Sağlıkta ve Yeme-İçmede İSRAF -7-

2006 – Haziran, Sayı: 244, Sayfa: 032

Sağlık nîmeti, insanoğlunun kıymetini lâyıkıyla takdîr edemediği en büyük ilâhî lutuflardan biridir. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“İki nîmet vardır ki, insanların çoğu onların değerini takdir edemez: Sağlık ve boş vakit.” (Buhârî, Rikak, 1) buyurarak bu husustakî umûmî gaflet ve ihmâle işâret etmiştir. Böylece biz ümmetini, sahip olduğumuz bu büyük nîmeti zâyî ederek neticede pişman olmaktan îkaz buyurmuştur.

İbn-i Ömer -radıyallâhu anhumâ- şöyle buyurur:

“Akşama ulaştığında sabahı gözetme, sabaha kavuştuğunda da akşamı bekleme. Sağlıklı anlarında hastalık zamanın için, hayatın boyunca da ölümün için tedbir al.” (Buhârî, Rikak, 3)

Vücûdumuz, Allâh’ın bizlere bir emânetidir. Onun da üzerimizde hakkı vardır. Zîrâ makbul bir kulluk hayâtı yaşayabilmek, maddî ve mânevî bakımdan sıhhatli bir bünye ile mümkündür. İbâdetler de sıhhatli bir vücûd ile daha huzurlu bir şekilde îfâ edilebilir. Hakîkaten, sıhhat olmadan huzurlu bir namaz kılabilmek, oruç tutabilmek mümkün müdür? Kulu kalben Hakk’a yaklaştıran nice ibâdetler ve hizmetler de hep sağlık nîmetiyle kâimdirler. Sıhhat bozulduğunda, ibâdet ve hizmetler de âdeta kıvam kaybetmektedir. Bu bakımdan elde fırsat varken ve sıhhatimiz yerindeyken bu nîmetin şükrünü en güzel bir sûrette îfâ etmeli; ibâdetlerimize gayret gösterip hayır işlerine koşmalıyız.

Bütün nîmetler gibi sağlık da, ilâhî emirlere uyulmadıkça isrâf olmaktan kurtarılamaz. Sağlığın, zamanımızda çok basit görülen sigara ve çeşitli haramlarla bozulması, bu nîmeti isrâfın en korkunç şekillerindendir. Ayrıca sağlığı, yalnız beslenme bakımından değil, sıcak-soğuk ve dikkatsizlikten meydana gelen trafik kazâları gibi bâzı müessirler karşısında, aklın ve ilâhî emirlerin rehberliği altında korumak da bu nîmetin israf olmasını önlemek için zarûrî bir vazîfedir.

Yüce dînimiz İslâm, sıhhatimizi korumamız için, maddî ve mânevî birçok tedbir yolları göstermiştir. Yeme-içmede ölçülü davranmayı, bulaşıcı hastalık olan yere girmemeyi, oradakilerin de çıkmamasını emretmiştir. Buna benzer pek çok emir ve tavsiyelerle, koruyucu hekimliğin temel esaslarını bildirmiştir. Bu minvaldeki maddî tedbirler yanında, Allâh rızâsı için sadaka vermek ve infakta bulunmak gibi mânevî tedbirlere de başvurmamızı, böylece belâlardan selâmet bulmamızı tavsiye etmiştir. Yine sıhhatin muhâfazası yolundaki mânevî tedbirler cümlesinden olmak üzere Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurmuştur:

“Her birinizin her bir eklemi için günde bir sadaka vermesi gerekir. İşte bu sebeple her tesbih bir sadaka, her hamd bir sadaka, her tehlîl (lâ ilâhe illallâh demek) bir sadaka, her tekbîr bir sadaka, iyiliği tavsiye etmek sadaka, kötülükten sakındırmak sadakadır. Kuşluk vakti kılınan iki rek’at namaz, bunların yerini tutar.” (Buhârî, Sulh, 11)

Hakîkaten, sıhhat ve âfiyet içinde olmak, Allâh’a şükrü gerektiren büyük bir nîmettir. Bu şükür de, maddî plandaki sadakalarla olabileceği gibi, mânevî planda sadaka hükmünde olan zikir, ibâdet ve Hakk’ın rızâsı için yapılan her türlü hayırlı hizmetlerle de îfâ edilebilir.

Yüksek fazîletlerinden dolayı bizlere örnek bir nesil olarak takdîm edilen1 sahâbe-i kirâm, Cenâb-ı Hakk’ın ihsân ettiği nîmetleri, âhiret sermâyesi olarak kullanma şuuruyla Allâh yolunda var güçleriyle gayret göstermişlerdir. Cenâb-ı Hak da, o azim ve heyecan seli hâlindeki gayretlere bereket ihsân eylemiştir. Zamanımızın amansız hastalıklarından biri olan aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş, sahâbe neslinin tanımadığı bir hayat tarzı idi. Zîrâ onlar; “yarın nefislerin varacağı konağın kabir olacağı” şuuru içinde yaşıyorlardı.

Öte yandan, bizlere belli bir müddetle emânet edilmiş olan bedenin, -ister cimrilik, isterse mecbûriyetler sebebiyle- kâfî miktarda gıdâsı verilmediği takdirde, çeşitli zâfiyet ve hastalıklara mâruz kalacağı da muhakkaktır. Bunun aksine, onu tıka-basa doyurmak da aynı âkıbete yol açar. Bu durum, helâl olan bir şeyle aşırı gıdâlanma sûretinde olabileceği gibi, haramlarla beslenmek şeklinde de olabilir ki, bu da, maddî sıhhatle birlikte mânevî sıhhatin de bozulmasına sebebiyet verebilir.

Yiyip içme husûsunda kişilerin mânevî seviyeleri nisbetinde hassâsiyetleri de değişir. Meselâ şeriatte, doyduktan sonra yemek israftır. Tarîkatte ise doyuncaya kadar yemek israftır. Hakîkatte, kifâyet miktarını Allâh’ın huzûrundan gâfil olarak yemek israftır. Mârifette ise, bütün bunlara ilâveten, Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği nîmetlerde sergilediği ilâhî tecellîleri tefekkür etmeden yemek israftır.

Hızır -aleyhisselâm-’ın, Hak dostlarından Abdülhâlık Gucdüvânî -kuddise sirruh-’u ziyâretindeki şu konuşmaları, yeme-içmedeki mânevî hassâsiyetin zirvesini sergilemesi bakımından pek ibretlidir:

Hızır -aleyhisselâm-, Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri’nin ikrâm ettiği yemeği yemez ve sofradan kendisini geriye çeker. Hazret, hayret içinde:

“-Bunlar helâl lokmalardır. Niçin yemiyorsunuz?” der.

Hızır -aleyhisselâm- ise:

“-Evet, helâl lokmalardır; lâkin pişiren, öfke ve gafletle pişirmiştir.” der.

Görüldüğü üzere bir yemeğin helâl olup-olmamasının yanında, hangi hâlet-i rûhiye ile pişirildiğinin bile insanın hâl, hareket ve ibâdetlerinin rûhâniyetine tesir etmesi; gıdâlara karşı takınmamız gereken tavrın ehemmiyetini ortaya koymaktadır. Günümüzde maalesef açıkta satılan, şekli ve kokusu ile birçok mahrûmun göz hakkı kalan, ayrıca nasıl pişirildiği bilinmeyen yiyeceklerin mânevî bünyemize olan zararları ekseriyetle düşünülmemektedir. Hâlbuki aldığımız gıdânın kaderi, yâni onu elde edişteki mânevî keyfiyet, hissiyâtımızı tesiri altına almaktadır.

Kalb tasfiyesinde helâl lokmanın hayâtî bir yeri vardır. Abdülkâdir Geylânî -kuddise sirruh- şöyle buyurur:

“Haram yemek kalbi öldürür, helâl yemek ise ihyâ eder. Lokma var seni dünyâ ile, lokma var seni âhiret ile meşgûl eder. Lokma var, seni Allâh Teâlâ’ya rağbet ettirir.”

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- da:

“Dün gece mîdeme birkaç şüpheli lokma indi ve ilham yolunu tıkadı.” buyurur ki, bu da alınan gıdânın maddî durumu kadar mânevî durumuna da dikkat etmemiz gerektiğini ortaya koymaktadır. Yine Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurur:

“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur. Bedenine yağlı ballı şeyleri az ver. Çünkü onu gereğinden fazla besleyen, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezîl olup gidiyor.”

Böylesine hassas bir mevzûda müsrifçe bir tavır takınmak, elbette ki mü’min şahsiyetiyle aslâ bağdaşmaz.

Selef-i sâlihîn:

“Allâh, bütün tıp ilmini yarım âyette toplamıştır: «…Yiyiniz, içiniz fakat isrâf etmeyiniz!..»” (el-A‘râf, 31) diyerek maddî ve mânevî bakımdan sıhhatli bir hayat için, yeme-içmede israftan kaçınmanın ehemmiyetini dile getirmişlerdir.2

Hadîs-i şerîfte:

“İsrâfa ve gurura saplanmaksızın yiyiniz, içiniz, giyiniz, sadaka veriniz.” (Buhârî, Libas, 1) buyrularak insanın ihtiyaçlarını karşılamadaki meşrû sınırlar bildirilmektedir. Diğer bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyrulur:

“Canının çektiği ve arzu ettiğin her şeyi yemen, şüphesiz israftır!” (İbn-i Mâce, Et’ime, 51)

Halk ağzında “oburluk veya pisboğazlık” olarak da tâbir edilen bu hâl, dînimizce de reddedilmiştir. Yine bu hâl, çok imkâna sahip olmanın, çok tüketmeyi meşrû kılmadığını da ortaya koymaktadır. Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, elinde bir et parçası bulunan Câbir -radıyallâhu anh- ile karşılaştığında:

“–O nedir?” diye sormuş, Câbir -radıyallâhu anh- da:

“–Canım çektiği için satın aldığım bir et parçasıdır.” demişti.

Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şu îkazda bulundu:

“–Her canının çektiği şeyi satın alır mısın? Yoksa sen, «…Siz dünyâ hayâtınızda bütün güzel şeylerinizi harcayıp tükettiniz…» (el-Ahkâf, 20) âyetinde bahsedilen kimselerden olmaktan korkmuyor musun?” (İbn-i Hanbel, Zühd, s. 124)

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da, yeme-içmede uyulması gereken ölçüyü ve bunun sıhhat üzerindeki büyük tesirini ne güzel hülâsa etmişlerdir:

“Hiçbir insan, midesinden daha tehlikeli bir kap doldurmamıştır. Hâlbuki kişiye, kendisini ayakta tutacak birkaç lokma yeter. Şâyet bir kimsenin mutlaka çok yemesi gerekiyorsa, midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de nefesine ayırsın!” (Tirmizî, Zühd, 47)

Asr-ı saâdetteki şu hâdise de, yeme-içmede bu nebevî prensiplere riâyetin bereketini ne güzel ifâde etmektedir:

İskenderiye Mukavkısı, Peygamber Efendimize pek çok hediye ile birlikte bir de doktor göndermişti. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, doktora:

“-Âilenin yanına dönebilirsin. Çünkü biz acıkmadıkça yemeyen bir kavmiz. Yediğimiz zaman da doyuncaya kadar yemeyiz.” buyurdu. (Halebî, İnsânu’l-Uyûn, III, 299)

İşte bu nebevî beyanlar, asrımızdaki aşırı tüketim furyasının ve israf çılgınlığının yol açtığı birçok hastalıkların tedâvî reçetesini ihtivâ etmektedir.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da bu hususta şu tavsiyelerde bulunur:

“Karnınızı tıka-basa yiyecek ve içecekle doldurmaktan sakınınız. Bu, vücûda zarar verir, hastalığa sebep olur ve kişiyi namaza karşı tembel yapar. Yeme-içmede orta yolu tâkip ediniz! Böyle davranmanız, vücûd için daha faydalı ve israftan da uzaklaştırıcıdır.” (Ali el-Müttakî, Kenz, XV, 433/41713)

Asırlarca İslâm’ın sancaktarlığını yapan ecdâdımızın günlük hayatlarındaki temizlik, sâdelik ve yeme-içmedeki îtidâllerinin nasıl sıhhatli bir toplum bünyesi meydana getirdiğini, batılı bir seyyah olan Thevenot, 1665’te Paris’te yayınlanan seyahatnâmesinde şöyle ifâde eder:

“Türkler, sıhhatli yaşarlar ve az hasta olurlar. Bizim memleketlerdeki böbrek hastalıkları ve daha bir sürü tehlikeli hastalıkların hiçbiri onlarda yoktur, isimlerini dahî bilmezler. Öyle zannediyorum ki, Türkler’in bu mükemmel sıhhatlerinin başlıca sebeplerinden biri, sık sık yıkanmaları ve yiyip içmedeki îtidâlleridir. Onlar, gâyet az yerler. Yedikleri de, hristiyanlarınki gibi karma karışık şeyler değildir.”3

Bir atasözünde; “İnsan yemek için yaşamamalı, yaşamak için yemelidir!” denilir. Bu düstur, aynı zamanda mü’minlerin mühim bir vasfını ifâde etmektedir. Nitekim İslâm ahlâkının bu husustaki ölçüsünü beyân eden şu hâdise pek ibretlidir:

Birgün Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e bir misâfir gelmişti. Misâfir, o esnâda kâfir idi. Efendimiz, onun için bir koyunun sağılmasını istedi. Misâfir, getirilen sütü içip bitirdi, tekrar getirildi yine bitirdi, tekrar getirildi yine bitirdi. Böylece tam yedi kap süt içti. Bu misâfir, ertesi gün müslüman oldu. Allâh Rasûlü, yine ona süt getirilmesini emretti. Misâfir sütü içti. Efendimiz tekrar getirtti, fakat misâfir bu kez bitiremedi. Bunun üzerine Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“–Mü’min, bir bağırsağı ile, kâfir ise yedi bağırsağı ile içer.” buyurdu. (Müslim, Eşribe, 186)

Allâh Teâlâ, yeme-içmede ölçülü davranmamızı, îmansızların yiyiş tarzından uzak durmamızı arzu eder ve bizleri bu hâlden şöyle îkaz buyurur:

“…İnkâr edenler, dünyada sâdece zevk u safâ ederler ve hayvanların yediği gibi yerler. Onların varacağı yer cehennemdir!” (Muhammed, 12)

Yemeğin bereketini gideren bütün davranışlar da, israf dâiresine girer. Nitekim yemeğe el yıkamadan ve besmelesiz başlamak, sonunda bu nîmetleri lutfeden Allâh’a şükretmeden kalkmak da nankörlük ve isrâf cümlesindendir. Hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulur:

“Yemeğin bereketi, yemekten önce ve sonra elleri yıkamaktadır.” (Tirmizî, Et‘ime, 39)

“Elinde yemek bulaşığı kaldığı hâlde yıkamadan uyuyan kimse, herhangi bir zarara uğrarsa kendisinden başka kimseyi suçlamasın!” (Ebû Dâvûd, Et‘ime, 53)

Yemekten önce ve sonra el yıkama husûsunda yine ecdâdımızın göstermiş olduğu titizlik, gerçekten takdîre şâyandır. On yedinci yüzyılda İngiltere’nin İstanbul’daki elçiliğinde çalışan ve aslen bir Türk düşmanı olan Ricaut isimli bir kâtip, yazdığı bir eserinde, ecdâdımızın temizlikteki hassâsiyetini şöyle îtirâf eder:

“Yemeklerden önce ve sonra el yıkamak, Türkler arasında o kadar umûmî bir âdet hâline gelmiştir ki, insanların el yıkamalarına vesîle olmak üzere Allâh’ın gıdâları yaratmış olduğundan, âdeta bir darb-ı mesel şeklinde bahsederler.”4

İşte yeme-içmede temizliğe gösterilen bu riâyet, nîmetlerin bereketlenmesiyle birlikte maddî-mânevî huzur ve sıhhate vesîle olmaktadır. Ayrıca besmele ile başlanıp hamdele ile bitirilen yemekler, bir şifâ kaynağı olurken; besmelesiz ve şükürsüz yenilen gıdâlar, gaflet ve sıklet sebebi olurlar. Bu hikmete binâen Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurmuştur:

“Kişi evine girerken ve yemek yerken besmele çekerse, şeytan, askerlerine; «Burada ne geceleyebilir ne de yemek yiyebilirsiniz.» der. Eğer o kimse eve girerken besmele çekmezse, şeytan onlara; «Geceyi geçirecek bir yer buldunuz.» der. O şahıs yemek yerken besmele çekmezse şeytan yine askerlerine; «Hem barınacak yer hem de yiyecek yemek buldunuz.» der.” (Müslim, Eşribe, 103)

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- anlatıyor:

Allâh Rasûlü, bir defâsında ashâbından altı kişi ile yemek yiyordu. Bir bedevî gelerek yemeği iki lokmada bitirdi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“Bu kimse «bismillâh» deseydi yemek hepinize yeterdi. Öyleyse biriniz yemek yediği vakit «bismillâh» desin. Yemeğin başında bunu söylemeyi unutursa:

«Başında da sonunda da bismillâh» desin!” buyurdu. (İbn-i Mâce, Et‘ime, 7)

Su içerken de besmele çekilip üç nefeste içilmeli ve sonunda “elhamdü lillâh” denilmelidir. Efendimiz

-aleyhissalâtü vesselâm-, suyu ve diğer meşrubâtı üç nefeste içer ve bu hususta şöyle buyururdu:

“Deve gibi bir nefeste içmeyin. İki veya üç nefeste için. Bir şey içeceğiniz zaman besmele çekin; içtikten sonra da «elhamdü lillâh» deyin!” (Tirmizî, Eşribe, 13)

Peygamber Efendimiz, bir şey içerken, içilecek şeye herhangi bir sebeple üflenmesini de yasaklamıştır. Bir adam, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a:

“–Su kabına çerçöp düştüğünü görürsem ne yapayım?” deyince Rasûl-i Ekrem Efendimiz:

“–Düşen şeyi dök!” buyurdu. Bu defa adam:

“–Bir nefeste içince suya kanmıyorum.” dedi. Bunun üzerine Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- üç yudumda içmesini îmâ ederek:

“–O takdirde su kabını ağzından çek!” buyurdu. (Tirmizî, Eşribe, 15)

Yemeği ayrı olarak yemek de bereketi giderir ve dolayısıyla isrâfa sebep olur. “Toplulukta rahmet, ayrılıkta azap vardır.” (Münâvî, III, 470) buyuran Efendimiz

-aleyhissalâtü vesselâm-, yemek yerken de birlikte bulunmayı tavsiye etmiştir.

Vahşî bin Harb -radıyallâhu anh-’ın bildirdiğine göre bir kısım sahâbîler:

“–Yâ Rasûlallâh! Yemek yiyoruz fakat doymuyoruz.” dediler.

Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- onlara:

“–Herhâlde ayrı ayrı yiyorsunuz!” deyince:

“–Evet, öyle yapıyoruz.” dediler.

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Birlikte yiyiniz ve besmele çekiniz ki yemeğiniz bereketlensin.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Et‘ime, 14)

Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“Birinizin lokması yere düştüğü zaman, bulaşan şeyi temizleyip lokmayı yesin. Onu şeytana bırakmasın.” buyurmuş, sözlerinin devâmında tabağın iyice sıyrılmasını da emrederek; “Bereketin, yemeğin neresinde olduğunu bilemezsiniz.” diye îkazda bulunmuştur. (Müslim, Eşribe, 136)

Yeme-içmede, günlük hayâtımızda ve bilhassa düğün ve ziyâfetlerde, vicdanlara sarsıntı verecek nice israflar yaşanmaktadır. Öyle ki, bu kayıpların hesâbını tutmak bile insan tâkatinin üstündedir. Toplumumuzda sâdece ekmek tüketimindeki israfı ölçü alarak çeşitlerini sayamayacağımız diğer israfları da buna kıyaslarsak, ortaya çıkacak rakamlar, feryat dolu bir mahşer teşkil eder.

Gurur, kibir ve güç gösterisi için gösterişli ziyâfetler hazırlamak, açık büfe usûlü yemeklerle oburluğa prim vermek, çalım satmak için markalı elbise giymek gibi aşırılıkların, âhirette ağır bir pişmanlığa dönüşeceği muhakkaktır. Zîrâ ilâhî mîzanda bunların hepsinin hesâbı önümüze getirilecektir.

Düğün ve ziyâfetler, kardeşlik duygularını kuvvetlendiren mühim vâsıtalardır. Fakat maalesef nefsânî ölçülerle ve gösteriş için yapılan merâsimler, arzu edilen kardeşlik duygularını kuvvetlendirmediği gibi, insanları gurur, kibir, kıskançlık ve haset gibi kötü duygulara sevk ederek ağır bir hüsrân ile netîcelenmektedir. Böyle cemiyetler, ilâhî rahmet ve bereketten de uzaktır.

Velhâsıl, israf içindeki egoist bir yaşantının sonu ne büyük bir hüsrandır ki Cenâb-ı Hak; “İsrâf edenler şeytanların arkadaşlarıdır.” (el-İsrâ, 27) buyurmuştur.

Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz de:

“Hiçbir kul, kıyâmet gününde, ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, vücûdunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 1) hadîs-i şerîfleriyle, âhirette; bütün nîmet ve emânetlerden hesâba çekileceğimizi hatırlatarak gafletten uyanmamızı istemiştir.

Bu bakımdan aslâ hatırımızdan çıkarmamalıyız ki, yeme-içmede haddi aşmak bir israftır, sıhhat nîmetini hor kullanarak zâyi etmek bir israftır, ömrü boş geçirerek ziyân etmek büyük bir israftır. Elimizdeki maddî-mânevî emânetleri muhâfaza etmemek, tefekkür ve hissiyâtımızı yanlış yerlere yönlendirmek de bir israftır. Hele eğitimde, yâni insanın şahsiyet inşâsında, onun, varlıkların en şereflisi olması istikâmetinde yetiştirilmeyip ziyân edilmesi, israfların en büyüklerindendir.

Gerçekten de ana-babaların yavrularını Kur’ân ve Sünnet iklîminde yetiştirmeleri, evlâtlarının mânevî hayâtının ziyân olmasını önlemek için zarûrî bir vazîfedir. Bu, aynı zamanda bizim Kur’ân’a ve Peygamber Efendimiz’e bağlılık ve muhabbetimizin de seviyesini göstermektedir. Zîrâ Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-; “Size iki emânet bırakıyorum; Kitap ve Sünnet…” buyurmuştur.

İşte önümüzde bir tâtil devresi vardır. Bu devreyi her şeyden önce yavrularımızın Kur’ân’la ülfet etmeleri istikâmetinde lâyıkıyla değerlendirmeye çalışmalıyız. Önümüzdeki mevsimi, yavrularımızın tahsil hayatında umûmiyetle ihmâl edilegelen mânevî eksikliği telâfî için fırsat bilmeli ve bunu hakkıyla değerlendirmeliyiz.

Zîrâ çocuklarımıza bırakabileceğimiz en kıymetli mîrâs, Kur’ân ve sünnet kültürüdür. Çocuklarımıza Kur’ân’ın aşkla yaşanması demek olan nebevî ahlâkı kazandırabilme gayreti içinde olmalıyız. Fânî istikbâl kaygıları sebebiyle onların ebedî istikbâlini hebâ etmemeliyiz.

Bu bakımdan, şâyet çocuklarımızı seviyorsak, onları her türlü musîbetten korumak istiyorsak ve âhirette de onlarla birlikte olmayı arzu ediyorsak, onların îmanlı bir şekilde yetişmeleri için gayret göstermemiz şarttır. Bu gayretlerin nasıl bir uhrevî saâdet vesîlesi olduğunu, Cenâb-ı Hak şöyle beyân etmektedir:

“Îmân eden ve zürriyetleri de, îmanda kendilerine tâbî olanlar (var ya)! İşte Biz, onların nesillerini de kendilerine kattık. Onların amellerinden de bir şey eksiltmedik…” (et-Tûr, 21)

Bu ilâhî lutfa nâil olan mü’minlerle onların îmanlı nesilleri, âhirette de birlikte olacaklardır. Bu, Allâh Teâlâ’nın onlara, çocuklarıyla berâber cennette yaşamaları için verdiği bir lutuftur. Böylece anne-babaların sevinç ve saâdetleri de tamamlanmış olur. İşte bu ilâhî lutfa nâiliyetin yolu, evlâtlarımızın Kur’ân ve Sünnet iklîminde îmanlı nesiller olarak yetişmelerinden geçmektedir. En mühim israfların başında gelen “insan isrâfı”ndan sakınmak için, evlâtlarımıza karşı vazîfelerimizi yerine getirmek, hepimizin uhrevî mes’ûliyetidir.

*

Buraya kadar zikri geçen bütün israf şekilleri için tespit ettiğimiz kıstaslar ölçü alınarak hayâtî faâliyetlerin tamâmı tahlil edildiğinde, “israf” mefhûmunun ne kadar şümûllü olduğu görülür. Zîrâ haddinden fazla gösterilen buğz ve muhabbetten tutunuz da merâsim ve ziyâfetlerdeki şatafatlara kadar hemen her sahada çeşitli israf tezâhürlerinin vâkî olduğu bir gerçektir. Biz sâdece birkaç temel mevzû üzerinde istikâmeti bulmak için gerekli ölçüleri vermeye çalıştık. Fakat burada vermeye çalıştığımız ölçü ve mantığı sâdece bu hususlara hasretmeyip bütün hayâtî faâliyetlere teşmil ederek her türlü israf ve cimrilikten sakınmak mecbûriyetinde olduğumuzu unutmamalıyız.

Cenâb-ı Hak, bizleri her hususta ifrat ve tefritten muhâfaza buyurup râzı olduğu bir kulluk hayatı yaşamaya muvaffak eylesin! Bütün nîmetleri îtidâle riâyetle kullanıp şükrünü lâyıkıyla îfâ edebilmeyi nasîb eylesin!

Âmîn!

Dipnotlar : 1) Bkz. et-Tevbe, 100. 2) Bkz. İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 219. 3) M. De Thevenot, Relation d’un Vogaye Fait au Levant, s. 58, Paris, 1665. 4) Ricaut, Histoire de I’état Présent de I’Empire Ottoman, s. 285, Paris, 1670.