O’NUN MUHTEŞEM AHLÂKI -17- (O’nun Kurdugu Medeniyet)

Ebedî Fecre

Yıl: 2016 Ay: Aralık Sayı: 142

EN KUVVETLİ ZEMİN

Cenâb-ı Hak, Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e kırk sene yüksek ahlâkı tahsil ettirdi. Efendimiz de, ilâhî terbiye ve sıyânet altında muhteşem bir ahlâk yaşadı ve sergiledi. Kırkıncı sene, o yüksek ahlâkın üzerine;

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) emriyle akāid inşâ edildi. Îman ve tevhid inşâsı başladı. Zeminde muhteşem bir ahlâk; onun üzerine tavizsiz, sapasağlam ve müstakîm bir îtikad…

Akāidin sağlam bir şekilde yaşanması, dînin en zor hakikatidir. Tevhidi tavizsiz bir şekilde yaşamak ve korumak, dinde en mühim ve en zor meseledir.

Rasûlullah Efendimiz Mekke’de 13 sene boyunca, ashâbını akāid ve tevhid üzere yetiştirdi. Bu meşakkatlerle dolu yıllarda; alay, hakaret, işkence, zulüm, açlık ve muhasara gibi nice imtihanlarla îmanları test edildi.

Ancak kalpteki îmânın bütün bu imtihanlara göğüs gerecek bir kıvâma ulaşmasından sonra hicret gerçekleşti. Medîne-i Münevvere’de ibâdet ve ahkâm da bu kuvvetli zemin üzerine inşâ edildi.

Muhâcirlerin kalbinde îman o kadar kuvvetlenmişti ki, Bedir Harbi’ne kadar yapılan seriyyelere katılanlar tamamen onlardandı. Ensar henüz o kıvamda değildi. Nitekim Bedir’e doğru gidilirken Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- ensardan üç kere bey‘at aldı. Onların kuvve-i mâneviyesini takviye etti.

Bu bey‘at ve istişâreler içinde muhâcirlerden Mikdâd bin Esved -radıyallâhu anh-; bütün ashâbı cihâda teşvik etmek için ayağa kalkarak şu konuşmayı yaptı:

TAM TESLÎMİYET

“–Yâ Rasûlâllah! Ne ile emrolunduysan onu yap, biz Sen’inle beraberiz. Allâh’a yemin ederim ki, biz Sana İsrâiloğulları’nın Musa -aleyhisselâm-’a dediği gibi demeyiz. Onlar Hazret-i Musa’ya;

“…Sen ve Rabbin gidin savaşın. Biz burada oturacağız.” (el-Mâide, 24) demişlerdi.

Sen’i hak peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki, şayet Sen bizi (çok uzak bir mevki olan) Birkü’l-Gımâd’a kadar yürütsen, Sen’inle birlikte olduktan sonra daha fazla güçlüğe bile katlanırız. Sen’in sağında, solunda, önünde ve ardında düşman ile sonuna kadar çarpışmaya her an hazırız!..” (Buhârî, Meğâzî, 4, Tefsîr, 5/4; Vâkıdî, I, 48)

Hazret-i Mikdâd’ın bu girizgâhının ardından ensardan Sa‘d bin Muâz -radıyallâhu anh- da ayağa kalktı ve şöyle dedi:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bizler Sana inandık, Sen’i tasdîk ettik. Getirdiğin Kur’ân ve Sünnet’in hak olduğuna şahâdet ettik. Bu yolda her sözünü dinlemek ve itaat etmek üzere Sana kesin söz de verdik!

Yâ Rasûlâllah! Nasıl dilersen öyle yap! Sen’i hak peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki, Sen bize şu denizi gösterip içine dalsan, Sen’inle birlikte biz de dalarız, içimizden hiç kimse de geri kalmaz! Sen’in, yarın bizi düşmanımızla karşı karşıya getirmenden de hoşnutsuzluk duymayız. Savaşta sabır ve sebat göstermek; düşmanla karşılaşınca da sadâkatten ayrılmamak, bizim şiârımızdır. Umulur ki Allah, Sana bizden, gözünü aydın edecek şeyler gösterecektir! Haydi yâ Rasûlâllah, bizi Allâh’ın bereketine doğru yürüt!”

Bu sadâkat ve teslîmiyet dolu sözler üzerine Allah Rasûlü’nün mübârek sîmâları tebessümle doldu, hayır duâ etti ve zaferle müjdeledi. (Müslim, Cihâd, 83; Vâkıdî, I, 48-49; İbn-i Hişâm, II, 253-254)

Akāidin muhkem hâle gelmesinin ehemmiyetini, Cenâb-ı -Hak, Kur’ân-ı Kerim’de Hazret-i Musa’ya îmân eden sihirbazların kıssasıyla gösterdi. Onlar îmanları sebebiyle firavun tarafından hunharca katledilmekle tehdit edilmiş, en ufak bir taviz göstermeden metânetle şehâdete yürümüşlerdi.

Kavmine hakkı ve hakikati ifade ettiği için katledilen ve şehâdete seve seve yürüyen Habîb-i Neccâr da tevhidi muhafazanın Kur’ânî bir misâli oldu.

Îmanları uğruna ateşlere atılan Ashâb-ı Uhdûd da ashâb-ı kirâma ve bize misal oldu.

İşte muhâcirler de 13 yıl bu mücadeleyi yaşadılar. Nice zulümlere bu îmanla tahammül ettiler. Onların istinâd ettiği en büyük kuvve-i mâneviye, onları gece-gündüz nurlandıran Allah Rasûlü’nün muhteşem ahlâkı ve dâvâsına olan muazzam îmânı idi.

PARIL PARIL NUR SAÇAN KANDİL

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

Cenâb-ı Hak güneş hakkında;

وَجَعَلْنَا سِرَاجًا وَهَّاجًا

(Orada) PARIL PARIL YANAN BİR KANDİL yarattık.” (en-Nebe’, 13) buyuruyor. Ay hakkında da;

تَبَارَكَ الَّذ۪ي جَعَلَ فِي السَّمَٓاءِ بُرُوجًا وَجَعَلَ ف۪يهَا سِرَاجًا وَقَمَرًا مُن۪يرًا

“Gökte burçları var eden, onların içinde bir çerağ (güneş) ve NURLU BİR AY barındıran Allah, yüceler yücesidir.” (el-Furkān, 61)

Peygamber Efendimiz hakkında ise, hem ay hem güneşin sıfatlarını birleştirerek şöyle buyurmakta:

يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذ۪يرًاۙ

وَدَاعِيًا اِلَى اللّٰهِ بِاِذْنِه۪ وَسِرَاجًا مُن۪يرًا

“Ey Peygamber! Biz Sen’i hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Allâh’ın izniyle, bir davetçi ve NURLAR SAÇAN BİR KANDİL olarak (gönderdik).” (el-Ahzâb, 46)

Demek ki ay geceyi, güneş de gündüzü aydınlattığı gibi, Rasûlullah Efendimiz, ashâbının ve ümmetinin gecesini ve gündüzünü aydınlatan; müstesnâ bir kandil, bir muazzam hidâyet güneşi ve nurlar saçan mükemmel bir bedir olarak vasfedilmekte. Böylece;

وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ

“(Rasûlüm!) Biz Sen’i âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107) buyurulduğu üzere, gönderildiği on sekiz bin âleme; insana, mahlûkāta ve cümle âlemlere, en kuytu yerlere dahî, kıyâmete kadar rahmet saçıyor.

Ashâb-ı kiram gecesini ve gündüzünü Fahr-i Kâinât Efendimiz’in nûruyla nurlandırmıştı. Efendimiz’in;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) müjde ve işaretiyle, dâimâ her hâllerinde O’na benzeme ve bu cihanda olduğu gibi âhirette de O’nun ashâbı olma azim ve iştiyakıyla gayret ettiler.

Her hâllerinde, gecelerinde, gündüzlerinde, her adımlarında ve her nefeslerinde O’nu yaşadılar, yaşattılar. Hayatın en lezzetli ve zevkli anları O’nunla beraber olmak, O’nunla beraber yaşamaktı.

Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; her vesile ile duâ ederdi. Ashâb-ı kiram da bu duâları öğrenmeye, duymaya ve tatbik etmeye büyük bir gayret gösterirdi.

O’nun her anki duâsı;

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ إِلَّا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

“Allâh’ım! Esas hayat, ancak âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1) ifadesi idi. Dâimâ bu hakikati hem kendisi hatırlar hem de ashâbına hatırlatırdı. Tek endişesi, an dahî olsa âhireti unutmamaktı. O’nun ömrü;

DUÂ HÂLİNDE BİR ÖMÜR

Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- uykudan uyandıklarında hemen Allah Teâlâ’yı zikreder ve O’na şükrederlerdi. Şöyle duâ ederlerdi:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ى اَحْيَانَا بَعْدَ مَا اَمَاتَنَا وَاِلَيْهِ النُّشُورُ

“Öldürdükten sonra bizi dirilten Allâh’a hamd olsun. Dönüş ancak O’nadır.” (Buhârî, Deavât, 8)

Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz şöyle demiştir:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- gözünü semâya kaldırıp şu şekilde duâ etmeden hiç evimden çıkmazdı:

اَللّٰهُمَّ اِنّ۪ى اَعُوذُ بِكَ اَنْ اَضِلَّ اَوْ اُضَلَّ اَوْ اَزِلَّ اَوْ اُزَلَّ

 اَوْ اَظْلِمَ اَوْ اُظْلَمَ اَوْ اَجْهَلَ اَوْ يُجْهَلَ عَلَىَّ

“Allâh’ım! Sapmaktan, saptırılmaktan, kaymaktan, kaydırılmaktan, haksızlık yapmaktan, haksızlığa uğramaktan, câhilce davranmaktan ve câhillerin davranışlarına muhatap olmaktan Sana sığınırım.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 102-103/5094; Tirmizî, Deavât, 35)

Yine evden çıkarken şu duâyı yapmayı tavsiye buyurmuştu:

 بِسْمِ اللّٰهِ ؛ حَسْبِيَ اللّٰهُ ؛ تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّٰهِ ؛ لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللّٰهِ

“Allâh’ın adıyla, (Allah bana yeter!) Allâh’a tevekkül ettim. Allah’tan başka güç ve kuvvet yoktur.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 102-103; Taberânî, Kebîr, XXII, 396)

Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in bildirdiğine göre Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-, her ânında Allah Teâlâ’yı duâ hâlinde zikrederdi:

  • Abdest alırken,
  • Ezan okunurken,
  • Camiye girerken,
  • Camiden çıkarken,
  • Namaza başlarken,
  • Namazı bitirince,
  • Yemeğe başlarken,
  • Yemeği bitirince,
  • Bir şey içerken,
  • Elbise giyerken,
  • Otururken,
  • Kalkarken,
  • Binite binerken,
  • Çarşıya girerken,
  • Sefere çıkarken,
  • Seferden dönerken,
  • Eve girerken,
  • Evden çıkarken
  • Yatarken,
  • Uyandığında,
  • Üzüldüğünde,
  • Sevindiğinde,
  • Zor bir işle karşılaştığında,
  • Bir işte muvaffak olduğunda,
  • Hasta olduğunda,
  • Şifâya kavuştuğunda,
  • Aksırdığında,
  • Düşmanla karşılaştığında,
  • Ölüm haberi duyduğunda,
  • Kabristana vardığında…

Velhâsıl her ânında ve her adımında Cenâb-ı Hak ile beraber olur, O’na hamd ü senâda bulunur, O’nu zikreder, O’na sığınır veya O’na şükrederdi. Her ânını Allah Teâlâ ile beraber yaşar, O’nu hiç unutmazdı. Allah Rasûlü’nün her hareketinde mutlaka zikir ve duâ ile meşgul olduğunu, her an Cenâb-ı Hakk’ı görüyor, O’nunla konuşuyormuş gibi yaşadığını;

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْۜ

“Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.” (el-Hadîd, 4) âyetini yaşadığını temâşâ ederiz.

Duâ, Rabbi katında kulun kıymetini artırır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

(Ey Peygamber, onlara) söyle:

Kulluk ve duâlarınız olmasa Rabbim size ne diye değer versin? (Duânız olmasa ne işe yararsınız?) …” (el-Furkān, 77)

Bu sebeple Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, dâimâ ümmetine duâ hâlinde yaşayabilmeyi telkin etti. Ashâb-ı kiram da, kalp kıvâmına göre Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenme, her anlarını duâ ve ibâdet ile kıymetlendirme gayreti içindeydi.

Bir misal:

ÎMÂNIN İSPATI!

Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir gün ashâbından Hârise’ye;

“–Ey Hârise, nasıl sabahladın?” diye sordu.

Hârise -radıyallâhu anh-;

“–Hakikî bir mü’min olarak!” cevabını verdi.

Bu defa Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-;

“–Ey Hârise! Her hâl ve hakikatin bir ispatı vardır. Senin îmânının hakikatinin ispatı nedir?” buyurdu.

Hârise -radıyallâhu anh-;

“–Yâ Rasûlâllah! Dünyadan el-etek çekince, gündüzlerim susuz, gecelerim uykusuz hâle geldi. Rabbimin Arş’ını açıkça görür gibi oldum. Birbirlerini ziyaret eden cennet ehli ile yekdiğerine düşman kesilen cehennem ehlini görür gibiyim.” dedi.

Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-;

“–Tamam yâ Hârise! Bu hâlini muhafaza et! Sen Allâh’ın, kalbini nurlandırdığı bir kimsesin.” buyurdu. (Heysemî, Mecmau‘z-Zevâid, I, 57)

Demek ki;

Bu ve benzeri hâller, muhafaza edilmezse kaybolur. Mânevî terakkîde, nâil olunan derece; dünyada kazanılan mevki ve dereceler gibi bir müktesep hak değildir. Kıvam kaybedilirse, ziyan başlar. Kıymetli olan temkin ve istikamettir.

Yine bu kıssadan öğreniyoruz ki;

Kalp nurlanınca, hissiyat değişmekte…

Geceleri, seher vakitlerini ihyâ kolaylaşmakta; çünkü «zikrullâh»ın lezzeti, uykuya galip gelmekte.

Gündüzleri oruç ve kıllet-i taâm müyesser olmakta. Çünkü, her an Cenâb-ı Hakk’ı tefekkür hâlindeki bir kalbin duygularında, yeme-içme arzuları çok gerilere düşmekte.

Kalpte itmi’nân gerçekleşince yaraların acısı hissedilmemekte, zorluklar kolaylaşmakta:

KAÇIRIR MIYIZ?!.

Uhud Harbi’nde Abdullah bin Sehl ile kardeşi Râfî -radiyallâhu anhümâ-, Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte savaşmışlar ve yaralı olarak Medine’ye dönmüşlerdi. Allah Rasûlü, düşmanı takip için müslümanları yeniden bir araya toplanmaya çağırdı. Bunu işiten iki kardeş;

“–Vallâhi bir binitimiz yok, yaramız da ağır. Fakat Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bulunduğu bir seferi de kaçırmak istemeyiz.” diyerek hemen yola çıktılar.

Yarası diğerine göre hafif olan, ağır yaralı olanın kâh yürümesine yardım etti, kâh onu sırtında taşıdı. Böylece, Âlemlerin Efendisi’nden ayrılmamış oldular. (İbn-i Hişâm, III, 53)

Kalp, itmi’nâna ermişse, mazeretler buharlaştı. Yaralar derman buldu. Acılar dindi. Yollar kısaldı. Sıcaklar serinledi. Çünkü kalplerinde hiçbir fizikî acı, O’ndan ayrı düşmenin acısı kadar ağır değildi. O’nunla beraber olduktan sonra, O tebessüm ettikten sonra; çileler güllere, zahmetler rahmete inkılâb etmekte idi.

Bedir’de esirler alınmıştı. İslâm ahlâkı, esirlere en güzel şekilde sergilendi. Efendimiz; esirlere insanca muamele etmenin üzerinde o kadar durdu ki, zaten çok az sayıda bineğe sahip olan Bedir ashâbı, zaman zaman bineklere esirleri bindirdiler, kendileri o çöl sıcağında o uzun mesafeyi yaya olarak yürüdüler. Bu fazîletli muamele neticesinde, o esirlerin birçoğu müteâkip senelerde suhûletle İslâm’a girdi.

İnsanlık tarihini, medeniyetleri, milletlerin birbirleriyle savaşlarını, zulüm ve yıkımları tetkik eden birçok mütefekkir; bedbinleşmiş, insanın tabiatının kötü, bencil ve zalim olduğu, dolayısıyla, onun ortaya koyacağı her şeyin kötülüğe sebebiyet vereceği gibi bedbin (kötümser-karamsar) fikirler kaleme almışlardır.

Hâlbuki İslâm medeniyetinde, insaniyetin zirvesi defalarca sergilenmiştir.

Allah Rasûlü’nün emrine ittibâ için, esirlerine böyle davranan mü’minler; din kardeşleri için çok daha büyük fedâkârlıklar yaptılar. Öyle ki yeri geldi, muhtaç bir kardeşi için ânında bir ömürlük hayallerinden vazgeçtiler. Şu kıssa bunun ne kadar rakik bir misâlidir:

ALLÂH’IM NİYETİMİ KABUL EYLE!

«Tezkiretü’l-Evliyâ»da nakledildiğine göre;

Tâbiînden âlim, fâzıl, muhaddis ve sûfî bir zât olan Abdullah bin Mübârek, haccı îfâ ettikten sonra Mekke’de Harem’de uyku ile uyanıklık arasında iken semâdan iki melek gelir. Biri diğerine;

“–Bu sene 600 bin kişi haccetti. Hepsinin haccı, Şam’da Ali bin Muvaffak ismindeki bir ayakkabı tamircisinin yaptığı amelin hürmetine makbul oldu. Bu kişi hacca gitmeye niyet etti, lâkin gidemedi. Onun yaptığı bir amel hürmetine bu kadar hacıların haccı kabul edildi.” der.

Abdullah bin Mübârek -rahmetullâhi aleyh-, merak ve hayret içinde kalır. Hemen Şam kervanı ile Şam’ın yolunu tutar. O zâtı bulup sorar:

“–Sen hacca gitmediğin hâlde ne amel işledin?”

Ali bin Muvaffak, Abdullah bin Mübârek gibi meşhur bir zâtı karşısında görünce önce çok şaşırır. Heyecanından bayılır. Kendisine geldiğinde ise şöyle anlatır:

“–Otuz sene hacca gitmeyi arzu eder dururdum. Eskicilikten 300 dirhem para biriktirdim. Hac yolculuğuna niyet ettim. Hamile karım;

«–Komşudan et kokusu geliyor; bana bir parça et ister misin?» dedi.

Komşuma gittim. Durumu anlattım. Komşum ağlayarak hâlini arz etti:

«–Yedi gün oldu ki, çocuklarım açtır. Yolda ölü bir hayvan buldum. Ondan bir parça kestim. Şimdi onu kaynatıp onları avutuyorum. Helâl bir gıda bulamaz isem, mecburen onu yedireceğim. İsterseniz vereyim, fakat bu kaynayan et, çocuklarıma ölümle burun buruna geldikleri için helâl, size ise haramdır.»”

Ali bin Muvaffak devamla;

“–Bunu duyunca, sanki içimden bir parça koptu. Bin bir zorlukla biriktirdiğim bu 300 dirhemi ona verdim;

«Yâ Rabbî, niyetimi kabul et!..» diye Rabbime ilticâ ettim.” dedi.

Bunun üzerine Abdullah bin Mübârek -rahmetullâhi aleyh-;

“–Rabbim, bana rüyada doğruyu bildirmiş!” dedi.

Nitekim;

Hazret-i Mevlânâ; kalbî rikkat, incelik, zarâfet ve Cenâb-ı Hak’la beraber olmak hâli ile hâllenmeyi şu şekilde ifade eder:

“Hacca gidenler, Kâbe’nin Rabbi ile buluşmaya gayret etsinler. Bunda muvaffak olurlar ise onlar için her yer Kâbe’deki nasiplerle dolu olur.”

 “Öyle bir gönül ara, öyle bir gönül bul ki, senin o gönle girişin ve o gönlü kazanışın senin için bir hacc-ı ekber olsun!”

 İşte Ali bin Muvaffak’ın muvaffak olduğu mânevî tekâmül ve basîret buydu.

Zaten;

Allâh’ın velî kullarının en başta gelen fârik vasıfları; Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân sıfatından nasîb almaları, yani rahmet ve merhametle dolu olmalarıdır.

MERHAMET ve HİZMET

Merhamet; müslümanın kimliği, kartviziti mesâbesindedir. Kalbi merhamet dolu olan insan, hizmet ehli olur. Güneş aydınlatmaya ve ısıtmaya yaratılışından beri kesintisiz devam ettiği gibi, hizmet etmesi de mü’minin ayrılmaz bir fârikası, hususiyetidir.

Büyük Hak dostlarından Şâh-ı Nakşibend Hazretleri; hizmet ile katettiği mânevî merhaleleri şöyle anlatır:

“…Üstâdım (Emir Külâl Hazretleri) bana;

«–Kalplere dikkat et! Düşkünleri, zayıfları ve gönlü kırıkları gözeterek onlara hizmet et! Halkın küçük gördüğü ve iltifat etmediği kişilere sen iltifat et ve onlara karşı tevâzû ve mahviyet göster!» tavsiyesinde bulundu. Ben de üstâdımın işaret ettiği üzere bir müddet bu hizmetlerle meşgul oldum.

Sonra, tekrar o aziz dost bana buyurdu ki:

«–Hayvanların bakımını da tevâzû ve îtinâ ile yerine getir. Zira hayvanlar da Allah Teâlâ’nın mahlûkudur. (Onlardaki tecellîleri müşâhede et! Onlara Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakmaya gayret et!) Hasta ve yaralı olanların tedâvisiyle meşgul ol!»

Bu emir üzerine hayvanların hizmetlerini görmeyi kendime vazife edindim. Bir müddet bu şekilde devam ettim. Şayet yolda önüme bir hayvan çıksa durur, o hayvan geçip gidene kadar öylece kalır, önüne geçmezdim. Yedi sene bu minval üzere günlerim geçti.

Tekrar o aziz dost bana şöyle buyurdu:

«–Bu mübârek dergâhın köpekleri ile de samimiyetle meşgul ol ve aralarından sana saâdet ufuklarının açılmasına vesîle olacak birini ara!»

Ben üstâdımın işaretleriyle bu hizmeti de ganimet bildim ve ona sıkıca sarıldım. Bir gece bir köpeğe rastladım. Beni çok farklı bir hâl kapladı. Onun yanında Allâh’a niyaz ve tazarrûda bulundum. Hüngür hüngür ağlamaya başladım. Ben bu hâldeyken o hayvancağız, arkasını yere koyarak yüzünü semâya doğru çevirdi, ön ayaklarını yukarı kaldırdı ve hazin hazin inlemeye başladı. Ben de ellerimi kaldırdım, kırık bir kalp ile niyâz edip; «Âmîn!» diyordum. Bu vaziyet, onun susup normal hâline dönmesine kadar devam etti…

Yine aziz üstâdım bana şöyle dedi:

«–Yol ve geçitlerin bakımı ile meşgul ol! Eğer yol üzerinde insanların hoşlanmayacağı bir şey görürsen onu kaldırıp temizle ki oradan geçenlere bir zarar gelmesin!»

Bundan sonra o hizmetle meşgul olmaya başladım. Öyle ki, bahsettiğim bu yedi sene zarfında üstüm başım hep toz toprak içinde olurdu. O Allah dostunun bana emrettiği her ameli, büyük bir sadâkatle yerine getirdim. O amellerden her birinin kendi ahvâlim üzerindeki neticelerini de müşâhede ettim.”

Diğer taraftan; «evliyâullâh»ın bir vasfı da merhametin getirdiği «tevâzû»dur.

HİZMET ve TEVÂZU

Hüdâyî Hazretleri; kadılık makamının yüksekliğinin kendisine zarar vereceğinden, enâniyet ve kibir ihtimalinin rûhâniyetini zedeleyeceğinden endişe ederek; sırtında kaftanı ile çarşılarda ciğer satmış ve dergâhta tuvalet temizlemiştir.

Yûnus Emre Hazretleri ise; dergâha alınmadan evvel, dergâhın eşiğinde imtihandan geçirilmiştir. O, herkesin ayak bastığı eşiğe başını koymuş, böylece tevâzû testinde gösterdiği muvaffakiyetten sonra dergâhın şeyhi Taptuk Emre Hazretleri, onu eşikten kaldırmış ve dergâha kabul etmiştir.

Yûnus Hazretleri de bu yolun ehemmiyetini idrâk etmiş, o günden sonra dergâha odun taşımıştır. Edebinden dolayı;

“Bu mübârek kapıdan eğri odun bile girmemelidir.” diyerek, cetvel gibi dümdüz odunlar bulup getirmiştir.

Böylece;

Nâdanların meclisinde istihfâf edilen eşik, Hak dostları nezdinde değer kazanmış, «ibâdullâh»a tevâzû ve «ehlullâh»a hizmetin işareti olarak ulvî bir makam olmuştur. Nâbî, Peygamber Efendimiz’in eşiğinin şerefini şöyle ifade etmiştir:

Murâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha,

Metâf-ı kudsiyandır bûsegâh-ı enbiyâdır bu!..

“Bu (ziyaret ettiğin Ravza-i Mutahhara, Cebrâil gibi) kutsî varlıkların pervâne olduğu ve enbiyâların eşiğini öptüğü bir makamdır!.. Bu sebeple bu dergâha edebe riâyet etmek şartıyla gir!”

 Yine Mevlânâ der ki:

“Kılıç, boynu olan kişinin boynunu keser. Gölge ise yerlere serilmiştir. Boynu ve bedeni olmadığı için onun yaralanması ve kesilmesi yoktur. Sen de bir gölge gibi ol ki kılıç seni kesemesin!”

 Yani;

Celâl sahibi Allah; gurur ve kibir gösteren kişilere, dünyada ağır iptilâlarla mukabelede bulunur, âhirette ise onları cehenneme atar. Tevâzû ve mahviyet gösteren ise, bunlardan âzâd olmuş olur. Nâbî ne güzel söylemiştir:

Kibriyâ vü azamet Hakk’a yarar

Kul olanda bu sıfatlar ne arar?!.

Kıssalar dâimâ fedâkârlık göstermek, bir bedel ödemek husûsunda birleşmekte. Zaten duyguların değişmesinde en bâriz bir tezâhür de hırsta meydana geliyordu. Mânevî terbiye sayesinde dünyevî ihtiraslar bertarâf ediliyor, yerini ukbâ lezzeti alıyordu.

Bunun müslümanların umûmî meselelerine de büyük faydası olmaktaydı.

Çünkü dünya tarihinde nice harpler makam-mevki ihtirası yüzünden yapılmıştır.

FERÂGAT AHLÂKI

Fakat Fahr-i Kâinât Efendimiz’in torunu Hazret-i Hasan; halîfeliği altı ay îfâ ettikten sonra, ümmetin bölünüp parçalanmaması için Muâviye’ye devretmiştir. Böylece mü’minler arasındaki siyâsî çekişmelerin önüne geçmiş ve kan dökülmesine mâni olmuştur.

Devrimizde müslümanlar arasında düşman tahriki ve desîseleriyle körüklenen tefrika hâli, İslâm coğrafyasının kan gölüne dönmesine sebep olmuştur. Âkif’in dediği gibi;

Girmeden tefrika bir millete düşman giremez,

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.

Kuzey Afrika’dan Kafkaslara, Balkanlardan Yemen’e İslâm dünyasına sahip çıkan, vahdet ve izzet içinde müslümanları temsil eden Osmanlı’nın inkırâzından beri, İslâm dünyası hiçbir zaman sulh u selâmete kavuşamamıştır.

Hâlbuki Osmanlı devrinde, İslâm beldeleri; birlik ve beraberliğin, İslâm kardeşliğinin huzuru içinde, asırlarca düşman işgal ve hücumlarından sâlim ve sükûnet içinde yaşamıştı.

OSMANLI

Osmanlı; Kur’ân’la başlayan ve mukaddes emânetlere gösterilen ihtimamla devam eden bir medeniyet idi.

Osmanlı;

Milletimizin fıtrî istîdâdı ile mânevî füyûzâtın kucaklaşıp aynîleşmesi neticesinde tarihte ortaya çıkan en mükemmel medeniyet şâhikası idi.

Her medeniyet, kendi insan tipini vücuda getirir. O insan tipi de, mensup olduğu medeniyetin sıfat ve karakterleriyle âhenk arz eder.

İslâm medeniyeti, insanlık tarihinde bir kere ulaşılabilmiş bir zirvedir. Bunun sebebi; beşerî fıtratın, ilâhî ilim, irfan ve hikmetle teçhiz edilmiş olmasıdır. Yani o toplumun güzîde insanları; nefsânî problemleri bertarâf ederek, gönüllerini, hakikî ilim ve irfân ile mezcetmişlerdi.

İslâm medeniyetinin temeli; Kur’ân-ı Kerim ve Allah Rasûlü’nün sünneti, sîreti ve muhteşem ahlâkıdır.

Bu medeniyet; yetiştirdiği insan tipiyle temizliği, ahlâkı, dürüstlüğü, merhameti, fedâkârlığı, tevâzuu ve adâleti bütün dünyaya neşretmiştir.

Bu medeniyet; câhiliyye zulüm ve karanlıklarını izâle etmiş, putları yıkmış ve îman nûruyla gönülleri tenvir ederek fert ve toplum hâlinde bir fazîletler meşherini tesis etmiştir.

Yavuz Sultan Selim Han; batıda başlayan müstemlekeciliğin (sömürgeciliğin) işaretlerini sezerek, şarkta İslâm birliği hamlesine girişti. Bu hakikati idrâk edemeyen, fitne ve fesâda sebebiyet verenleri; bertarâf etmek mecburiyetinde kaldı. Bu esnada, aslen Kürt olan İdrîs-i Bitlisî Hazretleri, başında bulunduğu aşîretleri ve doğu illerini Osmanlı’ya bağladı. Mezhep fitnesini körükleyen Safevîlere karşı; ehl-i sünnetin müdâfii olan Osmanlı’dan yana oldu, kendi beyliğinden ferâgat edip, Osmanlı’nın bir parçası olmayı kabul etti.

Yavuz Sultan Selim Han da bu zâta son derece hürmet gösterdi ve her vesile ile ona olan ziyade muhabbetini izhâr etti. Öyle ki, ona münasip gördüğü kimselere beylik vermesine müsaade bâbında doldurulmamış hatt-ı hümâyunlar bahşetti. İdrîs-i Bitlisî de bu itimada en güzel şekilde mukabelede bulundu, istişâresiz hareket etmedi.

Aynı şekilde Barbaros Hayreddin Paşa da; «İslâm birliği» fikriyle, mâliki olduğu kuzey Afrika’yı başında Kanunî’nin bulunduğu Osmanlı Devleti’ne hediye etti.

Kanunî de, buna mukabil ona devletin Kaptan-ı Deryâlığı’nı (Osmanlı deniz kuvvetleri kumandanlığını) verdi. Bundan sonra Akdeniz kısa zamanda bir Osmanlı gölü hâline geldi. Hint Okyanusu’na bile donanma gönderilerek, oradaki müslümanlara yardım edildi. Sömürgecilerin emellerine asırlarca mâni olundu.

Barbaros Hayreddin Paşa’nın koca Cezayir’de sultanlık yapabilecekken bu hakkından ferâgat ederek, topraklarını Osmanlı’ya ilhâk etmesi; ümmetin birlik ve beraberliğini temin adına ne muhteşem bir fazîlet tablosudur.

Bunlar da kalp kıvâmının neticesi olan ferâgat fazîletidir. Kalp Allâh’a yönelmezse; nefsin baş olma sevdası mutlaka galebe çalar, kendini beğenme duygusu baskın çıkar ve neticede günümüzde İslâm dünyasına hâkim olan paramparça vaziyet ve perişanlık zuhur ederdi.

O ferâgat sahipleri gibi; lehlerine memleketlerin bağışlandığı sultanlar da, kalplerini Allah yoluna raptetmişlerdi. Onlar için riyâset; keyfi sürülecek bir makam değil, ızdırâbı ve mes’ûliyeti derinden hissedilen ateşten bir gömlek idi. Onlar zaferleriyle gurura kapılmadılar, şükür secdelerine kapandılar. Onlar; gönül âlemleri için, keyif sürdüren hayat tarzına değil, âdetâ zehirle pişmiş aşları yemeye taliptiler.

Onlar kalbî hassâsiyetleri seviyesinde; adâleti tesis, hakkı tevzî ve merhamet için her türlü fedâkârlığa katlandılar. İşte tarihte emsalsiz bir adâlet tablosu:

PADİŞAHA KISAS GEREKTİR!

Fatih Sultan Mehmed Han; İstanbul’un fethinden sonra, vazifesini emrinin hilâfına yapan bir hıristiyan mimarın kolunu kestirmişti.

İstanbul kadısı Hızır Bey, Fatih’in en yakın arkadaşı ve dostu idi. Kendisini İstanbul kadılığına da Fatih tayin etmişti.

Eli kesilen hıristiyan mimar, Kadı Hızır Bey’e gidip Fatih’i dâvâ etti. Fatih’e devlet silsile-i merâtibinde hitap tarzı; «es-Sultan İbnü’s-Sultan el-Gāzî Ebu’l-Feth Muhammed Hân-ı Sânî» iken Hızır Bey, Padişah’a, tebaadan herhangi bir insana karşı kullanılan hitapla; «Murad oğlu Mehmed, şu saatte mahkemeye gelin!» şeklinde celp gönderdi.

Fatih, murâfaa (duruşma) günü mütevâzı bir ferd-i millet gibi âlâyişsiz bir sûrette mahkemeye gitti. Maznun mahalline oturdu. Hızır Bey, yerini aldı. Ve muhakeme başladı.

Mahkemelerde hâkim adâlet tevzî ettiği için oturur; diğerleri ayağa kalkarak, ayakta ifade verirdi. Hızır Bey, Fatih’i oturur vaziyette görünce, O’na;

“–Şer‘-i şerif murâfaası üzresin, ayağa kalk!” diye ihtar etti.

Bu îkaz üzerine Fatih, ifade için ayağa kalktı. Kadı Hızır Bey; muhakeme neticesinde Fatih’i suçlu, hıristiyan mimarı mazlum buldu. Kısas âyetini okudu. Ve Fatih’in kolunun aynı şekilde kesilmesine karar verdi.

Hıristiyan mimar, bu muhteşem adâlet sahnesi karşısında duygulanarak gözyaşları içinde;

“Hakkımdan vazgeçiyor, diyet kabul ediyorum!..” dedi. Ayrıca Fatih de, şahsî malından kendisine bir ev bağışladı. Hıristiyan mimar;

“Dünyada böyle bir adâletin eşi yoktur. Ben bu andan itibaren müslümanım!” diyerek kelime-i şahâdet getirdi.

Fatih, Hızır Bey’e;

“–Benden değil de Allah’tan korktuğun için seni tebrik ederim!..” dedi.

Kalp terakkîsi ve duyguların değişmesi neticesinde, adâletin hükmü karşısında iki kıtaya hükmeden bir sultanın hâli;

«Dînin hükmü karşısında boynumuz kıldan ince!» ve;

«Şerîatin kestiği parmak acımaz!» tabirleri istikametindeydi.

Çünkü onlar muazzam bir mektep ve dergâh olan Osmanlı ailesinde en güzel şekilde terbiye görmüşlerdi.

İşte bir başka misal.

SULTAN AHMED’İN TEVÂZUU

Sultan Birinci Ahmed, Osmanlı padişahları içinde en geniş coğrafyaya hükmedenlerden biriydi. Cenâb-ı Hakk’a şükrünü îfâ için o da ataları gibi cami ve külliye inşâ etti. Günümüzde hâlâ turistlerin akınına uğrayan ve İslâm’ın kudret ve zarâfetini temsil eden Sultan Ahmed Camii’ni şahsî servetiyle o inşâ ettirdi. Fakat gönlündeki rızâ-yı ilâhîye nâil olma aşkıyla, bunu kâfî görmedi, tebdil-i kıyâfet (gizli olarak) caminin inşaatında bir amele gibi çalıştı.

Rivâyet edilir ki;

1. Ahmed Han, genç yaşta vefât ettikten sonra kızı Gevher Hatun; rüyasında babasını cennette çok ihtişamlı bir mekânda görmüş. Merakla sormuş:

“–Baba, hangi amelinle bu güzel mertebeye vâsıl oldun?”

Sultan Ahmed;

“–Kızım, bu camiyi yaptırırken (halkın bilemeyeceği şekilde hafî / gizli olarak) sırtımda taş taşıdım!.. Bu makamı elde etmemin sebebi işte budur!” demiş.

Onlar, Kubâ ve Medine mescidlerinin inşâsında bizzat taş taşıyan Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kalbî talebeleri idiler.

Bu hâdiseye benzer bir başka kıssa da şudur:

VÂLİDE ŞEFKATİ

İstanbul Aksaray’daki Vâlide Camii’ni yaptırmış olan Pertevniyal Vâlide Sultan vefât ettiğinde, sâlih bir kimse onu rüyasında güzel bir makamda görür ve;

“–Yaptırdığın mâbed dolayısıyla mı Allah seni bu makama yükseltti?” diye sorar.

Pertevniyâl Vâlide Sultan ise;

“–Hayır.” diyerek mukabelede bulunur.

O sâlih zât şaşırarak;

“–O hâlde hangi amelinle bu mertebeye nâil oldun?” diye sorunca Vâlide Sultan şu ibretli cevabı verir:

“–Çok yağmurlu bir gündü. Eyüp Sultan Camii’ni ziyarete gidiyorduk. Kaldırımın kenarında oluşan su birikintisi içinde cılız bir kedi yavrusunun çırpındığını gördüm. Faytonu durdurdum; yanımdaki bacıya;

«–Git de, şu kediciği alıver; yoksa zavallı yavru boğulacak!..» dedim. Bacı ise;

«–Aman Sultanım! Senin de benim de üstümüz kirlenir.» deyip yavruyu getirmek istemedi.

Ben de onu kırmamak için arabadan kendim inip çamurun içine girdim ve o kedi yavrusunu kurtardım. Kedicik titriyordu. Acıdım ve onu kucağıma alıp, iyice ısıttım. Çok geçmeden zavallıcık canlanıverdi.

Allah Teâlâ, o kediye olan bu küçük hizmet ve merhametimden dolayı bana bu yüce makamı ihsân eyledi.”

O muazzam servet ve imkânlar içinde; gaflet ve sefâhate dûçâr olmadıkları gibi, var güçleriyle rahmet insanı oldular. Mü’min kardeşlerine, insanlığa ve bütün mahlûkāta şefkat kanadı oldular. Vakıf insan oldular. Cömertliği zarâfetle, ihsânı nezâketle buluşturdular. Fatih Sultan Mehmed Han’ın vakfiyesindeki şu satırlar incelik ve rikkatin zirvesidir:

“İnşâ ettirdiğim imârethânemde İstanbul fukarâsı yemek yiyeler! İstanbul fethinin şehid ailelerine ve yetimlerine ise; kapalı kaplarda, hava karardıktan sonra, komşularının dikkatini celb etmeden onların izzet ve haysiyetleri korunarak yemek ikram edile!..”

Bezm-i Âlem Vâlide Sultan’ın Şam’da kurduğu vakfın vakfiyesi ise, bir başka zarâfettir:

Bu vakfiyeye göre; hizmetkârların kırdıkları kap-kacak tazmin edilmekte, böylece hizmetkârların hizmet ettikleri kişiler tarafından rencide edilmemeleri sağlanmakta idi.

Ne büyük bir nezâket ve şefkat!.. Bir kalp, başkasının derdiyle nasıl bu kadar dertlenebilir? Elbette kalbî bir eğitimin neticesinde duyguların değişmesiyle.

O hâlde biz de rahmet dolu bir kalb-i selîme nâil olmak için duâ edelim:

Yâ Rabbî!.. “Ey kalpleri hâlden hâle çeviren Allâh’ım! Kalplerimizi dînin üzere sâbit kıl.” (Bkz. Tirmizî, Kader, 7)

Yâ Rabbî! Bizleri nefsânî arzuların girdabına kapılmaktan muhafaza eyle, gönlümüzdeki hissiyâtı rızân ile te’lif eyle!..

O muhteşem Muhammedî ahlâktan, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in rûhânî dokusundan hisseler alabilmeyi cümlemize nasîb eyle!..

Âmîn!..