Saâdet Çağından Hâtıralar -UHUD-

2004 – Kasim, Sayı: 225, Sayfa: 032

İnsanın mayası, ilâhî bilgiler ve lâhûtî hakîkatlerle donanmış; varlık hamuru, dînî neş’elerle yoğrulmuştur. Bu sebeple Hakk’a îman ve îtikad, Âdem -aleyhisselâm- ile başlamış ve ilk insan, ilk peygamber olarak gönderilmiştir. Hazret-i Âdem

-aleyhisselâm- ile başlayan îman nûru, peygamberlerin bereketli bir hidâyet şerâresi hâlindeki teselsülü netîcesinde, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Muhammed -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile kemâle ulaşmıştır. O’nun kıyâmete kadar devâm edecek olan risâlet nûru, beşeriyeti aydınlatacak en büyük ilâhî nîmetlerden biridir. Birçok câhiliye insanı bile O’nun tebliğiyle hidâyete nâil olup, O’nun terbiye ve rûhâniyeti ile zirve şahsiyetler hâline gelmiş; fedâkârlık, şefkat, merhamet, rikkat, aşk ve diğergâmlığın eşsiz misâllerini sergilemiştir.

Allâh’ı tanımak; ulvî bir saâdet vesîlesidir. Cihan, bu saâdet lutufları ile açılmıştır. İlâhî azamet ve kudret akışları ile dolu olan kâinât, kullar için imtihân hikmetine binâen yaratılmıştır.

Mârifetullâh, yâni Cenâb-ı Hakk’ı kalbde tanıyabilmek, ancak ilâhî muhabbetle mümkündür. İnsanın gerçek saâdeti de; mârifetullâh ve ilâhî muhabbet neş’elerinde tezâhür eder.

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurdular:

“Kim Allâh’a kavuşmayı severse, Allâh da ona kavuşmayı sever. Kim de Allâh’a kavuşmaktan hoşlanmazsa, Allâh da ona kavuşmaktan hoşlanmaz!”

Bunun üzerine Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-:

“–Yâ Rasûlallâh! Ölümden hoşlanmama hâli de buna dâhil mi? Hiçbirimiz ölmekten hoşlanmayız.” dedi.

Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz:

“–Hayır böyle değil. Lâkin, mü’min (ölüm gelince) Allâh’ın rahmeti, rızâsı ve cenneti ile müjdelendiğinde Allâh’a kavuşmayı çok ister ve sever. Allâh da ona kavuşmayı sever. Kâfir ise, ölüm kendisine gelince Allâh’ın azâbı ve cezâsıyla müjdelenir. Bu sebeple Allâh’a kavuşmaktan hoşlanmaz, Allâh da ona kavuşmaktan hoşlanmaz.” buyurdular. (Buhârî, Rikâk, 41; Müslim, Zikr, 14)

İşte Allâh’a muhabbet netîcesinde seviyeli bir kul olup, bunun mukâbilinde Allâh’ın muhabbetine muhâtap olabilmek için, hayat imtihanları karşısında sabretmek, dengeyi ve Hakk’a bağlılığı bozmamak, kalbe mârifet ve tevhîdi yerleştirmek, yoğun bir şekilde tefekkür, tahassüs ve tecessüsü, vahyin feyizli iklîmi içinde gerçekleştirebilmek îcâb eder.

Hakk’a vuslatı arzulayan kâmil mü’minlerin, mârifetullâh yolunda Kur’ân ve Peygamber’in feyz ve rûhâniyet iklîminde “terbiye, tahsil, ibâdet, tezkiye, tasfiye, hayr u hasenât” gayretleri ile olgunlaşarak mesâfe almaları zarûrîdir.

Hakk’a yaklaşmanın en muhteşem tezâhürlerini ashâb-ı kirâmda müşâhede etmekteyiz. Zîrâ onlar bu zirve seviyeye Allâh Rasûlü’nden aldıkları müsbet enerji ile, yâni feyizli in’ikâslarla ve O’nun risâlet nûrunu kendi gönül âlemlerine aktarmakla nâil oldular. Bu in’ikâs neticesinde onlarda “Hakk’a akrabiyyet, yâni yakınlaşma ve vuslat” iştihâsı zirveleşti. 23 senelik nebevî saâdet devri içinde bu maddî ve mânevî heyecanın sergilendiği bereketli zeminlerden biri de Uhud oldu. Uhud’da sergilenen îman lezzet ve halâvetinin tezâhürlerinden birkaçı şöyledir:

Savaş sona erip müşrikler Uhud’u tamamen terk ettikten sonra, Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, harp sahâsına inerek şehîdleri defnetti. Tam yetmiş şehîd verilmişti. Bunlar arasında

Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh- gibi cengâverler ve Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhu anh- gibi yiğitler de vardı.

Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i mü­dâfaa ederken şehîd olmuştu. Bunun üzerine meleklerden biri Hazret-i Mus’ab’ın sûretine gi­rerek elinden sancağı almıştı. Peygamber Efendimiz ise henüz O’nun şehâdetinden haber­dar olmadığı için sancakdâra hitâben:

“–Tekaddem yâ Mus’ab! (İleri git yâ Mus’ab!)” buyurdu.

Bunun üzerine melek, dönüp Allâh Rasûlü’ne bakınca onun Mus’ab değil, bir melek oldu­ğunu fark eden Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz, mübârek sahâbînin şehîd ol­duğunu anladı. Daha sonra Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-’ın mübârek naaşı bulundu, ancak bu sefer de onu saracak bir kefen bulunamadı. (İbn-i Sa’d, III, 121-122)

Üzerindeki elbise ile baş tarafı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açıkta kalıyordu. Vaziyet Allâh Rasûlü’ne bildirildi. Fahr-i Cihân Efendimiz, mübârek şehîdin başının elbisesi ile kapatılmasını, açıkta kalan ayaklarının da güzel kokulu otlarla örtülmesini emir buyurdu.

Hâlbuki Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-, Mekke’nin en imtiyazlı ve varlıklı âilelerinden birinin çocuğu idi. Bütün Mekke gençleri ona özeniyorlardı. Hattâ genç kızlar, onun geçtiği yollar üzerine gül serperlerdi. O ise müşrik âilesinin bütün zorlamalarına rağmen, Allâh Rasûlü’nün gönlünde olabilmeyi bütün fânî lezzetlere tercih etmişti. Âilesinin mahrum bırakmakla tehdit ettikleri büyük mîras serveti ve dünyevî imkânlar ise gözünde ve gönlünde değerini kaybetmişti. Zîrâ Allâh Rasûlü’ne o kadar büyük bir hayranlık ve muhabbetle bağlanmıştı ki, dünyâ ve içindekiler onun nazarında bir “hiç” hâline gelmişti.

Hakîkaten, insanoğlu en ağır bedeli, muhabbeti uğruna öder. Bu fânî âlemde ödenen en ağır bedel ise, ilâhî muhabbetin bedelidir. Bu sebeple

ashâb-ı kirâm ve onları tâkib eden Hak dostları, bir ömür boyu muhabbetlerinin bedelini ödeyebilme gayret ve heyecânı içinde yaşadılar. Böylece, Allâh -celle celâlühû- ve Rasûlü ile dost olabilmenin ulvî lezzetine gark oldular. İşte Allâh ve Rasûlullâh muhabbetinin ağır bedelini, bir îman lezzeti içinde ve zevkle ödeyebilen İslâm kahramanları içinde Hazret-i Mus’ab -radıyallâhu anh-, müstesnâ bir zirvedir. Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- der ki:

“Biz Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile birlikte Mescid’de oturuyorduk. Mus’ab bin Umeyr çıkageldi. Üzerinde bulunan kürk parçalarıyla yamanmış hırkadan başka bir şeyi yoktu. Allâh Rasûlü Mus’ab’ı görünce, onun Mekke’de nîmetler içindeki hâliyle şimdiki hâlini düşünerek ağladı. (Tirmizî, Kıyâmet, 35/2476)

İşte böylesine bir fedâkârlıkla bütün varlığını Allâh ve Rasûlü uğruna cömertçe fedâ eden Mus’ab -radıyallâhu anh- şehâdet şerbetini içerken, bir melek onun sûretine girdi ve mübârek sahâbînin canından aziz bilip canı pahasına sadâkatle taşıdığı İslâm sancağını devraldı. Hazret-i Mus’ab’ın dîni uğruna katlandığı çileye ve gösterdiği fedâkârlığa, Cenâb-ı Hak meleklerini vazîfelendirmek sûretiyle ulvî bir mukâbelede bulundu.

Uhud Harbi’nde Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in ve bütün mü’minlerin en derin bir sûrette yüreklerini yakıp gönüllerini hüzne gark eden hâdise, şüphesiz ki İslâm ordusunun eşsiz kahramânı, Allâh’ın Arslanı Hazret-i Hamza

-radıyallâhu anh-’ın vahşî bir şekilde şehîd edilmesi olmuştur.

Harbin sonunda Hazret-i Safiye -radıyallâhu anhâ-, kardeşi Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh-’ı görmek istedi. Bu niyetle şehîdlerin bulunduğu tarafa yöneldi. Oğlu Zübeyr kendisini karşılayarak:

“–Rasûlullâh geri dönmeni emrediyor anneciğim.” dedi. O ise:

“–Niçin? Kardeşimi görmeyeyim diye mi? Ben onun ne fecî bir şekilde kesilip doğrandığını biliyorum. O, Allâh için bu musîbete dûçâr oldu. Zâten bizi de bundan başkası tesellî edemezdi. İnşâallâh sabredip ecrini Allâh’tan bekleyeceğim.” dedi.

Zübeyr, gidip annesinin söylediklerini Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e bildirdi. -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz:

“–Öyleyse bırak görsün.” buyurdu. Safiye

-radıyallâhu anhâ- da şehîdlerin efendisi olma şerefine eren kardeşinin cesedi yanına gelerek içli içli duâ etti. (Bkz. İbn-i Hişâm, III, 48; İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 349)

Uhud’da yaşanan ka’bına varılmaz bir din kardeşliği manzarasını Zübeyr bin Avvâm -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Annem Safiye, yanında getirdiği iki hırkayı çıkarıp:

«–Bunları kardeşim Hamza’ya kefen yapasınız diye getirdim.» dedi.

Hırkaları alıp Hamza’nın yanına gittik. Yanında Ensâr’dan bir başka şehîd daha bulunuyordu ve henüz onu örtecek bir kefen bulunamamıştı. Hırkaların ikisini de Hamza’ya sarıp Ensârî’yi kefensiz bırakmaktan utandık. Hırkanın birisi Hamza’ya, öbürü de Ensârî’ye kefen olsun, dedik. Hırkalardan biri büyük diğeri küçük olduğu için de aralarında kura çektik.” (İbn-i Hanbel, I, 165)

Bu duygu dolu manzaranın da ifâde ettiği gibi artık akrabâlık asabiyeti, yerini îmân kardeşliğine terk ediyordu. Böylece ashâb tarafından, kıyâmete kadar gelecek bütün mü’minlere din kardeşliğini yaşama heyecânı sergileniyordu.

Şehîdlerin namazlarının kılınması için Hazret-i Hamza başta olmak üzere on şehîd getiriliyor, namazdan sonra dokuzu defnediliyordu. Hazret-i Hamza’nın yanına dokuz şehîd daha getiriliyor, tekrar cenâze namazı kılınıyordu. Böylece Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, amcası ve şehîdlerin efendisi olan Hazret-i Hamza’nın cenâze namazını defalarca tekrarlamıştır.

Uhud’daki bu hüzünlü manzaralar, gönüllere derinden işlemişti. Aradan uzun bir müddet geçmiş, İslâm’ın kuvvet kazandığı dönemler idrâk edilmişti. Sahâbenin ağniyâ-i şâkirîn’inden, yâni şükredici zenginlerinden olan Abdurrahmân bin Avf -radıyallâhu anh-’ın oruçlu olduğu birgün, önüne iftar etmesi için oğlu tarafından birkaç çeşit yemek konulunca, o bundan müteessir olarak, gözyaşları içinde şöyle demişti:

“–Mus’ab bin Umeyr, Uhud savaşında şehîd edildi. O benden daha fazîletli idi. Ama kefen olarak bir hırkadan başka bir şeyi yoktu. Onunla da başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açık kalıyordu. Şimdi ise bize dünyâlık olarak her şey verildi. Doğrusu hayırlarımızın karşılığının dünyâda verilmiş olmasından korkuyorum. (Acaba kazandığımız ecirler âhiretten tenkis edilip bu dünyâda mı veriliyor?!)”

Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- bu sözlerinin ardından, mahzun bir şekilde sofrayı terk etti. (Buhârî, Cenâiz, 27)

Uhud’un ibret dolu manzaralarından biri de şöyledir:

Câbir -radıyallâhu anh-’dan rivâyet edildiğine göre, Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Uhud Gazvesi’nde şehîd düşenleri her mezara iki kişi konacak şekilde bir araya getirtmiş:

“–Bunların hangisi daha çok Kur’ân bilirdi (Kur’ân’ı yaşardı)?” diye sormuş ve şehîdlerden hangisi gösterilirse, onu kıble tarafına koydurmuştu. (Buhârî, Cenâiz, 73, 75)

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- da, Uhud Gazvesi esnâsında bir haber almak için yola çıkan kadınlar arasında idi. Harre mevkiinde sâliha kadın Hind

bint-i Amr’a rastladı. Hind, kocası Amr bin Cemuh, oğlu Hallâd ve kardeşi Abdullâh’ın şehîd bedenlerini bir deveye yüklemiş götürüyordu. Hazret-i Âişe ona:

“–Geride ne haber var?” diye sordu.

Hind bint-i Amr -radıyallâhu anhâ-:

“–Hayırdır, Rasûlullâh sağdır. O sağ olduktan sonra her musîbet hafif kalır.” dedi. Hazret-i Âişe, devenin üzerindeki cesedleri göstererek:

“–Bunlar kim?” diye sordu. Sâliha hanım Hind:

“–Kardeşim Abdullâh, oğlum Hallâd ve kocam Amr’dır.” dedi.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-:

“–Onları nereye götürüyorsun?” diye sordu. Hind:

“–Medîne’ye götürüyorum. Orada defnedeceğim.” dedi. Ardından, devesini yürümesi için biraz zorlayınca deve olduğu yere çöktü.

Hazret-i Âişe:

“–Deve, yükünün ağırlığından mı çöküyor?” diye sordu. Hind:

“–Neden çöktüğünü bilmiyorum. Hâlbuki başka vakitlerde iki devenin yükünü taşırdı. Fakat şimdi onda farklı bir hâl seziyorum.” dedi.

Zorlayınca deve kalktı, ancak Medîne’ye yöneltilince yine çöktü. Yönü Uhud’a çevrildiğinde ise koşmaya başladı. Hind, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in yanına varıp durumu anlattı. Rasûl-i Ekrem Efendimiz ona:

“–Deve vazîfelidir. Amr’ın herhangi bir vasiyeti var mıydı?” diye sordu.

Hind:

“–Amr, Uhud’a gideceği zaman kıbleye dönmüş; «–Allâh’ım! Bana şehîdlik nasîb et! Beni me’yûs ve mahrûm bir hâlde ev halkıma döndürme!» diye duâ etmişti.” dedi.

Bunun üzerine Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Allâh’a karşı sadâkatin fazîletini de ifâde eden şu sözleri söyledi:

İşte bunun içindir ki deve yürümüyor. Ey Ensâr topluluğu! Sizden her kim Allâh’a yemîn etmişse ona sâdık kalsın.

Ey Hind! Kocan Amr sâdıklardandır. O şehîd edildiği andan îtibâren melekler kanatlarıyla üzerine gölgelik yaptılar ve nereye defnedilecek diye bakıp durdular. Ey Hind! Cennette Amr bin Cemuh, oğlun Hallâd ve kardeşin Abdullâh bir araya gelecek ve arkadaş olacaklar.”

Bu müjde karşısında Hind, sâdıklardan olan kocası ile ebedî hayatta da berâber olmayı arzulayarak:

“–Yâ Rasûlallâh! Ne olur Allâh’a duâ et, beni de onlarla bir araya getirsin.” diye yalvardı. (Vâkıdî, I, 264-265; İbn-i Hacer, Fethü’l-Bârî, III, 216; İbn-i Abdilber, III, 1168)

Uhud’dan diğer bir ibretli manzara da şöyledir:

Uhud günü Medîne bir haberle çalkalandı. “Muhammed öldürüldü” denilince şehirde çığlıklar koptu, feryatlar arşa yükseldi. Hattâ Ensâr’dan Sümeyrâ Hâtun’a iki oğlu, babası, kocası ve kardeşinin şehîd olduğu haber verildiği hâlde, o mübârek hanım asıl kendisini kaygılandıran husûsu, yâni Allâh Rasûlü’nün durumunu sordu:

“–O’na bir şey oldu mu?”

Sahâbe-i kirâm cevâben:

“–Allâh’a hamd olsun ki durumu iyidir. O senin arzu ettiğin gibi hayattadır!” dediler.

Sümeyrâ Hâtun:

“–Onu görmeden gönlüm huzur bulmayacak, bana Allâh Rasûlü’nü gösteriniz.” dedi.

Gösterdiklerinde derhâl gidip elbisesinin ucundan tuttu ve:

“–Anam-babam sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü! Sen sağ olduktan sonra gayrı hiçbir şeye endişelenmem!” dedi. (Vâkıdî, I, 292; Heysemî, VI, 115)

Bişr bin Akrabe -radıyallâhu anh- der ki:

Babam Akrabe, Uhud günü şehîd olunca ağlayarak Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e gittim. O zamanlar küçük bir çocuktum. Hazret-i Peygamber bana şöyle hitâb etti:

“–Ey sevgili yavrum! Sen ne diye ağlıyorsun? Sus ağlama! Senin baban ben olsam, annen de Âişe olsa, râzı olmaz mısın?”

“–Anam-babam sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh, tabiî râzı olurum.” dedim.

Bunun üzerine Efendimiz eliyle başımı okşadı. (Bu gün ise şu ihtiyar hâlimde) saçlarım ağardığı hâlde Rasûlullâh’ın elinin başıma değdiği yerler hâlâ siyah kalmıştır. (Buhârî , et-Târîhu’l-Kebîr, II, 78;

Ali el-Muttakî, Kenz, XIII, 298)

İlâhî vuslata olan iştiyak ve heyecânın sergilendiği diğer bir manzara:

Câbir bin Abdullah -radıyallâhu anhumâ- şöyle demiştir:

“Uhud Harbi’nden önceki gece babam beni yanına çağırdı ve:

«–Nebî -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in sahâbîlerinden ilk şehîd edilecek kişinin ben olacağımı sanıyorum. Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’den sonra, benim için geride bırakacağım en kıymetli kişi sensin. Borçlarım var, onları öde. Kardeşlerine dâimâ iyi muâmelede bulun.» dedi.”

Diğer bir rivâyete göre, bu îman heyecânını oğluyla da paylaşma arzusunu şöyle dile getirdi:

“Câbir! Evde himâyeye muhtaç kızlar olmasaydı senin de şehîd olmanı isterdim!..”

Câbir -radıyallâhu anh- devamla der ki:

“Sabahleyin babam ilk şehîd düşen kişi oldu. Bir başka şehîd ile birlikte onu bir kabre defnettim. Sonra onu müstakil bir yere defnetmek istedim. Altı ay sonra onu mezarından çıkardım. Bir de ne göreyim: Kulağı(nın bir kısmı) hâriç, bütün vücûdu kendisini kabre koyduğum günkü gibiydi! Onu yalnız başına bir mezara defnettim.” (Buhârî, Cenâiz, 78)

Uhud ve şehîdleri Allâh Rasûlü’nün gönlünde öyle derin bir iz bırakmıştı ki, her zikredildiği vakit, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, o mübârek şehîdlerin fazîletini beyan sadedinde:

“Vallâhi ashâbımla birlikte ben de şehîd olup Uhud dağının dibinde gecelemeyi ne kadar isterdim!” (İbn-i Hanbel, III, 375) buyurmuştur. Bu hâl, Allâh Rasûlü’nün ümmetine olan muhabbet ve şefkatinin en bâriz ifâdelerinden biridir.

***

Uhud’un, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve

sellem-’in gönlünde müs­tesnâ bir yeri vardır.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, ömrü bo­yunca Uhud’u ve Uhud şehîdlerini ziyâretlerine mütemâdiyen devâm etmiştir.

Şehîdler meş­hedi Uhud, Allâh Rasûlü’nün muhabbetiyle sırılsıklam ıslanmış ve ulvî hâtıralarla feyizlenmiş bir mekân olarak, kıyâmete kadar gelecek ümmete müstesnâ bir ziyâretgâh olmuştur. Bilhassa hac ve umre yapanların Medîne-i Münevvere’de Ravza’dan sonra en çok ziyâret ettikleri mübârek yerlerden biridir.

Yine birgün Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- (Medîne’nin dışına doğru) yürüdü. Uhud’u görünce:

“–Uhud öyle bir dağdır ki, o bizi çok sever, biz de onu severiz.” buyurdular. (Buhârî, Cihâd, 71; Müslim, Hacc, 504)

Uhud’un Peygamber Efendimiz’i tanıması ve sevmesi, esâsen bütün mahlûkâtın Varlık Nûru’nu bilip tasdîk ettiğinin bir başka şâhididir. Nitekim Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Cinlerin ve insanların âsîleri hâriç, yer ile gök arasında var olan her şey benim Allâh’ın Rasûlü olduğumu bilir.” buyurmuştur. (İbn-i Hanbel, III, 310)

Cemâdât, yâni cansız varlıklar bile Allâh Rasûlü’nü tanıdı, O “Uhud bizi sever, biz de Uhud’u severiz.” (Buhârî, Cihâd, 71) buyurdu.

Cemâdât gibi nebâtât, yâni bitkiler de O’nu tanırdı:

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın:

“Biz Mekke’de Allâh Rasûlü ile dolaşırken yanından geçtiğimiz dağların ve ağaçların dile gelerek: «–Esselâmu aleyke yâ Rasûlallâh!» dediğini işitirdik.” (Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 6) ifâdeleri de bu hâlin sayısız misâllerinden biridir.

Diğer bir misâl de şudur: Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bir müşriki İslâm’a dâvet etmişti. Müşrik ise bir mûcize istedi. Peygamber Efendimiz biraz ilerideki bir ağaca işâret etti. Ağaç, köklerini sürüyerek önlerine kadar geldi ve: “Esselâmu aleyke yâ Rasûlallâh!” dedi. (Bkz. Heysemî, c. VIII, s. 292)

Yine Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, minberde hutbe okumaya başladıklarında, eskiden hutbe okurken dayandıkları hurma kütüğü, bu firaktan dolayı içli içli ağlamaya ve inlemeye başladı. Orada hazır bulunan bütün sahâbe topluluğu bu hâdiseye şâhid oldu. Hurma kütüğü, Hazret-i Peygamber’i tanıyordu, duyuyordu, hisleniyordu, O’na olan hasret ve muhabbeti coşup taşıyordu.

Hayvanlar dahî Allâh Rasûlü’nü tanırdı:

Sâhiplerinin kendilerine cefâ ettiği birçok hayvan, Hazret-i Peygamber’in önüne gelir, hâl lisânı ile dertlerini anlatırdı. Efendimiz de onların sâhiplerini çağırır ve onları Allâh’ın azâbı ile îkâz ederdi.

İnsan nesline gelince:

Allâh Rasûlü’nü kalbî seviyelerine göre en derin bir şekilde ashâb-ı kirâm ve evliyâullâh hazarâtı tanıdı. O’nun yüce şahsiyet ve karakterine hayran oldu. Canını, malını ve her şeyini O’nun uğrunda sarf etmeyi büyük bir nîmet bildi.

Zerreden küreye kadar bütün cemâdât, nebâtât ve hayvanâtın bile tanıyıp muhabbet izhâr ettiği O Varlık Nûru’na karşı ancak ins ve cinnin nasipsiz gâfilleri âmâ ve sağır kesildi. Böylece îmansızlık musîbeti, nefsâniyetin esâretine girmiş birtakım alık ve abus maddeciye münhasır kaldı.

Son Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz, insan neslini, kendi hakîkatiyle birlikte Rabbinin zât ve sıfat hakîkatleriyle de tanıştırdı; tebliğine gönül veren mü’minlerin iç âlemini derinleştirdi. Sessiz kâinâtı dile getirdi. Cemâdâtın gizli dillerinin tesbih ve niyazlarını bildirdi. İnsanlık haysiyetini kaybetmiş sînelere saâdet hazînelerinin anahtarını, cennet müjdesini ve ilâhî huzûra vuslatın rehberliğini lutfetti. Dünyâdan O’nun muhabbeti ile göçmek, kıyâmet gününün saâdeti oldu. O’na olan bu ulvî muhabbet, îmânı kemâle erdirdi.

***

Hulûlü ile müşerref olduğumuz Ramazân-ı Şerîf’in bu mübârek gün ve geceleri, ümmet için hayır ve bereket vesîleleridir. Bu vakitler; uyanık bir gönülle, îman şuuru içinde, namaz, oruç, Kur’ân tilâveti, duâ, salavât-ı şerîfe, hayr u hasenât, garip ve kimsesizlerin gönüllerine girmek ve onların civârında bulunmakla ihyâ edilmelidir. Bu feyizli zamanların rûhâniyetinden lâyıkıyla istifâde edebilmek için, bilhassa evlâdlarımıza ve muhîtimize de bu mübârek gün ve gecelerin lezzetini tattırmaya gayret etmeliyiz.

Allâh -celle celâlühû- ve Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in muhabbeti, kalblerimizin tükenmez hazînesi ve doyulmaz lezzeti olsun…

Âmin!