Teblîğin Ehemmiyeti ve Üslûbu

HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER


Teblîğ, İslâm dînini ve onun esaslarını anlatarak, insanların bu emirler istikâmetinde yaşamalarını sağlamaya çalışmaktır. En meşhur tâbiriyle teblîğ “emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker: İyi ve güzel olanı emretmek, kötü ve çirkin olan şeyden menetmek” diye bilinmektedir.

Allâh Teâlâ, âyet-i kerîmelerde teblîği bütün mü’minlere bir vazîfe olarak emretmektedir:

وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَاُولَئِكُ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

“Sizden hayra dâvet eden, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun! İşte onlar gerçekten felâha erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104)

كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ…

Siz, insanlığın (iyiliği) için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız.” (Âl-i İmrân, 110)

Peygamber Efendimiz de hadîs-i şerîflerinde teblîğin ehemmiyetine dâir şöyle buyurmuşlardır:

“Bizden bir şey işitip, onu aynen başkalarına ulaştıran kimsenin Allâh yüzünü ak etsin! Kendisine bilgi ulaştırılan nice kimseler vardır ki, o bilgiyi bizzat işitenden daha iyi anlar ve tatbîk eder.” (Tirmizî, İlim, 7)

“Allâh’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk’ın senin vâsıtanla bir tek kişiyi hidâyete kavuşturması, (en kıymetli dünyâ nîmeti sayılan) kızıl develere sâhip olmandan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 9)

“Hidâyete dâvet eden kimseye, kendisine tâbî olanların sevâbı kadar sevap verilir. Bu onların sevaplarından da bir şey eksiltmez.” (Müslim, İlim, 16)

Ashâbdan Enes -radıyallâhu anh-, İslâm teblîğcilerinin âhirette nâil olacakları yüksek mertebeleri anlatan bir hadîs-i şerîfi şöyle nakleder:

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün şöyle buyurdular:

“–Size birtakım insanlardan haber vereyim mi? Onlar ne peygamber ne de şehîddirler. Ancak kıyâmet gününde peygamberler ve şehîdler, onların Allâh katındaki makamlarına gıpta ederler.[1] Nûrdan minberler üzerine oturmuşlardır ve herkes onları tanır.”

Ashâb-ı kirâm:

“–Onlar kimlerdir yâ Rasûlallâh?” diye sordular.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Onlar, kullarını Allâh’a, Allâh’ı da kullarına sevdiren kimselerdir. Yeryüzünde nasîhat ederek teblîğciler olarak dolaşırlar.” buyurdu.

Ben:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allâh’ı kullarına sevdirmeyi anladık. Peki kullarını Allâh’a sevdirmek nasıl olur?” diye sordum.

Buyurdu ki:

“–İnsanlara Allâh’ın sevdiği şeyleri emrederler, sevmediği şeylerden de sakındırırlar. İnsanlar da buna itaat edince, Allâh -azze ve celle- onları sever.” (Ali el-Müttakî, III, 685-686; Beyhakî, Şuabu’l-Îman, I, 367)

Şâir, Hak âşığı olan bu tür teblîğcilerin hâlet-i rûhiyesini mısrâlarında şöyle dile getirmektedir:

İsterim sevsin bütün halk-ı cihân cânânımı,

Sevmeyen kalmasın âlemde hiç sultânımı…

Diğer bir şâir de bu husustaki duygularını şöyle terennüm etmektedir:

Kâşki sevdiğimi sevse bütün halk-ı cihân,

Gece-gündüz sözümüz kıssa-i cânân olsa…

Teblîğ vazîfesini hakkıyla îfâ eden kimsenin kazancı, dünyânın en kıymetli hazînelerinden daha üstün iken, bu vazîfenin ihmâli bütün bir cemiyeti helâke sürükleyecek kadar vahim netîceler doğurur.

Allâh Rasûlü’nün bu husustaki îkâzı, son derece dikkate şâyandır:

“Bana hayat bahşeden Allâh’a yemin ederim ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten nehyedersiniz ya da Allâh kendi katından üzerinize bir azap gönderir de o zaman duâ edersiniz, fakat duânız kabûl edilmez.” (Tirmizî, Fiten, 9)

Sahâbe-i kirâmdan Ebzâ el-Huzâî -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- minbere çıkarak bir konuşma yaptı. Müslümanlardan bâzı cemaatleri hayırla andıktan sonra şunları söyledi:

“–Bâzılarına ne oluyor ki, komşularına meseleleri anlatmıyor, bilmediklerini öğretmiyor, onları anlayışlı hâle getirmiyorlar. Onlara mârûfu emretmiyor, onları münkerden (dînin hoş görmediklerinden) sakındırmıyorlar?

Birtakım kimselere de ne oluyor ki, bilmediklerini komşularından sorup öğrenmiyor, anlayışlı olmaya çalışmıyorlar?

Allâh’a yemin ederim ki, bilgi sâhibi olanlar ya komşularına öğretir, onları anlayışlı hâle getirir, mârûfu emreder, münkerden sakındırırlar; diğer taraftan bilmeyenler de komşularından sorup öğrenir, dînî meseleleri idrâk etmeye çalışırlar ya da onları (her iki grubu da) mutlakâ dünyâda cezâlandırırım.”

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu konuşmayı yaptıktan sonra minberden inip evine gitti. Bâzıları:

“–Öyle sanıyoruz ki (Yemenli) Eş’arîleri kastetti, çünkü onlar fakîh kimselerdir, komşuları ise kaba, sert mizaçlı, su başlarında göçebe hayâtı yaşayan kimselerdir.” dediler.

Eş’arîler durumdan haberdâr olunca, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e geldiler ve:

“–Yâ Rasûlallâh! Sen bir kavmi hayırla, bizi ise şerle yâd etmişsin. Bizim hangi hâlimiz sebebiyle böyle oldu?” dediler.

Âlemlerin Efendisi hiçbir şey söylemedi, sâdece önceki sözlerini tekrarladı. Eş’arîler kastedilenin kendileri olup olmadığını anlayamadılar. Tam olarak öğrenmek için bunu Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e birkaç defâ daha sordular. Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm- ise her defâsında aynı sözlerini tekrarlıyordu. Bunun üzerine Eş’arîler:

“–Öyleyse bize bir sene mühlet ver!” dediler.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de komşularını eğitip onlara dînî meseleleri öğretmeleri için kendilerine bir sene müddet tanıdı ve sonra şu âyetleri okudu:

لُعِنَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ بَنِي إِسْرَائِيلَ عَلَى لِسَانِ دَاوُودَ وَعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ ذلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ. كَانُوا لاَ يَتَنَاهَوْنَ عَنْ مُنْكَرٍ فَعَلُوهُ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَفْعَلُونَ

“İsrâîloğulları’ndan küfredenler, Dâvûd ve Meryem oğlu Îsâ diliyle lânetlenmişlerdir. Bu, onların isyân etmeleri ve aşırı gitmeleri yüzündendi. Onlar, işledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. And olsun yaptıkları ne kötüdür!” (el-Mâide, 78-79) (Heysemî, I, 164; Ali el-Müttakî, III, 684/8457)

Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Al­lâh’ın lutfu sâ­ye­sin­de ulaş­tı­ğı kal­bî kı­vam ve ke­mâl ile, be­şe­ri­ye­ti hi­dâ­ye­te erdirme iş­ti­yâ­kı içinde dîn-i mü­bî­ni teblîğe de­vâm et­miş, ken­di­si­ne tev­dî edi­len bu ilâhî emâne­ti îfâ şu­uru, O’nu zir­ve­le­rin zir­ve­si hâ­li­ne ge­tir­miş­tir. Va­zîfe­si­ni ic­râ­ya mâ­nî ola­cak bü­tün dün­ye­vî teklif­le­ri te­red­düt­süz red­det­miş, Hakk’a kul­lu­ğu her şe­yin üze­rin­de telâk­kî et­miş­tir.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, İslâm’ı herkesin idrâk seviyesine göre, muhâtabının anlayabileceği ölçüde îzâh eder, bir kişinin bile hidâyeti kendisine târifi imkânsız büyük bir sürûr verirdi. Nitekim Hayber’in fethi gibi büyük bir hâdise esnâsında bile bir köleye İslâm’ı uzun uzun anlatmaktan lezzet duymuş ve onun hidâyetine vesîle olmuştu. (İbn-i Hişâm, III, 398)

Yine on günlük meşakkatli Tâif yolculuğunda sâdece hristiyan bir köle olan Addâs’ın hidâyetine vesîle olmuştu. Bunun üzerine Tâif’te yaşadığı bütün acı hâdiseleri unutuvermişti.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün insanların İslâm nûruyla aydınlanabilmesi için bütün gücünü sarf ediyor, teblîğ husûsunda bıkmak usanmak ve yorulmak bilmiyordu. O’nun teblîğ hassâsiyetini gösteren bir hâdiseyi sahâbeden Ebû Rifâa -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hutbe okurken yanına vardım ve:

«–Yâ Rasûlallâh! Dînini bilmeyen bir garip geldi, sorup öğrenmek istiyor.» dedim.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dönüp bana baktı. Hutbeyi kesip yanıma geldi. Hemen O’na oturması için ayakları demirden bir şey getirdiler. Üzerine oturdu ve Allâh Teâlâ’nın kendisine öğrettiği bâzı şeyleri bana anlattı. Sonra tekrar hutbesine dönerek konuşmasını tamamladı.” (Müslim, Cum’a, 60)

Ashâb-ı kirâm da, hakîkatleri teblîğ ve gördükleri yanlışları düzeltme husûsunda çok titizdiler. Onlar arasında Allâh Rasûlü’nün sünnetine aykırı hareket edenleri îkaz etme vazîfesi belirli şahıslarla sınırlı değildi. Her biri yeri ve zamânı geldikçe üzerine düşen vazîfeyi yerine getirir, ne pahasına olursa olsun doğruyu ifâdeden çekinmez, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in sünnetine muhâlif bir duruma tahammül edemezlerdi. O’nun hadîslerine îtirâz edenlere, aslâ onlarla aynı çatı altında olamayacaklarını söylerler,[2] hadîs-i şerîf karşısında kendi görüşünü söyleyenlere, bundan böyle bir daha kendisiyle aynı diyarda oturamayacaklarını ifâde ederek o yeri terk ederlerdi.[3]

Süfyân-ı Sevrî -kud­di­se sir­ruh- teblîğin ehemmiyetine dâir şöyle buyurmuştur:

“Ho­ra­san’a gi­dip teblîğ­de bu­lun­man; senin için Mek­ke’de mü­câ­vir ol­mandan (orada ikâmet etmenden) da­ha ka­zanç­lı­dır.”

Teblîğ bu kadar mühim olunca bu vazîfeyi lâyıkıyla îfâ edecek şahsiyetlerin yetiştirilmesi de buna muvâzî olarak ehemmiyet kazanmaktadır. Şu hâdise, gönül ehli bir teblîğcinin kıymetini, açık bir şekilde ifâde etmektedir:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- birgün dostlarıyla birlikte oturuyordu. Onlara (Allâh’tan) bâzı talep ve temennîlerde bulunmalarını istedi. Oradakilerden bir kısmı:

“–İçinde bulunduğumuz şu hâne dolusu paralarım olsun da Allâh yolunda infâk edeyim!..” şeklinde niyet izhâr etti.

Bir kısmı:

“–İçinde bulunduğumuz şu hâne dolusu altınlarım olsun da Allâh için harcayayım!..” dedi.

Bâzıları da:

“–İçinde bulunduğumuz şu hâne dolusu mücevherlere sâhip olayım da onları Allâh yolunda sarf edeyim!..” diye temennî etti.

Ancak Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Daha, daha fazlasını isteyin!” deyince onlar:

“–Allâh Teâlâ’dan daha başka ne isteyebiliriz ki?!” dediler.

Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Ben, içinde bulunduğumuz şu hânenin, Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Muâz bin Cebel ve Huzeyfetü’l-Yemânî gibi (müstesnâ ve seçkin, her yönden kâmil) kimseler ile dolu olmasını ve bunları Allâh’a itâat yolunda, yâni teblîğ ve ıslâh hizmetlerinde istihdâm etmeyi temennî ederim…” dedi. (Buhârî, Târîhu’s-Sağîr, I, 54)

***

Şef­kat ve mer­ha­me­tin mutlak menbaı olan Yü­ce Rab­bi­miz, kulla­rı­nın Hak dî­ne çağrılmasında tâkib edilmesi gereken en müessir üs­lû­bu şöy­le beyan buyurmaktadır:

اُدْعُ اِلَى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتِى هِىَ اَحْسَنُ

(Ey Ra­sû­lüm! İn­san­la­rı) Rab­bi­nin yo­lu­na hik­met ve gü­zel öğüt­le dâvet et ve (lü­zû­mu hâ­lin­de) on­lar­la en gü­zel bir üs­lûp­la mü­câ­de­le et…” (en-Nahl, 125)

وَلاَ تُجَادِلُوا اَهْلَ الْكِتَابِ اِلاَّ بِالَّتِى هِىَ اَحْسَنُ اِلاَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ وَقُولُوا اَمَنَّا بِالَّذِى اُنْزِلَ اِلَيْنَا وَاُنْزِلَ اِلَيْكُمْ وَاِلَهُنَا وَاِلَهُكُمْ وَاحِدٌ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ

“İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak, en güzel bir yolla mücâdele edin ve deyin ki: «Bize indirilene de, size indirilene de îmân ettik. Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir ve biz O’na teslîm olmuşuzdur.»” (el-Ankebût, 46)

وَمَنْ اَحْسَنُ قَوْلاً مِمَّنْ دَعَا اِلَى اللهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ اِنَّنِى مِنَ الْمُسْلِمِينَ وَلاَ تَسْتَوِى الْحَسَنَةُ وَلاَ السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتِى هِىَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذِى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِىٌّ حَمِيمٌ

“Sâ­lih amel­ler iş­le­yip de: «Ben Al­lâh’a teslîm olan­lar­da­nım.» di­ye­rek in­san­la­rı Al­lâh’a ça­ğı­ran kim­se­den da­ha gü­zel söz­lü kim ola­bi­lir! İyi­lik ve kö­tü­lük mü­sâ­vî de­ğil­dir. Sen kö­tü­lü­ğü en gü­zel bir tarz­da ön­le­me­ye ça­lış.[4] O za­man (gö­re­cek­sin ki) Se­n’in­le ara­sın­da düş­man­lık bu­lu­nan kim­se, san­ki can­dan ve sı­cak bir dost olu­ver­miş­tir.” (Fus­si­let, 33-34)

قُلْ هذِهِ سَبِيلِى اَدْعُو اِلَى اللهِ عَلَى بَصِيرَةٍ اَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنِى وَسُبْحَانَ اللهِ وَمَا اَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ

“De ki: İşte benim yolum budur; basîret üzere Allâh’a dâvet ediyorum. Ben ve bana uyanlar (işte böyleyiz). Ben Allâh’ı tesbîh ederim ve ben müşriklerden değilim.” (Yûsuf, 108)

Tav­si­ye edi­len bu ilâ­hî üs­lû­bun tat­bîki netîce­sin­de târih­te ni­ce di­ken­leş­miş rûh­lar gü­le dön­müş ve zin­dan gi­bi sî­ne­ler nû­ra gark ol­muş­tur.

Cenâb-ı Hak, Mûsâ ve Hârûn -aleyhimesselâm-’ı Firavun gibi hakîkaten azmış ve doğru yoldan sapmış bir insana gönderirken bile, yumuşak bir üslûp kullanmalarını tavsiye etmiş ve şöyle buyurmuştur:

فَقُولاَ لَهُ قَوْلاً لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ اَوْ يَخْشَى

“Ona yu­mu­şak söz söy­le­yin. Bel­ki o, na­sîhat din­ler ve­ya Allâh’tan kor­kar.” (Tâ­-hâ, 44)

Bu âyet-i ke­rî­mede teblîğ me­to­dunun iki esâ­sı görülmektedir:

  1. Ha­kî­ka­ti mu­hâ­ta­ba teblîğ ederken, onun enâ­ni­ye­ti­ni tahrîk et­meden yumu­şak bir üslûp kullanmak:

Ni­te­kim Fi­ra­vun, Mû­sâ -aley­his­se­lâm-’ın mû­ci­ze­le­ri kar­şı­sın­da pek çok de­fâ îmâ­na te­mâ­yül et­tiy­se de, Hâ­mân ve et­râ­fı ona mâ­nî ol­du­lar. Ken­di­si de gu­rû­ra ve kib­re ka­pı­la­rak îmân et­me­di.

Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-’a “kavl-i leyyin, yâni yumuşak lisan” kullanmasını emir buyurarak bizlere bir teblîğ metodu tâlîm etmektedir. Buna göre önce kalpler yumuşatılacak, ondan sonra teblîğ edilecektir.[5] Peygamberler ve Allâh dostlarının hayâtında hiçbir zaman münâkaşaya yer yoktur. Hâl ile teblîğ, mühim bir esastır.

Allâh Teâlâ’nın teblîğle vazîfelendirdiği peygamberler, gö­nül yap­ma­ya gel­dik­le­rin­den, in­san­la­ra hep gö­nül pen­ce­re­sin­den bak­mış­lar, et­raf­la­rı­na dâ­imâ mu­hab­bet ve şef­kat tev­zî ederek ni­ce­le­ri­nin hi­dâ­ye­ti­ne ve­sî­le ol­muş­lar­dır. Eğer on­lar, bu gü­zel ve fi­râ­set­li dav­ra­nış­la­rın ak­si­ne ha­re­ket et­se­ler­di, netîce­de, ara­da uçu­rum bu­lu­nan in­san­lar­la ir­ti­bat ta­mâmen ko­par ve ni­hâ­yet bu gi­bi kim­se­le­re Hakk’ı teblîğ et­me im­kâ­nı zâ­yî olur­du. Bu da, ilâ­hî mu­râ­da ters dü­şer­di. Zî­râ Ce­nâb-ı Hak, kul­la­rı­nın, içi­ne düş­tü­ğü ba­tak­lık­tan kur­tul­maları­nı is­te­mek­te­dir. Bu­nun için Hak Teâlâ, in­san­lık târihi bo­yun­ca, bin­ler­ce pey­gam­ber gön­der­miş ve en gü­zel bir üs­lûp­la gö­nül­le­ri tez­ki­ye et­me­le­ri­ni on­la­ra emir bu­yur­muş­tur. Yi­ne ay­nı gâ­ye­ye mâ­tuf ola­rak in­san­la­ra lutfe­di­len eh­lul­lâh da, insanların mâ­ne­vî ter­bi­ye­sin­de bu ne­be­vî üs­lû­bu de­vâm et­tir­miş­ler­dir.

Güzel ahlâkla kābil-i telif olmayan kaba, kırıcı ve sert bir üslûb ile yapılan hizmetlerinden hayır umulamaz. Bilhassa insanın rûhuna hitâb eden eğitim, irşad ve teblîğ gibi hizmetlerde, bu husus çok daha ehemmiyet arz etmektedir. Nitekim âyet-i kerîmede Fahr-i Kâinât Efendimiz’e ve O’nun şahsında bütün ümmete hitâben:

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ

(Ey Habîbim!) Allâh’tan (Sana gelen) bir rahmet sebebiyle, onlara yumuşak davrandın! Şâyet kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar, etrâfından dağılıp giderlerdi…” buyrulmuştur. (Âl-i İmrân, 159)

  1. Han­gi du­rum­da ol­duk­la­rı­na ba­kıl­mak­sı­zın, teblîğin bü­tün in­san­la­ra şü­mûl­len­di­ril­me­si:

Fi­ra­vun, îmân et­me­ye ya­naş­ma­yan bir zâ­lim ve bed­baht ol­du­ğu gi­bi ay­nı za­man­da Mû­sâ -aley­his­se­lâm-’ı yok et­mek uğ­ru­na bin­ler­ce mâsum yav­ru­yu katletmiş bir câ­nî idi. Böy­le ol­du­ğu hâl­de ilâ­hî teb­lî­ğe mu­hâ­tab ol­du.

Pey­gam­ber Efen­di­miz -sal­lâl­lâ­hu aley­hi ve sel­lem- de, Ebû Ce­hil’e de­fâ­lar­ca teblîğ­de bu­lun­muş­tur. Ebû Ce­hil ise, Pey­gam­ber Efendimiz’in apa­çık nü­büv­ve­ti­ni vic­dâ­nen kabûl et­ti­ği hâl­de nef­sâ­ni­ye­ti­nin ga­le­be­si ve kib­ri se­be­biy­le bunu ik­râr ede­me­miş­tir. Lâ­kin Allâh Rasûlü’nün bu üs­tün dav­ra­nı­şı, Ömer bin Hat­tâb, Ebû Süfyân, Hind ve Vah­şî gi­bi baş­lan­gıç­ta İs­lâm düş­ma­nı olan ni­ce kim­se­le­rin hi­dâ­ye­ti­ne vesîle ol­muş­tur.

İş­te bu ba­kış açı­sı, ge­rek İs­lâ­mî hiz­met­ler­de ve ge­rek­se bü­tün be­şe­rî mü­nâ­se­bet­lerde muhâtapların fi­ilî du­rum­ları ka­dar, muh­te­mel hâl­le­rinin de dik­ka­te alın­ma­sın­dan do­ğan bir gü­zel­lik, yu­mu­şak­lık ve za­râ­fe­ti ger­çek­leş­tir­me im­kâ­nı sağ­lar. Nitekim muta­sav­vıf­la­rın dav­ra­nış­la­rın­da en ol­gun ve fe­yiz­li bir mü­es­sir olarak mü­şâ­he­de edi­len te­mel ba­kış açı­sı da bu­dur.

Varlık Nûru’nun ibretlerle dolu yirmi üç senelik teblîğ hayâtını tedkîk ettiğimizde, bir teblîğcinin yolunu aydınlatan şu hususları müşâhede ederiz:

  1. Allâh Rasûlü teblîğe en yakınlarından başlamıştı. Zîrâ Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

وَاَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ اْلاَقْرَبِينَ

(Önce) yakın akrabâlarını inzâr et, (âhiret azâbıyla uyar!) (eş-Şuarâ, 214)

يَااَيُّهَا الَّذِينَ اَمَنُوا قُوا اَنْفُسَكُمْ وَاَهْلِيكُمْ نَارًا وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ عَلَيْهَا مَلَئِكَةٌ غِلاَظٌ شِدَادٌ لاَ يَعْصُونَ اللهَ مَا اَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ

“Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi (öyle) bir ateşten koruyun ki onun yakıtı, insanlar ve taşlardır. Onun başında gâyet katı ve şiddetli melekler vardır, onlar Allâh’a isyân etmezler ve emredildikleri her şeyi yaparlar.” (et-Tahrîm, 6)

  1. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İslâm’a dâvette, tedrîcîliğe riâyet etmiş, basitten zora doğru kademeli olarak ilerleyen bir yol tâkib etmiştir.

Allâh Teâlâ’nın ilk emri اِقْرَاْ “Oku!” (el-Alak, 1) âyeti idi.

Sonra Efendimiz’e risâlet vazîfesi verilmiş, قُمْ فَاَنْذِرْ “Kalk ve îkâz et!” (el-Müddessir, 2) buyrulmuş, bundan sonra ise:

وَاَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ اْلاَقْرَبِينَ

(Önce) yakın akrabâlarını inzâr et, (âhiret azâbıyla uyar!) (eş-Şuarâ, 214) emr-i ilâhîsi gelmiştir.

Bunu müteâkıben vazîfenin sınırı bütün şehri ihâta edecek şekilde genişletilerek şöyle buyruldu:

وَمَا كَانَ رَبُّكَ مُهْلِكَ الْقُرَى حَتَّى يَبْعَثَ فِى اُمِّهَا رَسُولاً يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اَيَاتِنَا وَمَا كُنَّا مُهْلِكِى الْقُرَى اِلاَّ وَاَهْلُهَا ظَالِمُونَ

“Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerin merkezine göndermedikçe, o belde halkını helâk edici değildir. Zâten Biz ancak halkı zâlim olan memleketleri helâk etmişizdir.” (el-Kasas, 59)

Bir sonraki merhalede, çevre vilâyetleri de kapsayacak şekilde dâvetin sınırları genişledi:

وَهذَا كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ مُصَدِّقُ الَّذِى بَيْنَ يَدَيْهِ وَلِتُنْذِرَ اُمَّ الْقُرَى وَمَنْ حَوْلَهَا

“Bu Kitap (Kur’ân), kendinden önceki Kitapları tasdîk eden, şehirlerin anası (olan Mekke) halkını ve çevresindeki bütün insanlığı uyarman için indirdiğimiz mübârek bir Kitap’tır…” (el-En’âm, 92)

Nihâyetinde teblîğ vazîfesinin hudutlarının bütün insanlığı içine alacak kadar geniş olduğu îlân edildi:

وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ

(Ey Muhammed!) Biz Sen’i ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107)

وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ كَافَّةً لِلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ

“Biz Sen’i bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Sebe’, 28)

Fahr-i Kâinât -aleyhi ekmelü’t-tahiyyât- Efendimiz, muhâtapları husûsunda tedrîcîliğe riâyet ettiği gibi teblîğ edeceği ahkâmı anlatırken de aynı usûle başvurmuştur. Namaz ve orucun emredilmesi, içki ve fâizin yasaklanması gibi pek çok husus buna birer misâl teşkil eder.

Varlık Nûru, îman, ibâdet ve ahlâkıyla mükemmel bir seviyeye getirdiği ashâbını, ânî bir değişimle değil, hissedilmeyen, yavaş ve tedrîcî bir gelişimle ulvî bir seviyeye çıkarmıştır. Meselâ Muâz bin Cebel’i Yemen’e gönderirken ona yaptığı tavsiyeler bunu açıkça göstermektedir:

“Muhakkak ki sen, halkı ehl-i kitâb olan bir memlekete gidiyorsun. Onları, Allâh’tan başka ilâh olmadığına ve benim Allâh’ın Rasûlü olduğuma şehâdet etmeye dâvet et. Şâyet buna itaat ederlerse, Allâh’ın kendilerine bir günde beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Bunu kabûl edip itaat ederlerse, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilmek üzere, kendilerine zekâtın farz kılındığını haber ver. Buna da itaat ettikleri takdirde, mallarının en kıymetlilerini almaya kalkma! Mazlûmun bedduâsını almaktan sakın, çünkü onun bedduâsı ile Allâh arasında perde yoktur.” (Buhârî, Zekât 41, 63; Müslim, Îman 29-31)

  1. Allâh Rasûlü -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz, teblîğ ve tâlîm için muhâtabının zaman, mekân ve hâlet-i rûhiye açısından en müsâit ânını kollardı.

Sahâbeden İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-, insanlara perşembe günleri vaaz ederdi.

Bir kimse ona:

“−Ey Ebû Abdurrahmân! Keşke bize her gün vaaz etsen!” dedi.

İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- ona şunları söyledi:

“−Sizi usandırmamak için her gün vaaz etmiyorum. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bıkıp usanmayalım diye, dinlemeye istekli olduğumuz günleri kollardı.” (Buhârî, İlim, 11, 12)

Mekke Fethi esnâsında Abbâs -radıyallâhu anh-, müslüman olmayı kabûl eden Ebû Süfyân’ı getirdi ve Allâh Rasûlü’ne şöyle dedi:

“−Yâ Rasûlallâh! Ebû Süfyân iltifâtı seven bir kimsedir. (Onun şerefleneceği) bir şey yapsanız!”

Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“−Doğru söyledin! (Şehre girerken îlan edin:) Kim Ebû Süfyân’ın evine girerse emniyettedir, kim kapısını kapar (evinden dışarı çıkmazsa) emniyettedir.” buyurdu. (Ebû Dâvud, Harâc, 24-25/3021)

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, zaman zaman kendisine soru soran kimselere, bu kişilerin durumlarına göre cevap vermiş, şahsa münhasır metodlar tâkib etmiştir.

“Amellerin en fazîletlisi hangisidir?” diye soran muhtelif kimselere durumlarına göre şu farklı cevapları vermiştir:

“Amellerin en fazîletlisi, Allâh’a îman, Allâh yolunda cihâd ve hacc-ı mebrûrdur!” (Buhârî, Hacc, 4)

“Vaktinde kılınan namazdır!” (Buhârî, Mevâkît, 5)

“Zikrullâhtır!” (Muvatta’, Kur’ân, 24)

“Allâh için sevmektir!” (Ebû Dâvud, Sünnet, 2)

“Hicrettir!” (Nesâî, Bey’at, 14)

“Anne ve babaya hizmettir!” (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, IV, 330)

  1. Peygamber Efendimiz, her hususta kolaylaştırmayı ve müjdelemeyi hayâtının esâsı kabûl etmiş, teblîğ esnâsında da buna âzâmî derecede riâyet etmiştir.

Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” (Buhârî, İlim 11, Edeb 80)

Nitekim Cenâb-ı Hak da:

يُرِيدُ اللهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلاَ يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ

“…Allâh size kolaylık diler, güçlük istemez…” (el-Bakara, 185)

وَرَحْمَتِى وَسِعَتْ كُلَّ شَىْءٍ

“…Rahmetim her şeyi kaplamış ve kuşatmıştır…” (el-A’râf, 156) buyurmaktadır.

Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu âyeti tefsîr sadedinde şöyle buyurmuştur:

“Allâh Teâlâ varlıkları yarattığı zaman, kendi katında Arş’ın üstünde bulunan kitâbına: «Rahmetim gerçekten gazabıma gâliptir!» diye yazmıştır.” (Buhârî, Tevhîd, 15, 22, 28, 55; Müslim, Tevbe, l4-l6)

Ashâbdan Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle bir hâdise nakleder:

Bedevînin biri, Mescid-i Nebevî’de küçük abdestini bozmuştu. Sahâbîler hemen onu azarlamaya başladılar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Adamı kendi hâline bırakın. Abdest bozduğu yere bir kova su dökün. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.” buyurdu. (Buhârî, Vudû’ 58, Edeb 80)

  1. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- teblîği esnâsında insanları ilâhî azâb ile uyarmış, onları âhirete hazırlanmaya teşvîk etmiştir.

Âlemlerin Efendisi, dâvete ilk başladığında, Hâşimoğulları’na şöyle hitâb etmişti:

“Ben sizi «Lâ ilâhe illâllâhu vahdehû lâ şerîke leh: Allâh’tan başka hiçbir ilâh yoktur! O birdir! O’nun, ortağı yoktur!» diyerek şehâdet getirmeye dâvet ediyorum. Ben de, O’nun kulu ve Rasûlü’yüm. Bunu böylece kabûl ve ikrâr ettiğiniz takdirde, sizin Cennet’e gireceğinize kefîl olurum.

Siz, kıyâmet günü iyi amellerinizle gelmez de dünyâyı boyunlarınıza yüklenmiş olduğunuz hâlde gelirseniz, ben sizden yüz çeviririm! O zaman siz bana: «Yâ Muhammed!» dersiniz. Ben ise şöyle derim.”

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, “Şöyle derim.” buyururken, yüzünü onlardan başka tarafa çevirdi ve bu hareketi iki defâ tekrarladı. (İbn-i İshâk, s. 128; Ya’kûbî, II, 27)

  1. Peygamber Efendimiz teblîğ ettiği hususları, sâdece sözleriyle değil bizzat kendi hayâtında tatbîk etmek sûretiyle hâliyle de insanlara arz ediyordu.

İslâm’ın yaşanarak teblîğ edilmesi, irşâdın en güzel şeklidir. Ashâb-ı kirâm, dünyânın en ücrâ köşelerine kadar îman sadâsını duyurmak ve insanları hidâyete kavuşturmak için kendilerini İslâm’a adamışlardır. Bugün aynı vecd ve heyecanla İslâm’ın güzelliklerini dünyâya sergilemek, en güzel bir teblîğ metodudur.

İslâm’ı yaşayarak ve anlatarak teblîğ etmek, imkân nisbetinde her mü’minin üzerine ilâhî bir vazîfedir. Günümüzde imkânların genişlemesi ve iletişim vâsıtalarının çoğalması sebebiyle, bu vazîfenin mes’ûliyeti de iyice ağırlaşmıştır. Dünyânın ücrâ bir köşesinde yaşayıp da İslâm’dan haberi olmayanlar bir tarafa, yakınımızda bulunduğu hâlde, îkaz ve irşâdında ihmâlkâr davrandığımız pek çok kimse, âhirette yakamıza yapışacak ve hesap soracaktır.

Bu hususta Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- buyuruyor ki:

“Şunu duyardık:

Kıyâmet gününde bir adam, tanımadığı bir adamın yakasına yapışarak dâvâcı olacak. Adam:

«–Benden ne istiyorsun? Birbirimizi tanımıyoruz ki!» diyecek.

Diğeri ise:

«–Dünyâda beni hatâ ve kötü işler üzerinde görür de alıkoymaz, îkâz etmezdin.» cevâbını verecek.” (Rudânî, Cem’u’l-Fevâid, V, 384)


[1] Bu ifâdeden maksat, teblîğle meşgul olan kimselerin kıymetini birdirmektir. Yoksa onların peygamber ve şehîdlerden üstün olduklarını göstermez. Zîrâ peygamberler ve şehîdler de zâten hayatlarını teblîğ uğruna fedâ etmiş kimselerdir. Onların, teblîğcilerin amellerini beğenmeleri ve bu sebeple sevinmeleri de o vazîfenin kıymet ve kudsiyyetini bilmelerinden kaynaklanmaktadır.

[2] Bkz. Şâfiî, Risâle, s. 193, İst. 1985; Süyûtî, Miftâh, s. 48, Beyrut 1987.

[3] Bkz. Muvatta’, Büyu’, 33; İbn-i Mâce, Mukaddime, 2.

[4] Yûsuf -aleyhisselâm-’ın hâli bu âyete ne güzel bir misâldir. O, kendisine zulmeden kardeşlerinin suçunu yüzlerine vurmamış, kendisini gizleyerek onlara ikrâma devâm etmiştir. Nihâyet kardeşleri O’nu tanımışlar ve: تَاللّٰهِ لَقَدْ اٰثَرَكَ اللّٰهُ عَلَيْنَا “Allâh’a and olsun ki hakîkaten Allâh seni bize üstün kılmıştır.” (Yûsuf, 91) diyerek O’nun üstünlüğünü kabûl ve îtirâf edip af dilemişlerdir. Bu durum, hâl ile teblîğin ne kadar tesirli bir metod olduğuna bâriz bir misâldir.

Tafsîlat için bkz. Osman Nûri TOPBAŞ, Nebîler Silsilesi 2, s. 129-130, İst. 2004.

[5] Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hicretin 7. senesinde Hayber Fethi’nden sonra kuraklık ve kıtlığa dûçâr olan Mekke halkına altın, arpa ve hurma çekirdeği göndererek yardımda bulunmuştu. Ebû Süfyân, bunların hepsini teslim alıp Kureyşlilerin fakirlerine dağıtmış ve:

“–Allâh, kardeşimin oğlunu hayırla mükâfatlandırsın! Çünkü O, akrabâlık hakkını gözetti!” diyerek duyduğu memnûniyeti dile getirmişti. (Ya’kûbî, II, 56)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu âlicenap hareketi Mekkelilerin kalplerini yumuşatmış ve bir müddet sonra Mekke Fethi’nde, kalpleri yumuşamış olan müşrikler bu ve benzeri diğergâmlıklar karşısında kolayca müslüman olmuşlardı.


HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER