreder. Sanki bu göl, civârında işlenen günahları, bu manzaraları insanlara arz etmektedir.

Cenâb-ı Hak; “Gezip görmediler mi?” buyurur. (Bkz. Âl-i İmrân, 137; el-En‘âm, 11, Fâtır, 44…)

İşte bu hâdise, tahminen Mîlattan 1800 sene evvel oluyor. Yani günümüzden, 2000 sene bu tarafa, aşağı yukarı 4000 sene evvel olmuş oluyor.

Bu şehir kalıntıları da bu gölün dibinde olduğu tahmin ediliyor. Bunların, Lût Kavmiʼnin işte kötü fiilleri, putperest… Çünkü insan fıtratında inanma ihtiyacı var. Hak… Hakkʼı bulmak istiyor. Hakʼta, Hakkʼı bulunca âhiret haberi geliyor. Kanunlar geliyor, hükümler geliyor. Bunların, putlara tapmak, livâta yapmak…

Sadece bu, Efendimizʼin hadisi var:

“Benim diyor, ümmetimden diyor, endişe ettiğim bir şey daha var diyor, (bu da bir mûcize) o zaman diyor, benim ümmetimde kadın kadına ait yakınlıklar olacak.” diyor. (Bkz. Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 51, no: 8150)

Bu da bir mûcize…

Üçüncüsü; tabi bunların mesleği, livâtaydı. Birisine eğer ceza verecekleri zaman ona livâta yaparak ölene kadar en ağır şekilde, livâtayla öldürürlerdi.

Bunlar diğer mahlûkatta yok.

Lût -aleyhisselâm-ʼı da tehdit ediyorlar;

“‒Ey Lût diyorlardı, sen bu sözlerden, bu dîni tebliğden vazgeçmezsen, sen mutlakâ bu memleketten kovulacaksın!” dediler. Kendileri kovuldu.

Yol kesmek; gelenlerle alay etmek, çakıl taşları atmak üzerine. Yani cimrilik, yani ne kadar bir ahlâksızlık varsa hepsi bunlarda cem olmuş durumda.

Bir de bugün bize “Pompei” var, bu İtalyaʼnın aşağısında. Bu şehir de, Lût kavmi gibi, bu da ayrı bir sapıklık içindeydi. Bu, Vezüv Yanardağıʼnın ânî infilâkıyla lavlar, bir anda kenti sardı. Hepsi o kötü, fecî hâlindeyken taşlaştı. Kalıntıları, hiç bozulmadan günümüze kadar geliyor.

Yani tarihin ibret dolu sahifeleri âdeta bir milletler mezarlığıdır. Îmansızlık, ahlâksızlık ve zulüm, milletlerin en belli başlı helâk ve yok oluş sebepleridir.

Sanki bu Pompei de, mânen hayvanlaşan insan siluetleri!..

Yine, Meryem Sûresiʼnde:

“Biz onlardan önce nice insan nesillerini helâk ettik. Sen, onlardan herhangi bir kimseyi görüyor veya onlardan cılız bir ses olsun işitiyor musun?” (Meryem, 98)

Tabi bunları kalp işitir, kalp görür. Tabi burada en mühim, günümüzde, neslin korunması. Yani bu da bizim hepimizin mesʼûliyeti. Yani iffetli bir nesil, merhametli bir nesil. Ahlâkın fârik vasfı, nâmus, iffet ve merhamettir.

Hicrete baktığımız zaman, hicretteki gayelerde neler vardı:

Bir; din yaşanacaktı. Din yaşanmıyordu, yaşanamıyordu zulümden. Onun için ahkâm âyetleri inmiyordu. Medîne-i Münevvereʼde din tamamlanacak, ahkâm âyetleri inecek.

İki; namus emniyette olacak. Çünkü orada namus emniyette değildi Mekkeʼde. Her türlü tecavüz oluyordu.

Mal muhafaza edilecek. Ve merhamet artacak.

Tabi tarihte meselâ bir AİDS geldi, 30 milyon insana mâl oldu. Bugün virüsü de düşünmemiz lâzım. Kendi kendine gelmedi.

Velhâsıl aile teşkilâtı içinde terbiye edilmeyen, nikâhın dışında kalan nesiller, hayatı karıştırır. İçtimâî refahı temelinden yıkar, anarşiye sebep olur.

Nikâhın saâdetini, fuhşun murdarlığına değişmek kadar ahmaklık ve cehâlet olamaz!..

Tabi burada ne şekilde bir anne? İşte Ahmed ibn-i Hanbelʼin annesi… Onu on yaşında hafız yapıyor, sabah namazlarına su ısıtıyor, ona ılık suyla abdest aldırıyor, tâ, başını tesettüre giriyor, mescide kadar onu takip ediyor. On yaşındayken… Yani derdi, evlâdının derdi.

İmam Mâlikʼin babasının derdi.

Peygamberlerin derdi:

“Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namaz kılanlardan eyle!..” (İbrahim, 40)

Demek ki bir babanın-annenin en büyük derdi, kendisinin huşûlu bir namaz kılması, evlâdının da o şekilde bir namaz kılabilmesi.

Âyet-i kerîmede buyruluyor Tahrim Sûresiʼnde:

“Ey îman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!..” (et-Tahrîm, 6)

Yine peygamberlerden, Bakara 132. âyette:

“Bunu İbrahim de kendi oğullarına vasiyet etti, Yâkub da; «Oğullarım! Allah sizin için bu dîni (İslâm’ı) seçti. O hâlde « فَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ » ancak müslümanlar olarak can verin» (dediler).” (el-Bakara, 132)

Âl-i İmrân, 102. âyette:

“Ey îman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun « وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ » ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyruluyor.

Velhâsıl en mühim burada, kendimizi ve gönül goncamız olan evlâtlarımızı zamanın şerlerinden koruyabilmek. Yok eğer evlâtlarımız “uydum kalabalığa” diyerek ne yapıyor; “yüksek tahsil yapsın, okusun…” Ne okuduğu yeri takip etmiyor, ne evlâdını-kızını takip etmiyor… Onları gafillerin akıntısına bırakırlarsa hem dünyada hem âhirette ağır bir nedâmetle karşılaşırlar.

Kurʼân-ı Kerîmʼde; “يَا لَيْتَنِى, يَا لَيْتَنَا” geçiyor. “Keşke, keşkeler” geçiyor. Fakat onun bir faydası yok.

Eğer anne-babalar, evlâtlarını İslâm kültürüyle yetiştirirlerse, yarın onlar için sâlih ve sâdık evlâtlar olurlar.

Necip Fâzılʼın güzel bir ifadesi var; gafil anne-babanın durumunu bildiriyor:

“Meyve derdinde olmayan ağaç, odundur!” buyuruyor. “Meyve derdinde olmayan ağaç, odundur!”

Odunun âkıbeti nedir? Yanmaktır!..

Burada bir annenin-babanın esas mesʼûliyeti veciz şekilde bildiriliyor.

Velhâsıl Kur’ân-ı Kerîmʼin mânâ iklimine giremeyen gâfiller, hayatın ancak dış yüzünü bilirler. Derûnî âlemin hikmet ve hakikatlerinden mahrum kalırlar. Onlar, ömür boyu dünya lezzetleri ve şehvetleri peşinde koşarlar, dururlar. Lâkin cihânın var oluş hikmetinden gâfildirler.

Onlar bu dünya sofrasında oburca istifade ederler, lâkin sofranın gerçek sahibi olan Razzâkʼı tanımazlar.

Mezarlara yakınlarını gömerler de toprağın altındaki büyük mâcerâdan habersiz yaşarlar. Onlar, selvilerin harfsiz ve sözsüz lisanından anlamazlar.

Zelzele, fırtına, tsunami, türlü musibetler, virüs… Türlü musibetlerle îkaz tokadı yediklerinde bile, hakikatlere sırt dönerler, tabiî âfet yaygarasıyla sahte tesellîlere sığınırlar. Kaçacak delik ararlar.

Ne gariptir ki ilâhî mülkte yaşarlar, fakat mülkün gerçek sahibine düşman kesilirler.

Onun için tezkiye zarûrî, ki kalpten öbür âleme, mâverâya pencereler açılsın.

Necip Fâzılʼın burada güzel bir ifadesi var:

Gönlüm uçmak dilerken semâvî ülkelere

Ayağım takılıyor, yerdeki gölgelere…

Nefsânî arzulara.

Yine bir şiirinde; “Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.” diyor.

Velhâsıl kahrolan kavmin o kötü olan hasletlerinden bahsettik. Bir de Kur’ân-ı Kerîmʼdeki olan, yani nasıl bir müʼmin, nasıl bir faziletli bir kul olacak, Allâhʼa yakın bir dost kul olacak?..

Furkan Sûresiʼnde:

“İbâdurrahman, yeryüzünde mütevâzı olarak bulunurlar…” (el-Furkân, 63)

Demek ki tevâzu insanda, hiçlik olması sebebiyle merhamet artar, şefkat artar, hizmet artar.

“Rahmânʼın has kulları onlardır ki yeryüzünde tevâzu ile yürürler.” (el-Furkân, 63)

Yine İbn-i Mâceʼde buyruluyor:

“Kim, Allah Teâlâʼnın rızâsı için, Allâhʼın kullarına karşı bir derece tevâzu gösterirlerse bu sebeple Allah onları bir derece yükseltir…” (İbn-i Mâce, Zühd, 16)

Hep sâlih kullara da baktığımız zaman bir mütevâzı hayat vardır. Gâfilde ise -Allah korusun- onda enâniyet vardır.

Cenâb-ı Hak:

وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ

(“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” [el-Hümeze, 1])

“Hepsine yazıklar olsun!” buyuruyor.

İki; câhillerden ve nadanlardan gelen eziyetlere tahammül ederler.

Yine âyet-i kerîmede buyruluyor:

“…(Kendini bilmezler) onlara câhiller sataştığı zaman «selâmâ» derler (bir tebessümle geçerler).” (el-Furkân, 63)

Yine diğer bir husus:

Başkalarından sâdır olan her türlü kusur ve yanlışı görmezden gelir; tecessüsü, bağışlamak ve yapılan kötülüğe karşı iyilikle mukâbele ederler.

Âyette, Fussilet 34. âyette:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir tarzda önlemeye çalış. O zaman göreceksin ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan, (sıcak) bir dost oluverir.”

Efendimizʼin Mekke Fethiʼnde, Efendimizʼin affetmesiyle “Muhterem kardeş!” dediler. Yusuf -aleyhisselâm- da öyle.

Velhâsıl bu üç maddeyi bitirelim. İnşâallah, gelecek derste de bu Hak dostlarının -inşâallah- hâllerinden, Kur’ân-ı Kerîmʼdeki âyetlerden bahsedelim -inşâallah-. Bu Lût Kavmiʼnin o şeyi, çirkin hâllerine karşı, nasıl bir…

İnsan işte, ahsen-i takvim durumunda, en güzel bir yaratık, en mûtenâ bir yaratık, Cenâb-ı Hakkʼa dost olan bir yaratık, dost olacak Cenâb-ı Hakʼla, Cenâb-ı Hak ikram edecek.

Öbür tarafta da “بَلْ هُمْ اَضَلُّ” buyruluyor. Diğer mahlûkattan aşağısına iniliyor. (Bkz. el-A‘râf, 179; el-Furkân, 44)

Allah cümlemize ahsen-i takvim vasfından hisseler nasîb eylesin.

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96])

Rasûlullah Efendimizʼi çok çok, Sünnet-i Seniyyeʼyi, Efendimizʼi çok çok sevmeyi, kıyâmet günü de Efendimizʼin civârında bulunmayı, Cenâb-ı Hak cümlemize nasip, ihsan ve ikram buyursun. Duâmızın kabûlü niyâzıyla;

Lillâhi Teâleʼl-Fâtiha!..