Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

HAZRET-İ PEYGAMBER -SALLÂLLÂHU ALEYHİ VE SELLEM- EFENDİMİZ

Muhterem Kardeşlerimiz!

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ne kadar büyük bir nîmet olduğunu Cenâb-ı Hak bize tebliğ ediyor.

İlk okunan, Tevbe Sûresi’nin sonundaki âyetler;

“…İçinizden bir Peygamber gönderdik…” (et-Tevbe, 128) buyuruyor. Yani tanıyorsunuz, biliyorsunuz. Ve “…Size de çok merhametli, raûf ve rahîm…” (et-Tevbe, 128)

Cenâb-ı Hak hiçbir peygamber üzerine bu “raûf” ve “rahîm”, iki sıfatı birden kullanmıyor. Yalnız Rasûlullah Efendimiz’e. Demek ki şefkat ve merhametin zirvesi…

Ondan sonra okunan âyet, Ahzâb Sûresi 21. âyet okundu:

“Ey mü’minler, andolsun ki Rasûlullah sizin için, Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar (yani Allah rızâsında istikametlenenler, âhiret yakîn hâline gelenler, âhireti unutmayanlar) için, Allâh’ı çok çok zikredenler için üsve-i hasene…”

Örnek… Kıyâmete kadar gelen bütün insanlara örnek. Her mesleğe örnek. Her karaktere örnek.

Ondan sonra okunan âyet-i kerîme. Cenâb-ı Hak yine devamında:

“Ey Peygamber! Biz Sen’i hakîkaten bir şâhid, (dîni tebliğ eden) bir müjdeci ve bir uyarıcı (îkaz edici) olarak gönderdik.” (el-Ahzâb, 45) Üç vasıfla…

سِرَاجًا مُنِيرًا buyruluyor. (el-Ahzâb, 46) Sirâc, bir noktada Güneş, bir mânâda, münîr de Ay.

“Allâh’ın izniyle bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak (gönderdik.)(el-Ahzâb, 46)

Yani burada öyle güzel bir teşbih var ki, Cenâb-ı Hak “sirâc” buyuruyor. Nasıl Güneş gündüzleyin en kuytu yerleri bile aydınlatıyor, hiçbir yer ışıksız kalmıyor; gece de mehtâbın güzelliği, yine bir güzellik, bir huzur hâli…

Demek ki beşeriyeti Cenâb-ı Hak bütün insanlığı gece ve gündüz ihyâ edilmesine bir dâvet. Yani nasıl bir Güneş gündüzü ihyâ ediyor, Ay geceyi ihyâ ediyor; demek ki Rasûlullah Efendimiz, öyle bir Cenâb-ı Hakk’ın sanat hârikası ki gecemizi ve gündüzümüzü ihyâ ediyor.

Ondan sonra okunan âyet, 56. âyet:

“Şüphesiz ki Allah ve melekler, Peygamber’e çokça salât ederler…” (el-Ahzâb, 56)

Allah salât ediyor, “rahmeten li’l-âlemîn” olarak. Kıyâmete kadar bütün melek, ins, cin, nebâtat, hayvanat, hepsine rahmet…

Melekler de duâcı, salât ederler.

“…Ey mü’minler! Siz de O’na salevat getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56) buyruluyor.

Ondan sonra okunan âyet-i kerîme, Hucurât Sûresi’nde, Cenâb-ı Hak burada bir nezâketi bildiriyor. Yani Rasûlullah Efendimiz’in Cenâb-ı Hakk’ın nasıl büyük bir lûtfu olduğunu, nasıl Sünnet’ine bir îtinâ göstereceğiz, nasıl Rasûlullah Efendimiz’in çok büyük bir nîmet olduğunu idrâk edeceğiz:

“Ey îmân edenler! Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin!..” (el-Hucurât, 1) Yani ne emrettiyse o. O’nun izini takip etmek.

“…Allah’tan korkun! Şüphesiz Allah işitendir ve bilendir.” (el-Hucurât, 1)

Ondan sonra:

“Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üzerine yükseltmeyin!..” (el-Hucurât, 2)

Daha evvelden rahat konuşuyordu ashâb-ı kirâm, kendi aralarında konuştukları gibi. Fakat bu âyet indikten sonra Efendimiz’in huzûrunda çok kısık sesle konuştular.

“…Birbirinize seslendiğiniz gibi Peygamber’e yüksek sesle seslenmeyin. Yoksa farkına varmadan amelleriniz boşa çıkıverir.” (el-Hucurât, 2) buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Demek ki burada şunu biz görüyoruz ki Sünnet-i Seniyye’ye nasıl bir titizlik göstereceğiz…

Yine burada bir hâtıra var:

İmam Mâlik, Medîne imamı, Ravza’da. İmam Mâlik Hazretleri. Halife Ebû Câfer Mansur geliyor. Birtakım sorular soruyor İmam Mâlik’e. İmam Mâlik de cevap verirken halife hiddetle biraz sesini yükseltiyor. Yüksek sesle konuşuyor, bir azamet ifade eder gibi. İmam Mâlik diyor ki:

“‒Burada sesini kıs diyor. Halîfe! Burada sesini kıs diyor. Bak diyor, senden çok fazîletli insanlar üzerine Allâh’ın âyeti indi, ihtar indi.” buyuruyor.

O zaman diyor ki Ebû Câfer Mansur:

“‒Peki diyor, yâ İmam diyor, burada diyor, duâ ederken diyor, Ravza’ya mı döneyim diyor, Kâbe’ye mi döneyim?” diyor.

“‒Sadece burada Ravza’ya dön diyor. Bütün Âdem -aleyhisselâm-’dan son insana kadar bütün gelen insanlar O’nun şefaatine muhtaç.” buyuruyor.

Burada da bir îkaz. Tabi bu bir takvâ. Demek ki Rasûlullah Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sine îtinâ göstermek, bir takvâ alâmeti oluyor.

Diğer taraftan âyetin devamında câhillerin durumundan bahsediliyor. Cenâb-ı Hak buyuruyor yine:

“Eğer Allâh’ı seviyorsanız…” (Âl-i İmrân, 31) Cenâb-ı Hak bir ölçü koyuyor. “…Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e uyun ki Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın…” (Âl-i İmrân, 31)

Demek ki Rasûlullah Efendimiz’e sevgi, Cenâb-ı Hakk’a olan sevgidir. İhmal, -Allah korusun- Cenâb-ı Hakk’a olan muhabbetin kısmen zaafa uğramasıdır. Yine;

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

(“Kim Rasûlüʼne itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur.” [en-Nisâ, 80])

İmam Ahmed İbn-i Hanbel Hazretleri:

“Kur’ân-ı Kerîm’de diyor, 33 yerde Cenâb-ı Hak Rasûlullâh’a itaati emrediyor buyuruyor, 33 yerde.”

Demek ki bu Sünnet-i Seniyye’ye olan bir hassâsiyetimizi… Zaten bu Velâdet Kandili de bizim bir muhabbetimizin ifadesidir. Bu muhabbeti devam ettirmek. Bu Velâdet Kandili’ni devam ettirmek.

Yine İbn-i Abbas diyor -radıyallâhu anh-:

“Allah Teâlâ kendi katında Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den daha kıymetli bir insan yaratmamıştır. (Daha kıymetli bir mahluk yok, melekler dâhil.) Cenâb-ı Hak O’ndan başka birisinin hayatına yemin de etmemiştir. Yalnız Efendimiz’in hayatına «لَعَمْرُكَ» buyuruyor. «O’nun hayatı üzerine yemin olsun» buyuruyor.”

Bütün insanlığa örnek. İnsanda tecellî eden bir mûcize Rasûlullah Efendimiz.

O’nun asrına yemin ediyor; “وَالْعَصْرِ” (el-Asr, 1)

O’nun beldesine;

لَا اُقْسِمُ بِهٰذَا الْبَلَدِ وَاَنْتَ حِلٌّ بِهٰذَا الْبَلَدِ

“Bu beldeye yemin ederim ki Sen bu beldede oturmaktasın.” (el-Beled, 1-2) buyuruyor Efendimiz’e.

Yine nübüvvetine:

“Yâsîn. Hikmet dolu Kur’ân hakkı için Sen şüphesiz peygamberlerdensin. Sırât-ı müstakîm üzeresin.” (Yâsîn, 1-4)

Yine Cenâb-ı Hak sırât-ı müstakîm üzerinde olanlara bir müjde veriyor Fussilet Sûresi’nde:

“Şüphesiz Rabbim Allah’tır deyip «ثُمَّ اسْتَقَامُوا» istikâmet üzerinde gidenler üzerine (Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in izi üzerinde gidenler üzerine) melekler iner, onlara; «Korkmayın, üzülmeyin, Allâh’ın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.» derler.” (Fussilet, 30)

Ölüm ânında, kabre girişte ve kıyâmete kalkışta. Dünyada da zor zamanlarda onların bir yardımı gelmesi… Ve Cenâb-ı Hak’la dost olabilmek… Demek ki Rasûlullah’la -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dost olan, Cenâb-ı Hak’la dost oluyor. Cenâb-ı Hak’la dost olan da Cenâb-ı Hak o zor gün, ölüm zor an, kabir hayatı var, diriliş var, zor anlar hep, orada;

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“…(O kullar, Allah ile dost olan kullar) korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (el-Ahkāf, 13; Yûnus, 62)

Yani Rasûlullah Efendimiz’le dost olabilmek, Cenâb-ı Hak’la dost olabilmeye vâbeste.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i Cenâb-ı Hak terbiye etti.

“Beni Rabbim terbiye etti, ne güzel terbiye etti.” buyruluyor. (Süyûtî, I, 12)

O kırk sene, peygamberlik gelene kadar Cenâb-ı Hak terbiye etti. Demek ki bir müslümanın zemininde güzel ahlâk olacak. Cenâb-ı Hak da o terbiyeyi Rasûlullah Efendimiz vâsıtasıyla ümmete tebliğ ediyor.

Mahlûkat içinde eğitime en muhtaç olan, insandır. Hayatta en zirve sanat da insan yetiştirmektir. Hiç şüphesiz, bu sanatı icrâ eden en büyük sanatkârlar da peygamberlerdir. Dolayısıyla eğitimcilik bir peygamber mesleğidir. Ve eğitimcilerin en büyük rehberi de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.

Bizler Efendimiz’in terbiyesine girebildiğimiz kadar, Rabbimiz’in terbiyesine girmiş oluruz. Zira Efendimiz bizler için bir numûnedir.

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

(“Kim Rasûlüʼne itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur.” [en-Nisâ, 80]) buyruluyor.

Yine Cenâb-ı Hak yardımını bildiriyor:

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

“…Eğer siz takvâ sahibi olursanız, Allah da size öğretir…” (el-Bakara, 282) Hak, şer, bâtıl… Ve Cenâb-ı Hak ne öğretiyor? Dostluğunu öğretiyor.

Efendimiz’in mâzisine baktığımız zaman, peygamberlikten evvelki hâline baktığımız zaman, Efendimiz bir eğitimci değildi. Ne kimsenin talebesiydi, ne de kimsenin hocasıydı. Lâkin Cenâb-ı Hak O’nu öyle bir muallim olarak yetiştirdi ki, talebeleri olan ashâb-ı kirâm en seçkin ve mümtaz bir toplum oldu. İslâm’ı cihâna yaydı. Asr-ı Saâdet medeniyeti, yani “Fazîletler Medeniyeti”ni inşâ etti.

Hattâ İslâm metodolojisinin meşhur sîmâlarından İmam Karâfî diyor ki:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hiçbir eğer mûcizesi olmasaydı, O’nun o câhiliye devrinden nasıl bir asr-ı saâdet medeniyeti çıkardı, O’nun en büyük bir mûcizesiydi.” buyuruyor.

Fakihler, müctehidler, müfessirler, muhaddisler, mütefekkirler, mutasavvıflar, O’nun talebesi olarak sır ve hikmetlere âşinâ oldu. Hulefâ-i râşidîn, Ömer bin Abdülaziz gibi, Osmanlı’nın o ilk, o devirde mümtaz pâdişahları gibi, mümtaz insanlar yetişti.

Daha evvel baktığımız zaman nasıl Efendimiz bir eğitimci değildi. Nasıl Cenâb-ı Hak O’nu öyle bir eğitti, bütün kâinâta eğitimci oldu.

Yine Efendimiz daha önce bir kumandan değildi. Ne eğitim ne tecrübe olarak bu yönde bir beşer tarafından yetiştirilmemişti. Bir harbe de girmemişti. Fakat öyle müstesnâ bir kumandanlık sergiledi ki emsâli görülmedi. Savaşta bile merhamet tevzî etti. Bedir’de susuz kalan düşman geldi su istedi, su verdi. Zor zamanlarda dahî merhametten ayrılmadı.

Tâif’te melekler geldi:

“–Şu iki dağı çarpalım, oranın halkı helâk olsun yâ Rasûlâllah!” dedi. İzin vermedi. Döndü, o halkın îmâna kavuşması için duâ etti. (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)

Yine Uhud’da Efendimiz’in iki dişi kırıldı.

“–Yâ Rasûlâllah! Bedduâ et!” dediler.

“–Yok dedi, ben dedi, merhamet ve rahmet peygamberiyim.” buyurdu. (Beyhakî, Şuab, II, 164/1447)

O daha evvel bir halk idaresinde bulunmamıştı peygamberlikten evvel. Çobanlıktan başka bir şeyi yoktu. Fakat O’nun kurduğu Medîne Site Devleti, medeniyetin zirvesi oldu. Câhiliye devri, saâdet devrine döndü. Zâlimler pençesinde kan gölüne dönen çölleri adâletiyle bir huzura kavuşturdu.

O daha evvel bir hukukçu değildi. Hâkimlik, mahkeme, ictimâî adâlet hususunda hiçbir tecrübesi yoktu. Lâkin Cenâb-ı Hakk’ın terbiyesinde öyle yetişti ki O’nun Vedâ Hutbesi, en mükemmel ve en müstesnâ bir insanlık beyannâmesi oldu, değişmez bir anayasa oldu.

İnsanoğlu kardeşliği O’ndan öğrendi. Efendimiz’den bir misal:

Din kardeşlerini üç gün görmezse sorardı. Uzaktaysa, seyahatteyse ona duâ ederdi, evindeyse ziyaret eder, hastaysa şifâ dilerdi. (Bkz. Heysemî, II, 295)

Ve ümmetine de ümmetine duâ etmesini, yani bir müslümanın din kardeşine duâ etmesini arzu ederdi.

Sık sık sorardı:

“Ey ümmetim! Bugün bir yetim başı okşadınız mı?

Bugün bir aç doyurdunuz mu?

Bugün bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu?

Bugün bir cenaze teşyiinde bulundunuz mu?” (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)

Hep kalbi kırıklar… Onların gönüllerini alıp tedavi etmek…

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kardeşliğin en üst seviyesinde, zirvesinde yaşamış, muhtaç bir kardeşi varsa onu daima kendine tercih etmişti.

Meselâ Hendek Harbi’nde Câbir, Efendimiz’i gördü, midesi içine çökmüştü açlıktan. Davet etti, gitmedi. Bütün cemaatini toplayarak gitti. Baştan onlara ikram et dedi, sonra kendisi aldı.

Beşeriyet gerçek hak, adâlet, hukukun ne olduğunu O’ndan tahsil etti. Buyurdu ki O:

“Nihayet ben de bir insanım sizin gibi. Aranızdan bazı kimselerin hakları bana geçmiş olabilir. (Üstünden ridâsını attı.) Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun. Kimin malını bilmeden almışsam işte malım gelsin alsın.” buyurdu. (Ahmed, III, 400)

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisini toplumdan mes’ûl görürdü. O’ndaki nezâket, zarâfet bambaşka bir güzellik arz ederdi.

Muhataplarında gördüğü hataları ve kusurları karşısında onu bir nezâketle ifade ederdi:

“Bana ne oluyor ki ben şöyle şöyle görüyorum.” (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Salât, 119)

Galat-ı ru’yeti kendine izâfe ederdi. Yahut;

“Filânca, filânca, filâncaya ne oluyor ki böyle yapıyor.” buyururdu.

Sahâbî O’nun sîmâsında anlardı zaten. Susardı, sîmâsı o kadar bir aksederdi ki müsbete veyahut da menfîye, sahâbî sîmâsından anlardı.

Meselâ bir gün Ravza’ya girdiler, Efendimiz mihrâba kadar yürüdü, mihrâbın önünde bir tükürük gördü. Birdenbire o sîmâ değişiverdi. Sahâbe hemen anladı, tükürüğü kapattı, ondan sonra Efendimiz’in rengi yerine geldi. (Bkz. Müslim, Mesâcid, 53)

Bir deve eti yenildi. Deve eti yiyenlerden biri -insanlık muktezâsı- bir yellenme oldu. O utanmasın diye;

“Deve eti yiyenler yeniden abdest alsın.” buyurdu.

Nezâketin, zarâfetin zirvesi…

Efendimiz’in ömrünün her ânı hizmetle geçti. Hizmet edenleri de çok severdi. Kendisi de Ravza’ya yapılırken taş taşıdı. Hattâ sahâbe; “biz taşırız” dediler.

“–Yok dedi, ben de dedi Allâh’ın rahmetine muhtacım.” buyurdu. (İbn-i Hişam, I, 496)

Hizmet edenleri de çok severdi. Mü’mine bir kadın, Ravza’nın kumlarını temizlerdi, yıkardı. Bir gün onu Ravza’da göremedi, sordu:

“–Nerede bu kardeşiniz?” dedi.

“–Efendim dediler, o vefât etti.”

“–Niye bana haber vermediniz?” dedi. Niye haber vermediniz dedi. Böyle hizmet eden bir kimseyi niye haber vermediniz dedi. Kabrini sordu, kabrine gitti, duâ etti orada. (Buhârî, Cenâiz, 67)

Efendimiz’in eşsiz vefâ misallerinden birini de Hazret-i Âişe şöyle anlatıyor:

Bir keresinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ziyaret maksadıyla yaşlı bir kadın geldi. Aralarında çok sıcak, samimî bir sohbet geçti. Yaşlı kadın ayrıldıktan sonra:

“–Yâ Rasûlâllah! Bu kadına çok alâka gösterdiniz. Kim olduğunu merak ettim.” dedi.

Efendimiz buyurdu ki:

“–Hatice -radıyallâhu anhâ- hayattayken bize gelip giderdi…” (Hâkim, I, 62/40)

Bir vefâ… Hatice Vâlidemiz’e o kadar Efendimiz ona meftundu, o Efendimiz’e meftundu.

İlk Hira’dan indiği zaman:

“–Bana kim inanır?” dediği zaman, Hatice Vâlidemiz:

“–İlk mü’mine benim dedi. Senin öyle bir fârikaların var ki Sana herkes inanır.” dedi. İlk tesellîyi Hatice Vâlidemiz’den aldı.

Hira’dayken O’na yemek taşırdı. O ambargo zamanında üç sene bütün servetini müslümanlara vakfetti.

Efendimiz, “köleler ve efendiler” şeklinde toplumu parçalayan sınıf farkını tamamen ortadan kaldırdı. Yani bir kast sistemi diye, fakir-zengin vs. hiçbir fark, köle-efendi diye onu kaldırdı.

Medîne çarşısında bir köle satılıyordu. Köle müslüman olmuştu. Köle, alanlara iki şart koştu:

“Ben dedi, ezanla beni bırakacaksın, Rasûlullâh’ın arkasında namaz kılacağım.” dedi.

Sahibi de müsaade etti. Efendimiz her mescide girişte, gözü köleyi arıyordu. Kalpten kalbe akış vardı, cezb ve incizab kânunu.

Köleyi göremedi:

“–Efendi, nerede kölen?” dedi. Yani iş mi verdin, ondan mı gelemedi?

“–Yok dedi, yâ Rasûlâllah! Hasta.” dedi.

Bütün ekâbire:

“–Haydi dedi, şimdi köleyi ziyarete gideceğiz.” dedi. O gün mümkün değildi, yok öyle bir şey… Kölenin bir tahta parçasından farkı yok o zaman.

Yine göremedi, yine sordu. Sahibi de dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Bir vefat ânında dedi. Sekerat hâline girdi.” dedi.

“–Haydi dedi, hepimiz yine gideceğiz.” dedi.

Vefat edinceye kadar yanında bulundu. Cenaze namazını kıldı ve gömüldü.

Mekkeliler dediler ki:

“Biz Rasûlullah Efendimiz’e her türlü, îman hususunda bütün meşakkatlere katlandık. Fakat köleye bizden daha çok alâka gösterdi.”

Medîneliler dediler ki:

“–Biz her inen âyete « سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا(işittik ve itaat ettik)» dedik, hemen tatbikâta girdik. Allah Rasûlü’nü mesud ettik, mesrur ettik. Fakat köleye daha çok îtibar gösterdi.”

Bunun üzerine:

“اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُم” âyeti indi. “…Allah indinde en keremliniz, en çok takvâ sahibinizdir…” (el-Hucurât, 13)

Şimdi burada demek ki bu kölede neyi görüyoruz; iki şeyi görüyoruz. Bir; Rasûlullah Efendimiz’le beraber olmak. Bir de öyle bir namaz kılmak istiyor ki Rasûlullah Efendimiz’in arkasında kılacak ve huşû içinde kılacak.

Demek ki kalpte bu takvânın iki büyük alâmetini görüyoruz. Kalbimizde Rasûlullah Efendimiz’in olması. Dâimâ her işimizde şunu düşünmemiz zarûrî:

“Acaba Allah Rasûlü benim yanımda olsaydı, tebessüm mü ederdi, müteessir mi olurdu? Ticârî hayatta, evlâdımızı yetiştirirken, âile hayatında vs…”

Yine Efendimiz buyuruyor, köleler yani o zaman harp esiri, yani İslâm daima harp esirini kaldırıyor. Onlara çok şefkatliydi. Onlar için:

“Kardeşlerinize yediğinizden yedirin, içtiğinizden içirin…”

Bir bugünü düşünün, bir de o zamanı düşünün. Hattâ ashâb-ı kirâm buyuruyor ki:

“Bedir’den Medîne’ye dönerken, o diyor, esirleri diyor, zaman zaman biz inerdik, onları develere alırdık. Onları develere bindirirdik.”

Efendimiz de:

“Yediğinizden yedireceksiniz, içtiğinizden içireceksiniz. Fazla yük vermeyeceksiniz. Tabi serbest bırakırsanız, şu kadar, şu kadar ecirler vardır.” buyururdu.

Ebû Zerr’i Efendimiz çok severdi. Bir gün gafleten kölesine sert davrandığına şahit oldu. Efendimiz çok üzüldü.

“–Ebû Zer! (dedi.) Sen hâlâ câhiliye âdeti üzerine misin? (dedi) Devamlı Allâh’ın yarattığına zarar verme var mı sende? (dedi.) Meşrebine uymuyorsa, o zaman âzâd et (dedi). Fazla yük yükleme (dedi). Yüklediğin zaman da ona sen yardımcı ol.” buyurdu. (Buhârî, Îmân, 22; Müslim, Eymân, 38; Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124)

Var mı dünyada böyle bir şey? Görüyoruz bugün. Suriye’yi görüyoruz, Arakan’ı görüyoruz, emsâli yerleri görüyoruz.

Efendimiz’in Vedâ Hutbesi bir insanlık beyannâmesiydi. İnsanların yaptıkları bütün anayasalar zamanla eksik kaldığı için devamlı değişmekte. Fakat Efendimiz’in hayat ölçüleri ve kâideleri, her asırda canlılık ve tazeliğini koruyor. Bir mûcize.

Yine Efendimiz:

“Ben rahmet ve savaş peygamberiyim.” buyuruyor. (Ahmed, IV, 396)

Bu çok mühim. Yani en çetin savaşlarda dahî rahmet ölçüleri getirdi. Dâimâ merhamet ve şefkat tevzî etti. Nitekim Bedir Harbi’nde bir gün sonra kılıç kılıca geleceği müşrikler, harp başlamadan önce, bir gün önce gelip Efendimiz’in bulunduğu kuyudan su istediler. Sahâbe vermek istemedi, Efendimiz, yok dedi, verin dedi. Daha savaş başlamamıştı. Bir gün vardı.

Yine bir gün kendisinden, müşriklere lânet etmesi istendi. O ise:

“–Yok dedi, ben dedi rahmet peygamberiyim dedi. Ben lânetçi olarak gelmedim, âlemlere rahmet olarak geldim.” dedi. (Müslim, Fedâil, 126; Tirmizî, Deavât, 118)

İslâm’ı tebliğ için Tâif’e gittiği zaman, Tâif halkı kendisini taşlamışlardı. Allah Rasûlü geri dönmüş, derin kederler içinde yürürken Cenâb-ı Hak Cebrâil ile Dağlar Meleği’ni gönderdi. Melek:

“‒Ne istersen yapacağım dedi, yeter ki Sen emret yâ Rasûlâllah dedi. Şu iki dağı birbirine çarpayım, Tâiflilerin hepsinin başına geçireyim.” dedi.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Hayır dedi. Ben Cenâb-ı Hakk’ın onların neslinden sadece Allâh’a ibadet edecek, O’na hiçbir şeyi şirk koşmayacak kimseler çıkarmasını diliyorum.” dedi. (Buhârî, Bed’ü’l-halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)

Yine Efendimiz’in gönlü, affedicilikte muazzam bir derya misaliydi. Mekke Fethi’nde kendisine yirmi küsur sene zulmedenlere karşı af îlân etti. Tam kısas yapılacak zamandı. Hattâ kızı Zeyneb’i şehîd eden Hebbâr bin Esved geldi. Kızını şehid etmişti. “Lâ ilâhe illâllah Muhammedü’r-Rasûlullah” diye geldi. Efendimiz affetti ve sormadı bile niye böyle yaptın benim kızıma diye. (Vâkıdî, II, 857-858)

Ve sayılı İslâm düşmanlarının hepsi geldiler:

“–Ne var (bize)?” dediler. Rasûlullah Efendimiz:

“–Af var.” buyurdu.

“–Muhterem kardeş!” dediler. (İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa‘d, II, 142-143)

Tevâzuda zirveydi. Bir kişi geldi. Efendimiz’in karşısında titremeye başladı, mânevî heybetinden muhakkak ki.

“–Ey kardeşim sakin ol dedi. Ben bir kral ve hükümdar değilim dedi. (Annelerini kastederek) Kureyş’te Güneş’te kurutulmuş et yiyen bir kadının ben dedi yetimiyim.” dedi. (Bkz. İbn-i Mâce, Et’ime, 30; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, II, 64)

Efendimiz bütün mahlûkâta Hâlık’ın (şefkat) nazarıyla bakardı. Yanık bir karınca yuvası gördü, dehşete kapıldı:

“Allâh’ın verdiği cana kıymaya kimin hakkı olabilir dedi. Hangi vicdan yakabilir?” (Bkz. Ebû Dâvud, Cihad, 112)

Mekke Fethi’ne giderken yolda dişi bir köpek, yavrularını emziriyordu. “Öbür taraftan geçin!” buyurdu.

Deve üzerinde sohbet eden insanlar gördü. “Yerde sohbet etseniz olmaz mı dedi. Niye hayvanlara eziyet ediyorsunuz?” buyurdu. (Bkz. Ahmed, III, 439)

Zekât develerini teslim ederken:

“Bakın evinize götürün, toz toprak içinde hayvanı bırakmayın. Yıkayın. Sütü alırken de tırnaklarınızı ev halkı kessin, tırnaklarını memelerine batırmasın. Tamamen sütünü çekmesin, yavrularına da bıraksın.” (Bkz. Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)

Yine Hak dostları da hep aynı minvalde gidiyorlar. Meselâ Bayezid-i Bistâmî’nin önünde bir merkebi dövüyorlardı. Bayezid-i Bistâmî Hazretleri o kadar mahzun oldu ki -in’ikâs- baldırından kan akmaya başladı.

Hep Efendimiz’in ölçüleri…

Yine bir torbasında bir karınca gördü. Yemek yediler bir ağacın altında, yolda karıncayı gördü. Döndü, “vatan-cüdâ etmeyeyim” dedi. Karıncayı ağacın altına bıraktı.

Bir de bugün memleketinden tardedilen o Suriyelilere, şeylere bakın Arakanlılara…

İslâm nasıl bir medeniyet. Efendimiz’in şöyle bir, güzel bir şeyi vardır bize bir tembihâtı:

“Allâh’ı, nîmetleriyle perverde kıldığı için sevin…”

Hep Cenâb-ı Hakk’ın nîmetleriyle perverdeyiz. Yani nîmetlerini bir tefekkür etmek Cenâb-ı Hakk’ın. Onunla sevin.

“…Beni de Allâh’ı sevdiğiniz için sevin…”

Cenâb-ı Hak gönderiyor.

“…Ehl-i Beyt’imi de beni sevdiğiniz için sevin.” (Tirmizî, Menâkıb, 31/3789)

Onlar bir rahmet, bereket insanlarıydı.

Yine diğer bir husus:

Dünyadaki en mesut âile yuvası, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yuvasıydı. O yuvada dünyaya ait bir dünyalık yoktu. Huzur vardı, rûhâniyet vardı, rızâ vardı, dolu dolu saâdetler vardı.

Nitekim bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz’in hâne-i saâdetlerine gelmişti. Odanın içine şöyle bir göz attı. Her taraf bomboştu. Evin içinde hurma yaprağından örülmüş bir hasır vardı. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun üzerine yaslanmıştı. Kuru hasır, Rasûlullah Efendimiz’in mübârek teninde izler bırakmıştı. Bir köşede de bir ölçek kadar arpa unu vardı. Onun yanında çivide asılı eski bir su kırbası bulunuyordu. Hepsi bu kadar işte…

Hazret-i Ömer bunları görünce içini çekti bir “âh” dedi. Kendi kendini tutamadı, gözleri dolu dolu ağlamaya başladı. Efendimiz sordu:

“–Ömer, niye ağlıyorsun?” dedi.

O da:

“–Yâ Rasûlâllah! Ben niye ağlamayayım dedi. Kayserler, Kisrâlar, bütün o krallar nîmetler içinde yüzüyor, Sen ise Allâh’ın Rasûlü kuru bir hasırın üzerinde yaşıyorsun.” dedi.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Ömer dedi, dünya onların dedi, âhiret de senin, benim, bizim olmasını istemiyor musun?” dedi. (Bkz. Ahmed, II, 298; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebir, X, 162)

Demek ki bir müstağnî olabilmek. Rûhânî istidatlarımızı inkişâf ettirebilmek.

Yine buna benzer, Abdullah ibn-i Mes’ûd şöyle anlatıyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hasır üzerinde yatmış, uyumuştu. Uykudan uyandığı zaman hasır yan tarafında iz bırakmıştı. Biz de:

“–Yâ Rasûlâllah! Siz’in için bir döşek edinsek.” dedik. Bunun üzerine Efendimiz:

“–Benim dünya ile alâkam ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da orayı terk edip giden bir yolcu gibiyim.” (Tirmizî, Zühd, 44/2377; İbn-i Mâce, Zühd, 3)

Dâimâ Efendimiz:

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ إِلّٰا عَيْشُ الْآخِرَةِ

(“Yâ Rabbi! Esas hayat âhiret hayatıdır.” [Buhârî, Rikāk, 1]) buyururdu.

Varlıkta, zaferlerde taşmamak, şımarmamak.

Esas hayat âhiret hayatıdır.

Yoklukta da zaruretlerde de yine “âh, uh” dememek, yüksünmemek. Yine orada;

لَا عَيْشَ إِلّٰا عَيْشُ الْآخِرَةِ buyururdu.

Hendek’te çok sıkıntılar çekildi. Açlık, soğuk, vs… Orada da işte o sıkıntılarda:

“Esas hayat âhiret hayatıdır.” buyuruyordu. (Buhârî, Rikāk, 1)

Mekke’nin fethine girerken, büyük bir zafer, sakalı devenin sırtına değiyordu. Bir şey hâlinde giriyordu, bir şükran, bir teşekkür Cenâb-ı Hakk’a. Büyük bir zaferdi. Yine orada bir, etrafta bir taşkınlık olmaması, şımarma olmaması için;

لَا عَيْشَ إِلّٰا عَيْشُ الْآخِرَةِ buyurdu.

“Esas hayat âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Velhâsıl Rasûlullah Efendimiz’in yuvasında Hak rızâsı vardı, rûhâniyet vardı. Bunun getirdiği derin bir muhabbet vardı. Ve bu muhabbet bütün dünyevî istekleri bertaraf ediyordu. Aslâ ashâb-ı kirâmın yuvalarında bir lüks, gösteriş, kibir yoktu. Bencillik yoktu, fedakârlık vardı yuvalarda. Asr-ı saâdet yuvalarında cimrilik yoktu, cömertlik vardı, diğergâmlık vardı. İsraf yoktu, kanaat vardı.

Sahip olduğu yüksek merhameti Efendimiz “raûf ve rahîm”, açlığını unutturacak kadar geleni dağıtırdı.

Âişe Vâlidemiz buyuruyor ki:

“Rasûlullah’ın âile efrâdı, Medîne’ye geldiği günden vefat ettiği âna kadar üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)

Dilesek doyabilirdik. Fakat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- îsarda bulunuyordu. O’nun dağıtması, dağıtmadaki o şevk, heyecan, o merhametindeki, açlığını unutturuyordu.

Ebû Talha diyor:

“Geldim diyor, Ashâb-ı Suffe’ye baktım diyor. Rasûlullah Efendimiz’in diyor, midesi içine geçmiş, iki büklüm olmuştu diyor, Kur’ân tâlim ediyordu.” buyuruyor. (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)

Yine Efendimiz’in güzel tâlimatlarından bir hadîs-i şerîf:

“Hiçbir kimse midesinden daha tehlikeli bir kap doldurmamıştır. Hâlbuki insana kendisini ayakta tutacak birkaç lokma yeter. Mutlakâ çok yemesi gerekiyorsa (çok ibretli) mutlaka çok yemesi gerekiyorsa midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de nefese/havaya bıraksın.” (Tirmizî, Zühd, 47)

Yani oburluk, asr-ı saâdette tanınmayan bir hayat tarzıydı.

Efendimiz’in dâimâ yuvasında burcu burcu saâdet râyihaları/kokuları yayılırdı. Hiçbir erkek zevcesini, Allah Rasûlü’nün mübârek zevcelerini sevdiği gibi sevemez. Hiçbir hanım da beyini, Efendimiz’in hanımları tarafından sevildiği kadar sevemez. Hiçbir evlât babasını Fâtıma annemizin Hazret-i Peygamber’i sevdiği gibi sevemez. Hiçbir baba da evlâdını o şekilde sevemez.

Yani bizler de yuvalarımızda o saâdet hânesinin rûhâniyetinden ne ölçüde nasip alabilirsek -inşâallah- bizim hânelerimiz de o kadar mesut olur.

Onun için düğünlerimiz büyük bir rûhâniyetle başlamalı. İhtilâtlar olmamalı. Sohbetlerle, fakir-fukarâ, garip, zengin, fakir, hepsinin iştirakiyle, ellerimizle Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ederek, o şekilde düğünlerimize başlamalıyız ki Rasûlullah Efendimiz’in o mesut yuvasından bir in’ikâs olsun.

Yine Efendimiz’in ne güzel bir şeyi:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, zevc-zevce arasında herhangi bir ihtilâf mevzubahis olduğunda, münakaşaya mahal verilmemesini arzu ederdi. Derdi:

“Eşinizin bir kötü huyunu görüyorsanız, güzel huyunu düşünün.” (Bkz. Müslim, Radâ‘, 61) Ona göre hiddetinizi bertaraf edin.

Yine buyuruyor:

“Sizin en hayırlınız, âilelerine en güzel muâmelede bulunanınızdır.” (Tirmizî, Menâkıb, 63/3895; İbn-i Mâce, Nikâh, 50)

“Bir mü’min hanımına buğzetmesin. Onun bir huyunu beğenmezse bir başka huyunu beğenir.” (Müslim, Radâ‘, 61)

Bugün kadına şiddet diye bir şey çıkıyor. Hiç İslâm’da kadına bir şiddet var mı? Rasûlullah’ın tâlimatları nasıl? Hiçbir bizim büyüklerimizin, dedelerimizin, ninelerimizin, daha öteye gidelim, tâ asr-ı saâdete kadar, hiç âilelerinde bir kadına şiddet var mı?

Anne, en muhterem bir mevkide. Cennet onun ayakları altında. Bugün şiddet var esas. Yani İslâm dışı yerlerde şiddet var. İslâm, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in 23 senelik nebevî hayatı, terörle mücadele. İnsana olan terör kalktı. Kölelere olan terör kalktı. Hayvanlara olan terör kalktı. Nebâtâta olan terör kalktı.

Mühim bir hadîs-i şerîf var:

“Bana dünyanızdan sâliha kadın, namaz ve güzel koku sevdirildi. Namaz, gözümün nûru.” (Bkz. Nesâî, Işretü’n-Nisâ, 10)

Bu çok mühim bir hadîs-i şerîf. Sevdiren kim? Cenâb-ı Hak sevdiriyor. Neyi sevdiriyor? Sâliha hanımı sevdiriyor. Âileyi kuran hanım. Demek ki âilelerimizin, yavrularımızın, kızlarımızın sâliha hanım olmalarına dikkat etmemiz lâzım.

Bunun için nerede yetiştireceğiz? Kur’ân müesseselerinde. Zira Cenâb-ı Hak:

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ buyuruyor.

“Biz Kur’ân’ı şifâ ve rahmet olarak indirdik…” (el-İsrâ, 82) buyuruyor.

Fakat tutup da orada, saâdete değil de çıkmaz sokaklarda ararsak, o zaman olmaz. Arkamızdan kötü bir miras bırakmış oluruz evlâdımıza.

“Gözümün nûru namaz” buyuruyor. (Bkz. Nesâî, Işretü’n-Nisâ, 10)

Demek ki namaz cemaatle kılınacak. Efendimiz namazların cemaatle kılınmasını arzu ederdi. Câmilerimiz tenha kalmayacak. Dört duvar olarak kalmayacak. Cemaatle ihyâ olunacak.

Diğer bir husus tabi, güzel koku. İslâm bir nezâket, zarâfet istiyor. Mü’min dâimâ her şeyiyle güzel olacak. Hattâ yine âyet-i kerîmede buyruluyor:

“…Her secde edişinizde güzel elbiseler giyinin…” (el-A‘râf, 31) Bir huzûra çıkıyoruz.

Yine Efendimiz, yaşadığı asır, asr-ı saâdet eyledi. Nereden? Bu câhiliye toplumu içinden bir asr-ı saâdet çıktı. Bir “Fazîletler Medeniyeti” inşâ edildi.

O’nun terbiyesinde yetişen ashâb-ı kirâmda çok ayrı hususiyetler vardı. İnsan vücudunun bir damla sudan, kuşun ufacık bir yumurtadan, ağacın, meyvelerin yok denecek kadar küçücük çekirdekten meydana gelişleri ve emsalleri üzerinde derin derin tefekkürler başladı.

Güneş’i küçük bir aynada seyreder gibi Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenme gayeleri oldu. Riyâzat hâli yaşandı. Aşırı tüketim, oburluk, lüks, gösteriş, israf, sahâbe çevresinin ve toplumunun tanımadığı bir hayat tarzıydı. Yarın bu nefsin konağının mezar olacağı telâkkîsi gelişti.

Sahâbe nesli:

“Allah bizden ne ister, Rasûlullah bizi nasıl görmek ister?” düşüncesinin heyecanı içinde yaşadı. O sahâbe nesliyle çağlar ve zamanlar şekillendi. İnsanlığa bir asr-ı saâdet ikram edildi.

Muhtelif o yabancılardan da bir medhiyeler var. Fakat ben uzatmayayım sohbetimizi.

Velhâsıl bu, Efendimiz’i yine Cenâb-ı Hak ne kadar çok seviyor ki, ayrı bir misal, biz namazdayken birine selâm versek, “selâmun aleyküm” desek, “ve aleyküm selâm” desek, namazımız bozulur. Fakat namazdayken biz Tahiyyat okurken Efendimiz’e selâm gönderiyoruz.

Demek ki Cenâb-ı Hak namazda bile bize Efendimiz’i hatırlatıyor. Ondan sonra salevatlarda hatırlıyoruz.

Ne kadar seviyor ki onun mescidini diğer namazlara göre bin misli fazîleti olduğunu Cenâb-ı Hak lûtfediyor.

Yine bir kıssa:

Hâlid bin Velid, İslâm orduları kumandanı. Bir seriyyeye gitmişti. Bir yerden geçerken oranın aşiret reisi müslüman, Efendimiz’i görmemişti. Dedi ki:

“‒Hâlid dedi, bana dedi, sen dedi, Allah Rasûlü’nü gördün dedi. Bana bir anlatsana.” dedi.

“‒Anlatamam.” dedi.

“‒Niye?” dedi.

“‒Gücüm yetmez.” dedi.

“‒Yahu dedi, bildiğin kadar, senin görebildiğin kadar anlat.” dedi.

“‒Ben dedi, yalnız dedi, sana şunu söyleyeyim dedi. O’nu gönderen Cenâb-ı Hak olduğuna göre, var sen O’nun kadrini kıymetini düşün.” dedi. (Bkz. Münâvî, V, 92/6478; Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniyye Tercümesi, İstanbul 1984, s. 417)

Efendimiz’in gönlünde ne vardı? Bizim gönlümüzde ne var?

O’nun gönlünde hidâyet bekleyen insanlar vardı. Mü’min olmuş fakat takvâya erişmemiş kimseleri takvâya eriştirmenin endişe ve gayreti vardı. Hidâyete erdirmek için de Çin’e gönderiyordu, Semerkand’a gönderiyordu, Kayrevan’a gönderiyordu, Dünya’nın dört bir tarafına ashâb-ı kirâmı gönderiyordu, seferber ediyordu. Ashâb-ı kirâm da sevine sevine gidiyordu. Allah Rasûlü’nün gönlünde ben yer edeceğim, Allâh’ın ben rızâsını kazanacağım diye.

Ashâb-ı kirâmın zaaflarını tek tek hallederdi. Birisi gelirdi:

“‒Yâ Rasûlâllah! Benim için ne hayır vardır?” derdi. Meselâ sinirli, asabî biri:

“‒لَا تَغْضَبْ” buyururdu. “Gazaplanma.” Tekrar (sorsa), tekrar:

“‒لَا تَغْضَبْ”, tekrar “‒لَا تَغْضَبْ”.

Diğeri gelir:

“‒Benim için ne var? Benim için ne fazîletler var?”

“‒(Kendisine en iyi davranılması gereken,) annendir.” buyurdu.

Demek ki anneyi ihmal vardı onda. Tekrar (sordu) “yine annen, yine annen, dördüncüde babandır” buyurdu. (Bkz. Müslim, Birr, 2)

Velhâsıl başka bir delikanlı gelir, yanlış bir şey isterdi, kötü bir şey isterdi:

“‒Her şeyi yapayım, fakat bana (zina için) müsâade et.” derdi.

“‒Sen bunu annenin yapmasını ister misin? (derdi.) Bacının yapmasını ister misin, halanın, teyzenin yapmasını ister misin?”

“‒Yok yâ Rasûlâllah istemem, tevbe.” derdi. (Bkz. İbn-i Hanbel, V, 257)

Velhâsıl herkesin hâlet-i rûhiyesine göre zaaflarını terbiye ederdi.

Daima Allah için gayret vardı. Ahsen-i takvim bir karaktere, en yüce bir karaktere ümmetinin erişmesinin bir arzusu vardı. İncelik, şefkat, hissiyat, duygu derinliği, zarâfet ve letâfet vardı.

Kendisi “rahmeten li’l-âlemîn” idi. Ümmetinin de bir rahmet insanı olmasını istiyordu. Özellikle ümmetinin muzdaripleri, kimsesizleri, yaralıları, yoksulları vardı. Gözü yaşlı mâsumlar vardı, çâresizler vardı. Belâlar altında inleyen kanadı kırıklar vardı. Hepsinin derdi, Rasûlullah Efendimiz’in yüreğindeydi. Ve O’nunla da ashâb-ı kirâmın yüreğine ilkā edildi.

İşte o ashâb-ı kiramda lüks ve israf düşkünlüğü yoktu bugünkü gibi. Kanaat vardı, cömertlik vardı, Allah için infak vardı. İslâm’ın güzel yüzünü göstermek vardı. Hakkı tutup kaldırmak vardı. Zâlimlerin zulmüne engel olup mazlumlara imdâd etmek vardı. Sadece Cenâb-ı Hakk’a değişen şartlarda tevekkül vardı, teslîmiyet vardı. Cenâb-ı Hakk’ın korkusu ve sevgisi vardı. İrfan ve ihsan vardı.

İşte muhteşem bir fazîletler medeniyeti, böyle bir medeniyet de yok bugün maalesef. Yani o, bir devirdi öyle…

Tabi burada, oradaki mü’minler neden temizlendi? “Lâ ilâhe”; enâniyetten temizlendi, benlikten. Ben demedi, sen yâ Rabbi dedi. İntikam yoktu, affedicilik vardı. Kibir yoktu, tecessüs yoktu, israf yoktu, haksızlık, hırs, kibir, zulüm, tamah, yalan, kin, fitne, gıybet, bunlar kalpten silindi. Ne geldi kalplere? İlâhî muhabbet girdi, tevâzu, hakşinaslık, merhamet, cömertlik, adâlet, hizmet, hamiyyet, kanaat, el-emîn es-sâdık olabilmek, ihsan, insaf, vakar, hayâ, hüsn-i zan, affedicilik, sabır, ikram, ihlâs ve edep, illâ edep. Bunlar kalbe nakşoldu. İşte böyle bir fazîletler medeniyeti inşâ edildi.

Efendim bu velâdet kandili dolayısıyla bu ay Efendimiz’e yakınlığımızı gösterir.

İmam Kastalânî vardır, Buhârî şârihi. Bu, bir kıssa nakleder:

Abbas -radıyallâhu anh- amcası Efendimiz’in. Kâfir olan kardeşi Ebû Leheb’i rüyâda görür. Rüyada der ki:

“‒Ebû Leheb! Hâlin nasıl?” der. Tebbet yedâ Sûresi’nin indiği amcası.

“‒Cehennem’deyim der. Acıklı bir azap içindeyim der. Yalnız pazartesi günleri azâbım hafifliyor. Zira cariyem Süveybe; «Bugün bir yeğenin dünyaya geldi.» diye müjde verdi. Ben de sırf akrabalık asabiyeti sebebiyle sevindim. «Hürsün!» dedim ona.” Yani bir kişi arttık diye. Çünkü böyle bir akrabalık asabiyeti vardı. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 277; İbn-i Sa‘d, I, 108, 125)

Kıraat ve hadis âlimi İbnü’l-Cezerî diyor ki:

“Bir diyor Allah düşmanı diyor, Rasûlullah düşmanı, sırf akrabalık asabiyetiyle sevindiği için azabı hafifletiliyorsa, bir mü’min de Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olma sevinciyle Rebîulevvel ayında Efendimiz’e olan muhabbet sebebiyle ümmet-i Muhammed olmanın sevinciyle sadakalar verir, sohbetler eder, Kur’ân-ı Kerîm ve kasîdeler okutursa kim bilir nasıl bir ecre nâil olur?

Öyleyse mü’minler bu ayda bol bol mânevî sohbetler yapıp feyizlerini tazelemeli. Efendimiz’e olan muhabbeti tazelemeli. Bu mübârek ayın rûhâniyetinden istifâde edebilmek için Fahr-i Kâinât Efendimiz’in aşkını gönüllere sofralarını açarak ümmetlere ziyafet vermeli. Fakir, garip, yetim, çaresiz kimselere her türlü iyiliği yaparak mahzun gönülleri, yorgun gönülleri irşâd etmeli. Onları sadakalarla sevindirmeli. Ve Kur’ân okumalı ve Kur’ân-ı Kerîm’i okutmalı.”

Sadece bir şey soruluyor çok:

Bu, mâlum, (Mevlid Kandili) çarşambayı perşembeye bağlayan gece oluyor. Oruç tutalım mı tutmayalım mı diye soruluyor. Burada iki tane görüş var. Burada oruç tutmak, Peygamber Efendimiz’in bizzat kendi doğduğu güne bir îtibârı var. Ben diyor, pazartesi günü doğduğum için oruç tutuyorum diyor. Pazartesi günü oruç tutmanın bir sebebi, pazartesi kendisinin doğduğu gün olarak, bugün dünyaya geldim buyurmuşlardı. Yani bunun bir şükrânesi olarak oruç tuttuğunu ifade ediyor. (Bkz. Müslim, Sıyâm, 198)

Dolayısıyla bir mü’min, ümmet-i Muhammed’den olmanın şükrânesi olarak oruç tutabilir. Bu, güzel bir davranıştır.

İkinci görüş:

Efendimiz’in cihânı teşrîfi bir bayram yani bir sevinç günü telâkkî edilir. Bunun için nasıl bayramda oruç tutulmazsa Mevlid Kandili günü oruç tutulmaz, bunun yerine hayır-hasenatta bulunulur. Efendimiz’e ümmet olmanın sevinciyle fakir-fukarâ sevindirilir.

Bu iki niyet de var. Tutulsa da güzel, tutulmasa yine O’na ümmet olmanın sevinciyle sadaka vermek, o da güzel. Yani tutulsa da tutulmasa da ikisi de güzel. Fakat mühim olan, o günün bir rûhâniyetini yaşamak ve tatmak.

اِنَّمَا الْاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ

(“Ameller, niyetlere göredir…” [Buhârî, Îmân, 41; Müslim, İmâre, 155])

Demek ki kardeşler, biz Velâdet Kandili’nde Efendimiz’e muhabbetimizi sorgulamalıyız. Ve muhabbeti artırmaya gayret etmeliyiz.

Bir insan sevdiğini unutmaz. Her fırsatta onu yâd eder. Bir kimse, çok büyük bir iyiliğini gördüğü bir kimseyi ömür boyu kalbinde taşır. Ki bundan büyük bize de bir iyilik olamaz. Ebedî hayatımız O’nun irşâdına muhtaç.

Ebû Bekir Efendimiz, O’na kavuşmanın derdindeydi.

“‒Kızım Âişe bugün ne gündür?” dedi.

“‒Baba, pazartesi.” dedi.

“‒Aman kızım dedi, ne olursun dedi, beni hemen vefat eder etmez hemen Allah Rasûlü’nün yanına götür.” dedi. (Bkz. Ahmed, I, 8)

Abdullah bin Zeyd. Oğlu gelip:

“‒Baba dedi, bugün Rasûlullah Efendimiz intikal etti.” deyince elini kaldırdı:

“‒Yâ Rabbi! Al bu gözleri dedi. Artık bu gözler O’ndan başka bir şey görmesin artık dedi. O’ndan sonra bu gözlerin göreceği bir şey yok!” dedi. (Bkz. Kurtubî, el-Câmî, Beyrut 1985, V, 271)

 Seyyid Ahmed-i Yesevî Hazretleri 63 yaşına girdiği zaman, mahzen gibi bir yerden on sene irşâdına devam etti.

İmam Nevevî Hazretleri; “karpuzu Allah Rasûlü böyle mi keser, böyle mi keser, böyle mi”yi (hadislerde) görmediği için karpuz yemedi. Tabi bunları biz yapsak olmaz. Demek kalp o seviyeye çıkacak ki öyle olacak.

Sakal-ı şerîfi ashâb-ı kirâm kapışıyordu.

Yine Efendimiz’in Kasvâ denilen bir devesi vardı. Şifâ-i Şerîf’te Kadı İyaz Hazretleri buyuruyor:

Bu diyor, deve diyor, Allah Rasûlü vefât ettikten sonra yemedi, içmedi, kendisini çöllere attı diyor. O şekilde öldü gitti diyor, bir deve, bir hayvan, onun aşkı…

Yine bu, Efendimiz’in en çok üzerinde durduğu seherlerdi. Efendimiz’i ne kadar seviyoruz? Seherleri ona göre ihyâ etmemiz îcâb eder. Efendimiz zaman zaman çıkıp dolaşırdı seherlerde ümmetim nasıl diye. Bilhassa namaz farz olduktan sonra seherler ihyâ ediliyor mu, edilmiyor mu tereddüde girdi. Dolaştı, her şeyden vird sesleri geliyor, Kur’ân sesleri geliyordu, tesbihat geliyordu. Sevinerek hâne-i saâdetlerine döndü.

Cenâb-ı Hak:

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ

(“…Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17]) buyuruyor.

سَاجِدًا وَقَائِمًا

(“…(Geceleyin) secde ederek ve kıyamda durarak…” [ez-Zümer, 9]) buyuruyor.

سُجَّدًا وَقِيَامًا

(“…Secde ederek ve kıyamda durarak…” [el-Furkân, 64]) buyuruyor.

Çok âyet-i kerîme var. Cenâb-ı Hak bizleri dâvet ediyor.

Velhâsıl bu, son sözümüz olarak Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bizim en büyük gönül servetimiz. En büyük lûtuf Cenâb-ı Hak’tan, en büyük devlet. Bütün dünya nîmetleri bizim olsa, Süleyman -aleyhisselâm- kadar varlıklı olsak, Allâh’ın Rasûlü’nü tanımamış olsaydık bunun ne kıymeti olurdu. Zira bu dünyamızdaki ömrümüz de dünya da fânîliğe mahkûm. Hep kabir taşlarında “Hüve’l-Bâkî” yazar. Her şey fânî!..

Fakat Rasûlullah Efendimiz’i tanıyıp O’na cân u gönülden tâbî olmanın getireceği huzur ve saâdet sonsuz…