“Ramazân-ı Şerîf’te Kalp Mesafe Alacak” (Mülâkât)

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi ile Ramazân-ı Şerîf Üzerine…

Altınoluk Dergisi, 2020 – Nisan, Sayı: 410

Altınoluk: Bir Ramazân-ı Şerîf’e daha yaklaşmanın hamd ve şükrü içindeyiz Efendim. Sizleri ve kıymetli okuyucularımızı şimdiden tebrik ediyor, hepimiz ve bütün müslümanlar için istifadeler ve bereketler niyaz ediyoruz. Bilvesîle, mübarek Ramazan ayında nasıl bir hayat sürmeli, neler yapmalı ve nelere dikkat etmeliyiz, diye sorarak başlamak isteriz.

Ramazân-ı Şerîf, Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir lûtfu. Büyük bir mükâfat mevsimi. Günahlardan kurtulma mevsimi. Cenâb-ı Hakk’a yaklaşma mevsimi. İlâhî af ve rahmetin tuğyan hâlinde olduğu bir ay. Bu ay, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ve O’nun ümmetine büyük bir ihsân-ı ilâhî…

Cenâb-ı Hak:

“Kullarım Sana, Ben’i sorduğunda (Rasûl’üm, söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana duâ ettiği vakit, duâ edenin dileğine karşılık veririm. O hâlde (kullarım da) Ben’im davetime uysunlar ve Bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.” (el-Bakara, 186) buyuruyor.

Cenâb-ı Hak, kullarına yakın olduğunu, kullarının da Kitap ve Sünnet’e tâbî olarak, kendisine yaklaşmasını istiyor.

Bu üç aylar ve bilhassa Ramazân-ı Şerîf, Cenâb-ı Hakk’a yakınlığı artırma mevsimi. Kur’ân-ı Kerîm’le daha çok hemhâl olup tefekkürde derinleşme mevsimi. Kalb-i selîme, nefs-i mutmainneye ulaşma mevsimi. Velhâsıl, Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenerek Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına kavuşabilme mevsimi.

Nasıl ki ticaret erbâbı, kazançlarını artırmak için seminerler yaparlar, sporcular mühim bir müsâbakadan evvel antrenmanları artırır, kampa girer, kendilerine ihtilâttan men kararı alırlarsa; Ramazân-ı Şerîf de bizler için mânevî hayatta mesafe alabilme, Cenâb-ı Hakk’a kalben yaklaşabilme mevsimidir.

Cenâb-ı Hak en çok “Rahman” ve “Rahîm” esmâsını bildiriyor. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in “raûf ve rahîm” olduğunu bildiriyor.

(Rasûlüm!) Biz Sen’i âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107) buyuruyor. Rahmet Peygamberi’nin ümmeti de bir “rahmet ümmeti” olacak. Mü’minler de bu rahmet mevsiminde, bir “rahmet insanı” olacak.

Altınoluk: “Rahmet insanı” ifadenizi biraz açar mısınız Efendim?

Rahmet insanı;

  • Kendinden önce din kardeşini düşünen, onun saâdetini kendi saâdetine tercih eden, incitmeyen-incinmeyen, fedakâr, diğergâm, hizmet ehli mü’mindir.
  • Çoraklaşmış gönüllere, bir yağmur misâli rahmet olabilmenin derdinde olur.
  • Bütün mü’minleri kendisine zimmetli görür.
  • Gönlünü,  içinde bütün mahlûkâtın huzur bulduğu bir şefkat ve merhamet dergâhı kılma gayretinde olur.
  • Değişen şartlar altında kalbî muvâzenesini kaybetmez, her hâlükârda Allâh’ın takdîrinden râzı, hamd ve şükür hâlinde bulunur.
  • İbadetlerini kalp ve beden âhengi içerisinde, rûhânî bir zevkle edâ eder.

İnşâallah, bu Ramazân-ı Şerîf’te bizler de bu fârikaları yaşamak sûretiyle, Hakk’a yakınlığımızı artırmaya gayret gösteririz.

Rahmet, tefekkür dünyamıza yansıyacak: Yani kalbimiz; gözümüzün gördüğü her şeyde Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak, ilâhî azamet ve kudret akışlarını tefekkür edecek.

Ramazân-ı Şerîf’te;

Rahmet, ibadetlerimize yansıyacak: Kalp ve beden âhengi içinde ibadetlerimiz olacak. Rûha bir vitamin olacak bu ibadetler.

Rahmet, dilimize yansıyacak: Mü’minin nâzik, zarif ve tatlı bir lisânı olacak. Girdiği her mekânda huzur tevzî edecek.

Rahmet, gözümüze yansıyacak: Gözümüzü, haramlardan ve şeytânî vitrinlerden koruyacağız. Rûhânî vitrinlerden feyz alacağız.

Rahmet, elimize yansıyacak: Cömert olacağız.

Rahmet, malımıza yansıyacak: “Mülk, Allâh’a aittir.” diyeceğiz. “Bana Allah bunu emânet olarak verdi.” diyeceğiz. Helâlden kazanıp helâle sarf edeceğiz.

Rahmet, şahsiyetimize yansıyacak: “el-Emîn” ve “es-Sâdık” olacağız. En doğru insan olacağız. Hâlimizle, kālimizle, şahsiyet ve karakterimizle İslâm’ı temsil ve tebliğ edeceğiz.

Velhâsıl Ramazân-ı Şerîf bir rahmet ayıdır; bir mü’min de bilhassa bu ayda “rahmet insanı”nın vasıflarıyla müzeyyen olacak.

Altınoluk: Kulluk gayretlerimizi artırmamız gerekiyor yani…

Tabi; Ramazân-ı Şerîf, Allâh’ın rahmetinin âdeta tuğyân ettiği bir zaman. Bu rahmet ikliminden istifade edebilmek için, kulun her zamankinden daha fazla gayret göstermesi zarûrî. Zira bu kıymetli zamanda gösterilecek gaflet, nefsâniyet, tembellik ve ihmal; sâir zamandakilere göre çok daha büyük bir mahrumiyete, hattâ -Allah korusun- azâba müncer olur.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde buyuruyorlar:

“Cebrâil –aleyhisselâm- bana göründü; «Ramazan’a erişip de günahları affedilmeyen kimse rahmetten uzak olsun.» dedi. Ben de «Âmîn!» dedim…” (Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)

Hazret-i Mevlânâ’nın da güzel bir ifadesi var:

“Ramazan geldi. Artık maddî yiyeceklerden elini çek ki gökten sana mânevî rızıklar insin. Bu ay, gönül sofrasının kurulduğu aydır. Gönlün, bedenin hatalarından kurtulduğu aydır. Gönüllerin aşk ve îmân ile dolduğu bir aydır.”

Cenâb-ı Hak, bu ayın mânevî rızıklarını ve rahmet tecellîlerini cümlemize nasîb eylesin…

Altınoluk: Âmîn!.. Efendim; oruç ibadeti, mü’mine ne gibi telkinlerde bulunur; gönle kazandırdığı meziyetler nelerdir?

Oruç ibadetinin bir mü’mine en mühim telkini, merhamettir. En başta, merhamet, şefkat, cömertlik, diğergâmlık tâlimidir oruç. Zira oruç, belli bir süreliğine de olsa açlık ve âcizliği tattırarak toplumdaki aç ve muhtaçların hâlinden daha iyi anlamayı telkin eder. Onların sessiz feryatlarını duymayı temin eder.

Nitekim Mısır’da şiddetli kuraklığın hüküm sürdüğü zamanda Hazret-i Yusuf aleyhisselâm-’a sorarlar:

“–Siz, devlet hazinesine hükmeden bir idarecisiniz. Neden kendinizi aç bırakıyorsunuz? Niçin aç olarak tevzî ediyorsunuz?”

O da şu cevabı verir:

“–Karnım tok olursa açların hâlini anlayamam, ondan korkuyorum!..” der.

Yine oruç, nîmetlerin kadrini bildirir. Âyet-i kerîmede:

“…Allâh’ın nîmetini saymaya kalksanız, sayamazsınız…” (İbrahim, 34) buyruluyor.

Yarım günlük bir oruçta -bilhassa sıcak günlerde- yarım bardak suya, yarım dilim ekmeğe muhtaç kalıyoruz.

Diğer taraftan, oruç bir nefis tezkiyesi tâlimidir. Yani oruç; rûhâniyeti nefsâniyete galebe ettirmektir. Dünyevî ve nefsânî zevkleri bertaraf edebilmektir. Rûhânî âlemden bir ufuk açılabilmesidir. Rûhu; nefsâniyetin kasvet ve sıkletinden kurtarmaktır oruç.

Yine bir sabır tâlimidir oruç. İnsanın kendini disipline etmesidir. Nefsânî arzuları, bilhassa öfkeyi frenleyebilme irâdesinin kazanılmasıdır.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“…Sizden biri, (sâir zamanlarda olduğu gibi, bilhassa da) oruç tuttuğu gün, kötü söz söylemesin ve kavga etmesin. Şâyet biri kendisine söver ya da çatarsa; «Ben oruçluyum.» desin…” (Buhârî, Savm, 9; Müslim, Sıyâm, 163)

Yine oruç bir teennî tâlimidir. İnsanın acele etmeyip, ihtiyatlı davranması gerekir. Bu şekilde “teennî”yi öğretir oruç. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Teennî Cenâb-ı Hak’tan, acele şeytandandır.” (Tirmizî, Birr, 66/2012)

Yine güzel ahlâk tâlimidir oruç. Cenâb-ı Hak ile beraberlik şuuru içinde tutulan oruç, yüksek bir takvâ duygusuyla, insanı günahlardan, mâsıyetten ve gafletten korur. Gözü, kulağı, bilhassa da ağzı yanlış hâllerden muhafaza eder.

Oruçta, ağza bir şey girmemesine dikkat edildiği gibi, ağızdan yanlış bir söz çıkmamasına da son derece dikkat edilmelidir. Bu yanlış kelâmların başında ise “gıybet” gelir.

Abdullah Dehlevî Hazretleri, oruçlu olduğu bir gün, yanında sultânı kötülediler. Hazret:

“–Eyvah, orucumuz bozuldu!” buyurdu.

Bir talebesi:

“–Efendim, siz gıybet etmediniz ki!” dediğinde ise:

“–Evet, biz gıybet etmedik, ama dinledik. Gıybette, söyleyen de dinleyen de aynıdır.” buyurdu.[1]

Yani gıybetin bir esintisi bile, orucun feyz ve rûhâniyetini zedeliyor.

Diğer taraftan, oruç bir ihlâs tâlimidir. Her ibadette olduğu gibi oruçta da yegâne niyet, Cenâb-ı Hakkʼın rızâsı olmalıdır. Bunun için; riyâ ve gösterişten sakınmak, ibadete fânî menfaatleri ortak etmemek gerekir.

Yine oruç, zühd ve riyâzat tâlimidir. Bugün ise maalesef lüks, israf, oburluk, güç gösterisi ve nefsânî ihtirasların arttığı bir devirdeyiz. Hâlbuki oruç ibadeti bizlere, fânî nîmetlerin bir gün elimizden alınacağını, bir âhiret yolcusu olduğumuzu hatırlatmaktadır. Nefsânî zevklere takılıp kalmamayı, helâlleri bile asgarî seviyede kullanıp kifâyet miktarıyla yetinmeyi ve dünyevî imkânları âhiret sermâyesi kılma firâsetini telkin eder.

Altınoluk: Günümüzde lüks iftarlar, Ramazan eğlenceleri gibi yanlış telâkkîler de iyice arttı. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Ramazân-ı Şerîf’te, ictimâî bir ibadet heyecanı vardır. Lâkin toplumda belli bir kesimin, Ramazan’ı, eğlence, gezme-tozma zamanı gibi telâkkî etmesi de, o mübârek ayın feyz ve rûhâniyetini ziyan etme sadedindedir.

Meselâ verilen iftarlar, bir ictimâîleşme vesîlesidir. Fakat bu, aslâ debdebe ve şâşaa içinde olmamalıdır. Fakir-fukarânın uğratılmadığı mekânlar olmamalıdır.

Teravih saatinde Ramazan eğlenceleri, tiyatro vs. tertip edip onlara gitmek, yahut televizyon ve internetin yanlış ekranlarında vakit kaybetmek, hazin bir israftır. Maalesef, eskiden de direkler arası tiyatrolar vardı. O da, teravihlerin rûhâniyetini, orucun gönül feyzini götürüyordu.

Yani Ramazan, kalbin safâsıdır, kalbin bir lezzet almasıdır; nefsâniyetin değil! Kalbin Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmasıdır. Onun için bu kıymetli vakitleri böyle mâlâyânî şeylerle geçirmek, o Ramazân-ı Şerîf’i israf etmektir.

Ramazân-ı Şerîf’in en mühim vasfı, Kur’ân-ı Kerîm mevsimi olmasıdır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her Ramazan ayında Cebrâil’le birlikte o zamana kadar nâzil olan Kur’ân’ı -mukâbele usûlüyle, karşılıklı- okurlardı. Mübârek ömrünün son Ramazan’ında ise iki kere tekrarladılar.

Bugünkü mukâbele geleneği de bu esâsa dayanmaktadır. Efendimiz’den başlayarak sahâbenin de Ramazân-ı Şerîf’te devamlı bir mukâbele okuması, bu şekilde gelen, güzel bir örfümüzdür -elhamdülillâh-.

Teravih de Ramazân-ı Şerîf’in bir berekâtıdır. Onda da huşû ve tâdil-i erkâna riâyet etmek zarurîdir. Namazın ihtişamına yakışmayacak şekilde tâdil-i erkânsız kılınan teravihler de maalesef büyük bir kayıptır. Bu bir “sünnet ibadettir” diye hafife alınmamalıdır.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri farz olarak emredilmediği hâlde dînin makbul saydığı, sevap vesîlesi olan müstehaplara bile büyük bir ehemmiyet verir ve şöyle buyururdu:

“İnsanlar müstehabı ne zannediyorlar? Müstehab, Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği şeydir. Allah Teâlâ’nın sevdiği bir amelin karşılığında bütün dünya ve âhiret verilse, yine de hiçbir şey verilmemiş demektir…”[2]

Hâsılı Ramazân-ı Şerîf, bir feyz ve rûhâniyet sofrasıdır. İnsan titizlikle hazırlanmış bir ziyafet sofrasına oturduğu zaman, alelacele yiyip kalkmaz. Huzurla, lezzetini ala ala, damak tadıyla yer. Sindire sindire o lezzetleri tatmak ister. İbadetlerin feyz ve rûhâniyeti, bundan daha öteyedir. İbadetleri de; mânevî hazzını duya duya, rûhânî zevkini tadarak îfâ etmek îcâb eder.

Altınoluk: Ramazan’da infak ve cömertlik de ayrı bir mânâ kazanmalıdır, değil mi Efendim?

Ramazân-ı Şerîf’te bambaşka bir cömertlik olmalıdır. Abdullah bin Abbas -radıyallâhu anhumâ- der ki:

“Allâh’ın Rasûlü insanların en cömerdi idi. Ramazan ayında ise cömertliği daha da artardı… Bu günlerde Allah Rasûlü, esen rüzgârlardan daha cömert olurdu.” (Bkz. Müslim, Fedâil, 50)

Bu müstesnâ günlerde, Cenâb-ı Hakk’ın “Rahmân ve Rahîm” esmâsından, Efendimiz’in de “raûf ve rahîm” sıfatlarından daha çok nasîb almaya gayret etmeliyiz.

Cenâb-ı Hak bizi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe meccânen/bir bedel ödemediğimiz hâlde ümmet kıldı. Bu büyük bahtiyarlığın, aynı derecede büyük bir şükür borcu doğurduğu muhakkak.

“Komşusu açken tok yatan kimse (kâmil) mü’min değildir.”[3] buyuran Efendimizʼin ümmeti olarak bizler, bugün çok büyük bir mesʼûliyetle karşı karşıyayız.

Zira uzun zamandır memleketimize sığınmış olan milyonlarca Suriyeli kardeşimiz var. Evini-barkını, malını-mülkünü terk etmek zorunda kalmış o “Muhâcirler”e kucak açan bir “Ensâr” olabilmek, bugün hepimiz için ilâhî bir imtihan konusu. Hayatta kalabilmek için binbir çileyle dolu göç yollarına düşen, bombalar altında ölmektense, insanca yaşayabileceği bir yere ulaşma ümidiyle denizlerin soğuk sularında can vermeyi bile göze alan mâsumların sesli ve sessiz feryatlarına bîgâne kalmak, bütün ümmet için ağır bir âhiret vebâli… Maalesef bugün Akdeniz bir mülteci mezarlığına dönmüş durumda!.. Bu hazin manzaraları tefekkür ederek vicdanlarımızı tekâmül ettirmemiz lâzım.

Dolayısıyla; diğergâmlık, fedakârlık ve cömertlik hislerimizi tazeleyen bu Ramazân-ı Şerîf’te, İslâm kardeşliğini zirve seviyede yaşamamız gerekiyor. Bu mübârek ayda; mazlum, mağdur ve mahrumların daha çok yanıbaşında olmamız, onlara da Ramazân-ı Şerîf’in gönül huzurunu tattırabilmemiz îcâb ediyor.

Şeyh Sâdî der ki:

“İyi günlerinde fakirlerin, gariplerin, muhtaçların gönlünü al. Onların gönlünü almak, başa gelecek belâları defeder. Muhtaç senden hâlini arz ederek bir şey isteyecek olursa, ver. Vermediğin takdirde, bir zâlim çıkar, senden zorla alıverir.”

Türkiyemiz, mahdut imkânlarına rağmen 2011 yılından bu yana, ülkemize sığınan Suriyeli mültecilere kol-kanat gerdi, bugüne kadar onlara 40 milyar dolar yardımda bulundu. Zengin Avrupa ise söz verdiği 6 milyar euro yardımı dahî göndermedi.

Türkiye bugün, bütün sıkıntılara rağmen yine de şükredilecek bir hâlde. Lâkin şimdi Batılı devletler, virüs salgınından korunmak için devâsa bütçeler ayırdıklarını îlân ediyorlar. Bugün bütün dünya; vaktiyle sırt döndükleri mazlum, mağdur ve muhtaç insanlardan esirgediklerinin kat kat fazlası bir faturayı, bir virüs salgınından kurtulmak için ödüyor.

Hadîs-i şerîflerde buyrulur:

“Sadaka belâyı defeder.” (Bkz. Tirmizî, Zekât, 28/664; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 108)

“Merhamet edenlere, Cenâb-ı Hak merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin…” (Tirmizî, Birr, 16; Ebû Dâvûd, Edeb, 58)

Günümüzde bilhassa Suriyeli mazlumlar, bizlere bu hakîkatleri tekrar tekrar düşündürmeli. Bu mübârek günlerde onları daha çok hatırlamalıyız. O Muhâcirlere ne kadar Ensâr olabildiğimizi gözden geçirmeliyiz. Elimizden gelen yardımı cân u gönülden ikram etmeliyiz. Hiç imkânımız yoksa, en azından hâl-hatır sorup güler yüz göstermeli, tesellî edici birkaç söz söylemeliyiz ki, bu da bir sadaka yerine geçer.

Cenâb-ı Hak:

“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe birr’e (yani îman, ibadet, ahlâk ve fazilette hayrın kemâline) eremezsiniz…” (Âl-i İmrân, 92) buyuruyor.

Bu mübârek zamanlarda, bilhassa bu âyet-i kerîme önünde cömertliğimizi test etmeliyiz. Bu husustaki seviyemizi gözden geçirmeliyiz. Bir infakta bulunurken kalbimizi yoklamalıyız:

“Acaba verirken seviniyor muyuz, yoksa malım azalıyor diye içimizde bir sıkıntı duyuyor muyuz?”

İşte Ramazân-ı Şerîf, etrafımızdaki yoksul, kimsesiz ve bîçârelerin bize zimmetli olduğunu telkin eden bir mârifet mektebidir.

Bilhassa Ramazân-ı Şerîfʼte, gariplere ve fukarâya karşı mesʼûliyet­lerimize dâir vicdan muhâsebesinde bulunmak için, şu târihî kıssa ne kadar ibretlidir:

Sultan 3. Mustafa bir Ramazan ayında Şeyhülislâm Mehmed Emin Efendiʼnin konağına iftara gider. Konuşma esnâsında:

“–Efendi, arada bir size gelmek isterim ama, konağınız pek uzak yerde.” der.

Mehmed Emin Efendi de:

“–Sâyenizde yakın yerlerde bir ev tedârik etmem mümkündür, lâkin gördüğünüz şu civardaki hânelerin hiçbirinde mutfak yoktur.” karşılığını verir.

Bu söz Pâdişâh’ın tuhafına gider:

“–Ne acâyip şey, bu evlerde yemek pişirmezler mi?” diye sorunca Şeyhülislâm Efendi:

“–Cümlesinin sabah ve akşam yemekleri fakirhâneden gider. Onun için buradan ayrılmak istemem.” cevâbını verir.[4]

Büyüklerimiz de, Ramazân-ı Şerîf’te infâkı, hayır-hasenâtı artırmaya çok gayret ederlerdi. Her kesimden misafire iftar verirlerdi. İftar verirken sadece zenginlere vermek, o da doğru değil. Herkes sofrasını -imkânları nisbetinde- herkese açardı.

Benim çocukluğumda fazla otomobil yoktu; faytonlar, arabalar vardı. İftara bir gün arabacılar çağrılırdı. Çünkü onlar kendi meslek erbâbını daha çok tanırlardı, o şekilde sohbet ederlerdi kendi aralarında. Bir gün sokak temizlikçileri çağrılırdı. Bir gün ulemâ, hocaefendiler davet edilirdi. Çünkü hepsinin kendi aralarında ayrı ayrı sohbetleri olurdu. Ve burada kimse boynu bükük bırakılmazdı. Hepsinin gönlü alınırdı.

Altınoluk: Diş kirası da verilirdi, değil mi Efendim?

Efendim, bu “diş kirası”, eşsiz bir zarâfet, incelik ve güzellik ifadesidir. Bir rahmet insanının, insana bakış tarzıdır bu.

Her medeniyet, kendi insan tipini inşâ eder. Bizim medeniyetimiz; İslâm’dan, Kur’ân’dan neş’et ediyor. Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak bize infak ve ikramları, nezâket ve zarâfetle takdim etmemizi buyuruyor. Hattâ âyet-i kerîmede:

“…Malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek sûretiyle, yaptığınız hayırlarınızı (yani verdiğiniz zekâtları, sadakaları, infakları) boşa çıkarmayın!..” (el-Bakara, 264) buyuruyor.

Bu hususta Ebû’l-Leys Semerkandî Hazretleri de şöyle buyuruyor:

“Veren kişi, alana bir teşekkür edâsı içinde ikram etmelidir. Çünkü alanın nasîbi, dünyevî bir ihtiyacının giderilmesidir; verenin nasîbi ise ilâhî rızâ ve âhiretteki sonsuz lûtuflardır. Böyle olunca, veren daha kârlı durumdadır. Onun için, muhâtabına teşekkür etmelidir.”

Dolayısıyla, tebessümü unutmuş fakirin, garibin, yetimin, muhtacın gönlünü almak, Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda en güzel şahitlerimizden biri olacaktır. Zira İmâm-ı Rabbânî Hazretleri:

“Kalp, Cenâb-ı Hakk’ın komşusudur. O’nun mukaddes Zât’ına kalpten daha yakın bir şey yoktur…” buyurur. (Mektûbât, III, 326, no: 45)

Diş kirası da, incitmeden infak etmeyi tâlim eden İslâm ahlâkının zarif bir tezâhürü… İftar ikram eden kişi, sonra da misafirlere birer hediye takdim ediyor.  Bunu da zarif bir şekilde “diş kirası” diyerek yapıyor. Yani; “Bizi kırmadınız, davetimize icabet ettiniz.” demekten öteye, bir de; “Yemeklerimizi yerken dişlerinizi yorduk, bunun için de bizim bir teşekkür borcumuz var size. Buyrun, bu da diş kirası hediyeniz.” deniyor.

Bu, bizim çocukluğumuzda, gençliğimizde yaygındı. Muhakkak durumuna göre, yani gelen kişinin durumuna göre hediyeler verilirdi. Yani gelen, bir ilim adamıysa, ona daha ziyade kalemdi, kitaptı, vesâireydi… Eğer muhtaç bir kimseyse, ona kumaşlar, pâzenler, giyim eşyası olacak birtakım malzemeler verilirdi. Ayrıyeten gıdalar da dağıtılırdı.

Rahmetli Pederimden dinlediğim, bu diş kirasına ait bir hikâyeyi arz edeyim:

Hayırseverlikleriyle meşhur Yusuf Kâmil Paşa ve zevcesi Zeynep Hanım varmış. Onların Ramazân-ı Şerîf’te kapıları bütün halka açık olurmuş. Sultan Abdülaziz, bir gün Yusuf Kâmil Paşa ve Zeynep Hanım’ın konağına iftara gider. İzzet-ikramdan sonra, sıra “diş kirası”na gelir. Tabi pâdişâha ne şekilde bir diş kirası verilecek? Onun seviyesine uygun bir diş kirası olması lâzım.

Yusuf Kâmil Paşa, o muhteşem konağının tapusunu, diğer birtakım emlâkinin tapularını, gümüş bir tepsiye koyar, diş kirası olarak Sultan Abdülaziz’e takdim eder. Sultan Abdülaziz çok duygulanır, memnun olur:

“–Ben bu hediyenizi aldım kabul ettim, teşekkür ederim. Fakat bu hediyeyi size tekrar hediye ediyorum.” der.

Zeynep Hanım’ın da, Şeyh Hamdullah hattı ve altın suyuyla yazılmış tezhipli bir Kur’ân-ı Kerîm’i vardır. O zaman tekrar bir mukâbelede bulunmak ister. Yani Sultan Abdülaziz’in hediyesine karşı tekrar bir mukâbele. O Kur’ân-ı Kerîm’i Sultân’a hediye eder.

Sultan Abdülaziz alır Kur’ân-ı Kerîm’i, üç defa öper, başının üstüne koyar…

Nasıl bir güzellik, nasıl bir zarâfet, nasıl bir incelik, nasıl bir muhabbet!..

İşte hayırsever, meşhur bir ailenin birçok hayırlarıyla beraber, isimleriyle yâd olunan Zeynep Kâmil Hastahanesi de bugün ayakta duruyor. Cenâb-ı Hak, ihlâsa göre onun hayâtiyetini devam ettiriyor.

Altınoluk: Efendim, bir de uzun süredir bütün dünyanın bir numaralı gündem maddesi olan virüs salgını hususunda neler söylemek istersiniz? Bunun zâhirî sebepleri ve neticeleri, ekranlarda, medyada her gün anlatılıp tartışılıyor. Bunun bâtınî sebepleri üzerinde neler söylemek istersiniz?

Evet, her hâdisenin arka plânında muhakkak bir de bâtınî sebep vardır. Zâhirî sebep, gözle görülemeyen küçücük bir virüstür. Lâkin onu yaratıp gönderen de Cenâb-ı Hak’tır. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:

“…O’nun (Allâh’ın) ilmi dışında bir yaprak bile düşmez…” (el-En‘âm, 59)

Cenâb-ı Hak; kâinatta bazı hâdisâtı muayyen bir periyoda bağlamıştır. Güneş’in doğup batması, gece ve gündüzün, ayların mevsimlerin birbirini takip etmesi, havadaki azot ve oksijen dengesinin değişmemesi gibi… Bu ve emsâli hâdiseler, dâimâ belli ölçüler dâhilinde cereyan ettiği için, onları tabiî karşılıyoruz.

Fakat Cenâb-ı Hak bazı hâdiseleri de, kullarını îkaz etme hikmetine binâen, belli bir periyoda bağlamadan gerçekleştiriyor. Zelzeleler, tsunamiler, seller, kuraklıklar, salgın hastalıklar gibi…

Bununla Cenâb-ı Hak, hem Yüce Zât’ının kudret ve azametini hatırlatıyor, hem de insanın hiçlik ve acziyetini… Kullarını; ibret almaya davet ediyor; tevbe ve istiğfâra çağırıyor.

Ecdâdımızın -nasihat kabîlinden- meşhur bir sözü vardır:

Hak sillesinin sadâsı yoktur,
Bir vurdu mu hiç devâsı yoktur!

Bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyruluyor:

“Bir milletin içinde zinâ, fuhuş ortaya çıkıp nihayet o millet bu suçu alenî olarak işlediğinde, mutlakâ içlerinde vebâ hastalığı ve onlardan önce yaşamış milletlerde görülmemiş başka hastalıklar yayılır.” (İbn-i Mâce, Fiten, 22; Hâkim, IV, 583/8623; Beyhakî, Şuab, III, 197)

Bir zamanlar HIV virüsü ortaya çıktı, bugüne kadar 30 küsur milyon insan AIDS hastalığından öldü. İffet hassâsiyetinin yüksek olduğu toplumlarda ise, bu hastalık neredeyse görülmedi.

Tıp buna çareler arayıp tedaviler geliştirmeye çalışırken, diğer taraftan başka virüsler ortaya çıkıyor.

Nitekim bugün de yeni bir virüs, Kovid-19 çıktı. Ne kadar ibretlidir ki gözle görülmeyen küçücük bir virüs, koskoca bir vücudu yere seriyor. Hattâ saldığı korku ve endişe sebebiyle, “bizi kimse yenemez” edâsıyla büyüklük taslayan ülke ve ekonomileri dahî altüst ediyor. Ulaşımdan ticarete, sağlıktan eğitime, hayatın her sahasında çok sıkı tedbirler almaya mecbur bırakıyor.

Elbette temizlik/hijyen başta olmak üzere, her türlü zâhirî tedbiri alacağız. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de; bulaşıcı hastalık görüldüğünde karantina uygulanmasını emretmiştir. Fert ve toplum olarak maddî bakımdan son derece tedbirli olacağız.

Fakat telâşa kapılmadan, panik yapmadan, bir mü’mine yakışan tevekkül ve teslîmiyetle Rabbimiz’e sığınacağız. O’nun takdîrine râzı olacağız.

Mânevî bir tedbir olarak da samimî gözyaşlarıyla tevbe-istiğfâr ederek Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmeyi, Yâsîn, Fetih Sûresi ve şifâ âyetleri okumayı ve imkân ölçüsünde bol bol sadaka vermeyi ihmâl etmeyeceğiz.

Lâkin şu da çok ibretlidir ki, bize bulaşıp bulaşmayacağı meçhul olan bir hastalık için bu kadar endişe edip günlük yaşantımızı değiştirirken, bir gün muhakkak bize ulaşacak olan ecelimiz için ne kadar endişe ediyoruz?

Kabir hayatımız ve esas hayat olan âhiret, gündemimizi ne kadar meşgul ediyor?

Orada müşkül duruma düşüp pişman olmamak için bugün hangi tedbirleri alıyoruz?

Kendimizi, âilemizi ve neslimizi, zamanın şerlerinden, bâtıllardan, haramlardan korumak için ne kadar gayret gösteriyoruz?..

Unutmayalım ki maddî virüslerin zararı sadece bu dünyaya aittir. Fakat ruhları târumâr eden inançsızlık ve ahlâksızlık virüslerine karşı gerekli tedbirleri almamak, -Allah korusun- ebedî hayatı mahveder.

Altınoluk: Çok teşekkür ederiz Efendim. Son olarak okuyucularımıza bir mesajınız olur mu?

Son olarak şunu söyleyelim:

Geçen sene pek çok eş-dost, hısım-akraba, komşu, tanıdık vardı Ramazân-ı Şerîf’te. Bu sene onların bir kısmı öbür tarafta. Geçen Ramazan, onların son Ramazan’larıydı.

Biz de bu Ramazân-ı Şerîf’i, âdeta son Ramazan’ımız olabileceği şuuruyla ihyâ etme gayretinde olalım. Çok çok duâ edelim ki Cenâb-ı Hak önümüzdeki Ramazân-ı Şerîf’e de mülâkî eylesin -inşâallah-. Ömrümüz ne kadar, takvimimizde kaç yaprak kaldı, bilmiyoruz. Dolayısıyla tevbe-istiğfarda bulunup sâlih ameller işlemek için bugünlerimizin kıymetini bilelim. Nitekim; “Yarın yaparım diyenler helâk oldu!” buyrulmuştur.

Cenâb-ı Hak; hayırlı, bereketli, rûhâniyetle dolu Ramazan’lar ihyâ etmeyi, cümlemize nasîb eylesin. Bütün kardeşlerimizin gelecek olan Ramazân-ı Şerîf’ini şimdiden tebrik ediyoruz. Rabbimiz; Ramazân-ı Şerîf’in rahmet tecellîlerine nâil olabilmeyi, lûtf u keremiyle ihsan ve ikram eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Abdülganî bin Ebî Saîd, Hüvelganî Risâlesi, s. 152.

[2] Kişmî, Berekât, s. 198; Ebû’l-Hasan en-Nedvî, İmâm-ı Rabbânî, s. 180-181.

[3] Hâkim, II, 15/2166a.

[4] Süheyl Ünver, Bir Ramazan Binbir İstanbul, s. 64.