Yunus Emre (rahmetullâhi aleyh) -8-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2020 – Temmuz, Sayı: 413

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Senin “ben” demekliğin, mânîde[1] usûl değil.
Biz kapı kullarına, şaşı bakmak yol değil…

[Sahâbeden Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kapısına gittim. Kapıyı çaldım.

«–Kim o?» buyurdular.

«–Ben!» cevâbını verdim.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, «ben» lâfzını kullanmama râzı olmadılar.” (Buhârî, İsti’zân, 17)

Hazret-i Mevlânâ bu kıssayı işârî mânâda şöyle şerh eder:

“Kalbi yanık âşık, yârin kapısını tıklattı. Ancak «Kimsin?» suâline «Benim!» deyince, yâr:

«–Git! Senin için, içeriye girme zamanı değildir! Böyle mânevî nîmetler sahasında, ham ruhlara yer yoktur!..» dedi.”

“O zavallı, kapıdan döndü. Ve bir sene seferde bulunup yârin firak ve iştiyak kıvılcımı ile tutuştu, yandı. O yanık âşık, iyice pişerek geri döndü. Tekrar yârin hânesi tarafına geldi.”

“Ağzından yanlış bir söz fırlamasın diye binbir endişe, korku ve edep ile kapının halkasını vurdu.”

“Yâri:

«–Kapıdaki kimdir?» diye seslenince;

«–Ey gönlümü almış olan! Kapıdaki de sensin!..» cevâbını verdi.”

Yâri de:

«–Madem ki şimdi sen de benim gibisin; Ey benden ibâret olan!.. Gir içeri!.. Bir evin içine iki “ben” sığmazdı.» dedi.”

Ardından ekledi:

“–Ey nefsini yenip alt eden kişi! Gel, içeriye gir! Sen artık bahçedeki dikenler gibi gülün zıddı değilsin! Sen şimdi, güllere şâh olansın! Görünüşteki ikiliği bırakıp artık «bir» olansın!”

Yine Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Her kim ki, Hak kapısında «ben» ve «biz» diyecek olursa, o kimse « لَا » (yani red) vâdisinde dönüp dolaşıyor demektir. Öyle olanlar, dost kapısından alınmazlar.”

Bir iplik, pek çok lifin birleşmesiyle meydana gelir. Onun bir iğne deliğinden geçebilmesi için, liflerin birliğini koruması elzemdir. Her lif, ayrı bir baş çekerse, ipin ucu çatallanır, birliği/tevhîdi bozulur, iğnenin deliğinden geçemez.

Bir müʼmin de irâdesini Cenâb-ı Hakkʼın irâdesine ne kadar râm edebilirse, o nisbette tevhîdin hakikatinden hisse alabilir. Bütün varlığıyla Cenâb-ı Hakkʼa teslîm olup ilâhî irâdenin zıddına olan her türlü nefsânî arzusunu bertaraf eden bir kul, Rabbinde fânî olmuş olur. Cenâb-ı Hak, onu dostluk kapısından içeriye kabul buyurur. O dostunun artık gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olur.[2]

İşte kâmil mânâda tevhîd, o zaman gerçekleşir. “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.” sırrı tecellî eder. Âyet-i kerîmede buyrulan:

اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“Bilesiniz ki Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.” (Yûnus, 62) müjdesi, böyle kullara ihsân edilir.

Bunun için, insan-ı kâmil yetiştirmeyi hedefleyen tasavvufun en fazla üzerinde durduğu husus; nefsin tezkiye, kalbin tasfiye edilmesidir. Yani dış âlemle birlikte iç âlemi de, Cenâb-ı Hakkʼın sevmediği ne varsa hepsinden temizlemek; bunun ardından, ilâhî rızâ ve muhabbeti celbedecek güzelliklerle tezyîn edebilmektir. Kul, ancak bu takdirde Rabbinde fânî olur, tevhîdin hakîkatinden hisseler alır.

Nasıl ki Sakarya Nehri, Karadeniz’e döküldüğü zaman, artık Karadenizʼde Sakarya bulunamazsa, o artık Karadeniz’de kaybolursa; mü’min de nefsinin irâdesini Cenâb-ı Hakk’ın irâdesine bütünüyle râm ederek O’nda fânî olmalıdır.

Bu hâli idrâk edebilmenin önündeki en büyük engeller, nefse yerleşmiş olan süflî arzulardır; hevâ, heves ve ihtiraslardır. Bunların başında; gurur, kibir, ucub, gösteriş, baş olma arzusu, benlik dâvâsı, servet, şehvet ve şöhrete duyulan aşırı düşkünlük gelir.

Bir kul, fânî hazlardan uzaklaşmadıkça bâkī lezzetlere kavuşamaz. Tıpkı çocukların sütten kesilmedikçe yüksek gıdalara ve hayatî lezzetlere eremedikleri gibi. Bunun için, tasavvufî terbiye yolculuğunda ilk adım; mânevî terakkîye ayak bağı olan nefsânî takıntılardan kurtulmaktır.

Nitekim Hak dostları;

* Ömürleri boyunca nefsâniyete iptal mührü vurabilmenin gayreti içinde olmuşlardır.

* “Bir kişide benlikten bir harf kalırsa, o, Allah dostu olamaz.” buyurmuşlardır.

* Dünyaya gurur ve kibirle çalım satarak “arz-ı endâm” etmeye değil, bilâkis tevâzu ve mahviyet içinde kullukta bulunarak, Cenâb-ı Hakk’a “arz-ı hâl” etmeye geldiğimizi telkin etmişlerdir.

* Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azameti önünde insanın kendi “hiçlik”, “yokluk” ve “acziyet”ini idrâk edebildiği nisbette değer kazanacağını tâlim etmişlerdir.

* Bütün güzel ahlâkın temelinde, “tevâzu” ve “hiçlik” hâlinin bulunduğunu beyan buyurmuşlardır. Hakîkaten, ancak mütevâzı bir insan edepli olur, cömert olur, fedakâr olur, hizmet ehli olur, velhâsıl “insan-ı kâmil” olur.

Nitekim Yunus Emre Hazretleri, benlik perdesini aradan kaldırmak, böylece tevâzu ve hiçlik tâcını giymek için, başını Tapduk Emre dergâhının eşiğine koymuştur. İç âlemindeki ihtilâçları ve nefsânî ihtirasları, herkesin ayak bastığı o eşikte bıraktıktan sonra, mürşidinin gönül dergâhına kabul buyrulmuştur.

Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri, varlık ve benlik elbisesini çıkararak nefis engelini aşabilmek için; yaralı hayvanlara hizmet etmiş, yoldan geçen mahlûkâta hürmet duyguları içinde yol vermiş, âdeta nefsini onlarla denk görmüştür. Ayrıca insanların geçtiği yolları temizlemiş, hastalara fedakârca hizmet etmiştir. Yine;

Âlem buğday ben saman,
Herkes yahşi ben yaman!

“Yani herkes iyi, kötü olan benim.” diyerek; ulaştığı tevâzu, hiçlik ve yokluk hissiyâtını ifade buyurmuştur.

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, mânevî terbiye için Üftâde Hazretleri’ne intisâb ettiğinde, ondan da evvelâ gönlündeki varlık ve benlik duvarını yıkabilmesi için, dünyevî ve nefsânî dayanaklarını terk etmesi istenmiştir. Kadısı olduğu Bursa’nın çarşısında, süslü kaftanıyla ciğer satması emredilmiş, akabinden de dergâhın helâ temizliği hizmetine verilmiştir.

Hüdâyî Hazretleri, bu hizmetler esnâsında, nefsinin îtirazlarını susturup benliğini bertaraf ettikten sonra, cihan padişahlarına yön veren yıldız şahsiyetlerden biri olmuştur.

Yine Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de, İslâm âlemini saran şöhretine ve ilimde “Güneşler Güneşi” diye anılmasına rağmen, uzun bir yolculuğun ardından Abdullâh-ı Dehlevî Hazretleri’nin dergâhına varmış, Hazret’in önünde edeple diz çökmüştür. Bütün gurur ve kibir dayanaklarını gönlünden çıkarıp atarak, kendisine verilen abdesthâne temizliği vazifesini samimiyetle yerine getirmiştir. Tevâzu, yokluk ve hiçlik tâcını giymiş, gördüğü mânevî tahsil ve terbiye neticesinde bir gönül sultânı olmuştur. Bereketi günümüze kadar teselsül eden bir irşad hizmeti, kendisine nasip ve müyesser kılınmıştır.

Velhâsıl en zor iş; benliği, yani gurur, kibir ve enâniyeti bertaraf edebilmektir. Zira gurur ve kibir alâmetleri zâhiren terk edilse bile, nefsin bunu hazmedip kabullenmesi kolay değildir. Bu sebeple nefsin hile ve tuzaklarından hiçbir zaman emîn olunamaz. Zira o, kimi zaman sûret-i haktan görünerek ve mânevî hâllere bürünerek sahibini kandırır. Meselâ tevâzu görünümlü bir övünme ile;

“–Efendim, bendeniz âcizâne, ancak şu kadar hatim indirebiliyorum, şu kadar talebe yetiştirebildim, şu kadar hayrât yapabildim…” diyerek ve bunu fânîlere teşhir ederek, o amellerin ecrini ziyân edebilir. Yahut yaptığı amelleri gözünde büyüterek, kendini başkalarından üstün görebilir. İşte nefsin bu ve benzeri hilelerini terk edebilmesi, ancak kalbin seviye kazanmasıyla mümkündür. Tasavvufun gayesi de kalbe bu olgunluğu kazandırabilmektir.

Nitekim bu kemâlâtı kazanmış olan Hak dostları, takvâ üzere bir kulluk hayatı yaşayıp Allah yolundaki gayretlerin en güzelini göstermelerine rağmen, yine de kendilerini hiçbir şey yapamamış âciz bir mücrim gibi görmüşlerdir.

Merhum Necip Fâzıl’ın dediği gibi:

O erler ki gönül fezâsındalar,
Toprakta sürünme ezâsındalar…
Yıldızları tesbih tesbih çeker de,
Namazda arka saf hizâsındalar…]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Ne ilmim var ne tâatim,
Ne gücüm var ne tâkatim,
Meğer Sen’in inâyetin,
Ede yüzüm ak Çalab’ım![3]

[Yunus Emre Hazretleri bu ifadeleriyle bizlere, nebevî ahlâktan yansıyan mühim bir “kulluk edebi”ni tâlim etmektedir. Bu ise, dünyevî ve uhrevî kurtuluşumuz için; ilmimize, amelimize, sıhhatimize, gücümüze, imkânlarımıza güvenmeyip her dâim Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuna sığınmamız gerektiğidir.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün ashâbına:

“–Orta yolu tutunuz, dosdoğru olunuz. Biliniz ki, hiçbiriniz ameli sâyesinde kurtuluşa eremez.” buyurmuşlardı.

Sahâbîler:

“–Siz de mi kurtulamazsınız, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye hayretle sordular. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–(Evet) ben de kurtulamam. Ancak Allah, rahmet ve keremiyle beni bağışlamış olursa, o başka!” cevâbını verdi. (Müslim, Münâfikîn, 76, 78)[4]

Unutmayalım ki duâlarımız gibi bütün amellerimiz de Cenâb-ı Hakkʼın kabûlüne muhtaçtır. Cenâb-ı Hakk’ın affı, mağfireti, merhameti, lûtuf ve inâyeti tecellî etmezse; kulun ne kadar sâlih ameli ve hayır-hasenâtı olursa olsun, bir kıymet ifade etmez. Zira sâlih amellerin gâyesi de ilâhî rahmeti celbedebilmektir.

Nitekim Yunus -aleyhisselâm- balığın karnına düştüğünde, dertli dertli Rabbine duâ ve istiğfarda bulunmuştu. Fakat Cenâb-ı Hak onun bu yakarışlarının dahî kabule muhtaç olduğunu ifade sadedinde;

“Şayet Rabbinden ona bir nîmet yetişmemiş olsaydı o, mutlaka, kınanacak bir hâlde ıssız bir diyara atılacaktı.” (el-Kalem, 49) buyurmuştur.

Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın nîmet ve inâyeti yetişmezse, kulun amellerinin de bir faydası olmaz. Zira Cenâb-ı Hakk’ın bizim hiçbir amelimize ihtiyacı yoktur. Fakat bizim, o sâlih ameller vesîlesiyle Rabbimiz’in affını, mağfiretini, rızâ ve muhabbetini dilemeye, O’na yaklaşmaya ve O’nun dostluğundan hisseler almaya ihtiyacımız sonsuzdur.

Bunun için kulluk vazifelerimizi, elimizden gelen en güzel şekilde îfâ etmeye gayret gösterdikten sonra, Cenâb-ı Hakk’ın sayısız nîmetlerine mukâbil, bu amellerimizi bir “hiç” olarak görmeliyiz. Âciz bir kul olduğumuzun şuur ve idrâki içinde Cenâb-ı Hakk’ın merhametine sığınmalıyız.

Nitekim, büyük Hak dostlarından Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin mânevî evlâtlarına ve kardeşlerine yazdığı mektupları, bizlere kulluk edebi hususunda müthiş bir ders vermektedir. Öz kardeşine yazdığı bir mektupta, kendi hâlet-i rûhiyesini şöyle hulâsa eder:

“…Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki; annem beni doğurduktan bugüne kadar, Allah katında makbul ve mûteber olup hesabı sorulmayacak bir tek hayır işlediğime inanmıyorum.”

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri böyle buyurduktan sonra da şu îzâhı yapar:

“Eğer kendi nefsini bütün hayır işlerde iflâs etmiş olarak görmüyorsan, bu, cehâletin en son noktasıdır. Eğer iflâs etmiş olarak biliyorsan, Allâh’ın rahmetinden de ümitsiz olma. Zira Allah Teâlâ’nın fazl u keremi, kul için insanların ve cinlerin (bütün sâlih) amellerinden daha hayırlıdır. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

«De ki; Allâh’ın lûtfuyla, rahmetiyle (evet) ancak onunla ferahlasınlar. Bu onların topla(yıp kazan)dıklarından hayırlıdır.» (Yûnus, 58)

Şeytanın, akıllarıyla oynadığı kimseler gibi, Allah Teâlâ’nın fazlına güvenerek ibadetlerde aslâ ihmâl gösterme! Zikr-i kalbî ile murâkabeye devam et! Yolda yürürken dahî ondan ayrılma…”[5]

Velhâsıl Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına nâil olabilmek için; îman, sâlih ameller, güzel ahlâk lâzımdır; fakat kâfî değildir. Yani bir kul, ebedî kurtuluşu hususunda aslâ kendini garantide görmemelidir. Korku ve ümit duyguları arasında, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini celbeden sâlih amellere, güzel ahlâka sarılmalıdır. Başta “Rahmân” ve “Rahîm” olmak üzere, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatlarından hisseler almaya çalışmalıdır. Bu uğurda elinden gelen bütün gayreti samimiyetle göstermelidir. Fakat kendi gayretine güvenmeyip; “Yâ Rabbi! Sen’in lûtfuna sığınıyorum, rahmetini ümit ediyorum.” demeli, dâimâ duâ ve ilticâ hâlinde olmalıdır.]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Canını aşk yoluna vermeyen âşık mıdır?
Cehd eyleyip ol Dost’a ermeyen âşık mıdır?
Nefs arzusundan geçip aşk kadehinden içip,
Sohbetlerde baş çatıp durmayan âşık mıdır?
Yunus imdi[6] ol Dost’un cefâsına sabreyle,

Yüreğine aşk odun urmayan[7] âşık mıdır?

[Zâhirî ilmin vâsıtası; hocadır, mekteptir, kitap, defter, kalem vs.dir. Bâtınî ilmin vâsıtası ise muhabbettir. Muhabbet de ispat ister, bedel ister. Zira muhabbetin kantarı fedakârlıktır. Fedakârlıklarla ispatlanmamış bir muhabbetin samimiyetinden söz edilemez.

Dolayısıyla; “Ben Allâh’ı ve Rasûl’ünü seviyorum.” demekle iş bitmez. Bu sevginin; evimize, işimize, çocuklarımızı terbiye edişimize, çevremizle münâsebetlerimize, toplumdaki tercihlerimize, ibadet, muâmelât ve ahlâkımıza, Allah yolundaki her türlü gayrete fedakârca güç verişimize, velhâsıl hayatımızın her safhasına aksetmesi gerekir.

Zira gerçek bir muhabbette, sevilenin husûsiyetleri sevene sirâyet eder. Allah ve Rasûl’ünü seviyorsak, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde bir yaşayışımız olmalıdır. Allah ve Rasûl’ünün sevdiklerini sevmemiz, yerdiklerini yermemiz gerekir.

Dilimizdeki Allâh’a ve Rasûlullâh’a muhabbet ikrârını, hâl ve davranışlarımız tasdik etmek yerine tekzip ediyorsa, -Allah korusun- bunun neticesi ebedî bir hüsran olur.

Nahşebî Hazretleri’nin naklettiği şu kıssa, bu hakîkati ne güzel îzah eder:

Bir genç, pâdişâhın kızının kapısına gelmiş ve ona âşık olduğunu söylemişti. Haber kendisine iletilince, pâdişâhın kızı kapıya geldi ve gence:

“–Al şu bin dirhemi de; bir daha bana da sana da zarar verecek böyle bir şey söyleme!” dedi. Genç vazgeçmeyince:

“–Öyleyse iki bin dirhem al!” teklifinde bulundu. Genç, her seferinde teklif yükselmesine rağmen, dâvâsından vazgeçmedi. Pâdişâhın kızı neredeyse gencin samimiyetine inanıp kalbi ona meyledecekti ki, son olarak bir de “on bin dirhem” teklifinde bulundu. Bu meblâğ karşısında âdeta kendini kaybeden genç, teklifi kabul etti. Pâdişahın kızı ise hem üzüldü hem de öfkelendi:

“–Bu nasıl bir sevgidir ki, gözün para-pul ile kamaşıp beni görmez oldu. Beni başkasına tercih edenlerin cezası nedir biliyor musun?” dedi ve sevgisinde samimî olmayan genci şiddetle cezalandırdı.

Bir Hak dostu, bu kıssayı işitince düşüp bayıldı. Kendine geldiğinde şöyle dedi:

“–Ey insanlar! Bakın dünyada sahte sevgilerin başına neler geliyor! Ya Hakk’ı sevdiğini iddiâ edip de O’ndan başkasına yönelenlerin başına âhirette neler gelmez ki!..”

Dolayısıyla, samimî bir mü’min, Allah ve Rasûlullah sevgisini bütün fânî muhabbetlerin üstünde tutmalıdır. Ayrıca, aşk ve muhabbetin, ruhları pişirip olgunlaştıran ağır imtihanları bulunduğunu hatırından çıkarmamalıdır. Bu uğurda karşılaşacağı dünyevî cefâları safâ, zahmetleri rahmet, meşakkatleri lezzet olarak telâkkî etmelidir. Sevgisi uğruna zehirle pişmiş aştan yese, yüzünü buruşturmamalı, çile ve ıztıraplara sabretmelidir.

Zira gerçek mânâda seven bir insan, sevdiği yolunda fedakârlıkta bulunmayı canına minnet bilir. Nitekim ashâb-ı kirâm, bu aşk, vecd ve şevk içinde;

“–Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” dediler. Efendimiz’in İslâm’a davet mektuplarını uzak diyarlara îman vecdiyle taşıdılar. Kelle almaya hazır cellâtların önünde, hiç çekinmeden Allah Rasûlü’nün mektubunu krallara okudular. Medîne’de hurma bahçelerinin gölgeliklerinde oturmak varken, binbir meşakkate katlanarak Çin’e, Semerkand’a, Afrika’ya gittiler, İstanbul’a geldiler. Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını tahsil yolunda hiçbir gayret ve fedakârlıktan yılmadılar, yorulmadılar. Böylece Allah ve Rasûl’üne olan muhabbetlerindeki samimiyetlerini ispat ettiler.

Bu hâlin en güzel misâli ise, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın Peygamber Efendimiz’e duyduğu eşsiz muhabbet, sadâkat ve teslîmiyetidir. Nitekim bir defasında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Ebû Bekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiç kimsenin malından faydalanmadım…” buyurmuştu.

Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise bu iltifatkâr sözler karşısında son derece duygulanarak gözyaşları içinde:

“–Ben de, malım da, hepsi Siz’e âit değil mi yâ Rasûlâllah?!” dedi. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11; Ahmed, II, 253)

Bu sûretle kendisini bütün varlığıyla Peygamber Efendimiz’e adadığını ve O’nda fânî olduğunu ifade etti.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde de, kendisine duymamız gereken muhabbetin seviyesini şöyle beyân etmişlerdir:

“Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin olsun ki; sizden biriniz, ben kendisine; anasından, babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça, hakikî mânâda îman etmiş olamaz.” (Buhârî, Îmân, 8)

İşte Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e böyle bir aşk ve muhabbetle tâbî olmalıyız. O’nu gönül tahtımızın sultânı ve hayatımızın rehberi kılmalıyız. Çünkü O’nu sevmek, bize farz kılınmıştır. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım-akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah’tan, Rasûl’ünden ve Allah yolunda cihâd etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (et-Tevbe, 24)

Bu itibarla bizler de hâlimizi muhâsebe etmeliyiz:

* Allâh’ı ve Rasûl’ünü seviyorsak, bu uğurda ne kadar gayret ve fedakârlık gösterebiliyoruz?

* Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ne kadar benzeme gayreti içindeyiz?

* Yaptığımız her iş ve davranışta; “Allah Rasûlü şimdi benim yanımda olsaydı, bu hâlime tebessüm eder miydi?” hissiyâtını ne kadar taşıyabiliyoruz?

* Ashâb-ı kirâmın, evliyâullâhın hâlleriyle hâllenmeye, ahlâklarıyla ahlâklanmaya, hayat ve hâdisâta onların gönül gözüyle bakabilmeye, onlarla istikâmet beraberliği içinde olmaya ne kadar gayret ediyoruz?

Rabbimiz cümlemize; îmanda sadâkat, ibadette ihlâs, muhabbette samimiyet ihsân eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Mânî: Mânâ, bir şeyin iç yüzü, hakîkati.

[2] Bkz. Buhârî, Rikāk, 38.

[3] Çalab: Rab, Allah.

[4] Ayrıca bkz. Buhârî, Rikāk 18, Merdâ 19.

[5] Mektubât-ı Mevlânâ Hâlid, 28. mektup.

[6] İmdi: Şimdi.

[7] Od urmak: Ateşlemek, ateşe vermek.