Muhabbet

2005 – Nisan, Sayı: 230, Sayfa: 032

Muhabbet, fânî hayâtımızın tadı, neş’esi, huzur ve sürûrudur. Varlığın hamuru, muhabbet mayası ile yoğrulmuştur. Muhabbet istîdâdı, Rabbin kullarına en büyük lutuflarındandır. Bu bakımdan muhabbeti lâyıkına yöneltmek ve dostluğun hakîkatine ermiş gönüllerde kullanmak gerekir. Zîrâ muhabbetteki bu merhale, ilâhî muhabbete vuslatın bir basamağıdır. Fakat ne yazık ki insanların pek çoğu, ilâhî bir lutuf olan muhabbeti, fânî ve nefsânî arzular uğrunda hebâ etmektedirler.Lâyıkını bulamayan muhabbetler, fânî hayâtın hazin israflarıdır. Mübtezel ve bayağı menfaatlerin kıskacında kalan muhabbetler, kaldırım kenarlarında açan çiçeklere benzer ki, er-geç çiğnenmeye ve mahvolmaya mahkûmdur. Sokağa düşürülmüş bir pırlanta ne kadar tâlihsizdir! Liyâkatsiz bir elin haksız malı olmak, ne hazin bir ziyanlıktır!

Mevlânâ Hazretleri, muhabbet sermâyesini fânî ve izâfî varlıklar uğruna hebâ ederek, Mevlâ aşkından mahrum kalanlar için şu ibretli misâli verir:

Dünyâya gönül verenler tıpkı gölge avlayan avcıya benzerler. Gölge nasıl onların malı olabilir? Nitekim budala bir avcı, kuşun gölgesini kuş zannetti de onu yakalamak istedi. Fakat dalın üzerindeki kuş bile bu ahmağa şaştı kaldı.

Muhabbet tohumlarının yeşermediği gönüller, hazan mevsiminden kurtulamazlar. Hodgâm duyguların esâreti altında, rûhânî duyguların bir nevî cenâzesini taşırlar. Rûhâniyet iklîmlerinde, ilâhî menbâdan feyizlenen muhabbetler ise, binbir râyiha ile meltemlenen cennet bahçelerinin çiçekleri gibidir. Onun zaman zaman yaprakları dökülse, çiçekleri solsa bile, o yine de baharların tebessümü ile feyz ü bereket ve neşv ü nemâ bulur.

Muhabbetin kaynağı olan ilâhî muhabbeti idrâk edenler, her varlık ile dost olabilirler. Yâni Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakabilme istîdâdı kazanırlar. Bu zirveye nâil olan bütün Hak dostları, cümle nefsânî lezzetleri ifnâ ederek gerçek lezzetin mârifetullâh ve muhabbetullâh olduğunun idrâki içinde yaşarlar.

Hadîs-i kudsîde şöyle buyrulmuştur:

…Kulum, kendisine emrettiğim farzlardan daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık sağlayamaz. Kulum bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle de durmadan yaklaşır; nihâyet ben onu severim. Kulumu sevince de ben (âdeta) onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum…” (Buhârî, Rikâk, 38)

Bu kalbî zirve, dünyâmızdaki dağ zirveleri gibi nâdirattandır. Bu ilâhî feyz ve rûhâniyeti, şahsiyetine ve tefekkürüne hâkim kılabilenler, sıradan bir insan olmaktan kurtulurlar. Böyle kimseler, varlıklarla bambaşka bir sûrette mükâleme ederler. Yeter ki kalb, o varlıkların lisânına âşinâ olabilsin!

Nâzenin bir çiçekten, feryâd hâlindeki bir bülbülden, çağlayan bir dereden, işitebilenler için ne değişik terennümler gelir! Seherler, ne destanlar anlatır! Duyabilenler için, rüzgârlar kim bilir kaç bâd-ı sabânın meltemlerini yansıtır!?.

Gönlü aşk ve muhabbetle dolu olan kâmil mü’minler, bu cihandaki ilâhî hikmet ve esrâr akışlarını ibretle seyre dalabilenlerdir. Sergilenen bunca ilâhî esrâr ve sanat hârikalarını görüp de Hakk’a muhabbetin yakıcı terennümleriyle duygulanmamak, selîm bir idrâk ve diri bir kalb için hiç mümkün müdür?..

Muhabbet, sevilen varlığın ehemmiyet ve mükemmelliği nisbetinde bir kıymet ifâde eder. Bu bakımdan beşerî muhabbetlerde kazanılabilecek zirve, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e duyulan muhabbettir. Çünkü insanlığın muhabbet meyline O’ndan daha lâyık bir kimse tasavvur olunamaz.

Ancak O dahî muhabbette son durak değildir. İnsan için, muhabbetin tahsîs edilmesi gereken nihâî hedef, kâinâtın yaratıcısı Allâh Teâlâ’dır. İnsanın muhabbet sâikıyla yükselmesinde nihâî merhale ve son durak O’dur. Mutasavvıflar, buna “fenâ fillâh” veya “bekâ billâh” tâbir ederler. Bu hâl, tıpkı nehirlerin okyanus sularına ulaşarak onda gark olup kaybolmaları gibidir.

Bir büyük Hak dostu, “fenâ fi’r-rasûl” ve “fenâ fillâh” ateşiyle yanışını mısrâlarına şu şekilde aksettirir:

Tecellâ-yı cemâlinden habîbim nev-bahâr âteş!

Gül âteş, bülbül âteş, sünbül âteş, hâk ü hâr âteş!

(Habîbim, Sen’in güzelliğinin tecellî ederek ortaya çıkmasından (dolayı, Sana âşık olan) ilkbahar ateş, gül ateş, bülbül ateş, sünbül ateş, toprak ve diken ateş!..)

Şuâ-yı âfitâbındır yakan bil-cümle uşşâkı;

Dil âteş, sîne âteş, hem dü çeşm-i eşk-bâr âteş!

(Bütün âşıkları yakan, güneş (gibi parlak) nûrundur. (O nûrun aksiyle) gönül ateş, kalb ateş, (aşkınla) ağlayan (şu) iki göz ateş!..)

Ne mümkün bunca âteşle şehîd-i ışkı gasl etmek?

Cesed âteş, kefen âteş, hem âb-ı hoş-güvâr âteş!..

(Bu kadar aşk ateşiyle yanarak aşkın uğrunda şehîd olanı yıkamak mümkün mü? Cesed ateş, kefen ateş, şehidi yıkayacak tatlı su dahî ateş!..)

Muhabbetullâh’a erişebilmek için beşerî muhabbette son merhale olan muhabbet-i Rasûlullâh’ı lâyıkıyla idrâk etmek îcâb eder. Zîrâ bu, ilâhî muhabbete yükselten son basamak mesâbesindedir. Bundan dolayıdır ki, muhabbet-i Rasûlullâh’ı yaşamayanlar, muhabbetullâh’a ulaşamazlar. Bilmek gerekir ki, Allâh’a muhabbet deryâsına götürecek olan yegâne rahmet ve muhabbet pınarı, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’dir. Öyle ki Hazret-i Peygamber’e muhabbet, Allâh’a muhabbet; O’na itâat, Allâh’a itâat; O’na isyân, Allâh’a isyân sadedindedir. Buna göre Hazret-i Peygamber’in muazzez varlığı, beşer için bir muhabbet melcei, yâni sığınağıdır. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allâh da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…(Âl-i İmrân, 31)

Şüphesiz ki, muhabbetin en büyük alâmeti itaattir; sevilen uğrunda fedâkârlıktır. Seven, sevdiğine gönlündeki muhabbet seviyesinde tâbî olur. Şâyet davranışların temelinde muhabbet varsa, orada samîmiyet, ihlâs ve bereket vardır. Ameller, muhabbet zemîni üzerinde icrâ edildiğinde ulvîleşir. Muhabbetsiz, yâni yürekten gelmeyen, zoraki hâl ve davranışlar ise, samîmiyetten mahrum bulunduğu için, nefsâniyeti palazlandırmaktan öteye geçemez.

Gönülden gelen en ufak bir davranış, dağlar misâli büyük görünen samîmiyetsiz amellerle mukâyese edilemeyecek kadar üstündür. Bunun en mühim tezâhürü de, muhabbetlerin zirvesi olan muhabbetullâh’ta kendini gösterir. Bir kul için en son ve mükemmel seviye, Allâh muhabbetinin feyzine nâil olabilmektir. Bununla berâber her şeyin olduğu gibi muhabbetin de Hâlık’ı, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak’tır. O dilemedikçe kul, bu makâma yükselemez. Öyleyse bu hususta da kula düşen; Hakk’a tazarrû, niyâz ve ilticâ hâlinde bulunmaktır. Nitekim âyet-i kerîmede:

(Resûlüm!) De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?..” (Furkan, 77) buyrulmaktadır.

Allâh’ı sevmenin alâmeti ve O’nun muhabbetine kavuşmanın yolu, Allâh’ın farz ve mecbûrî kıldığı asgarî kulluk vazîfelerini büyük bir huşû içinde îfâ ettikten sonra, zarûrî olmadığı hâlde, sırf gönülden gelen aşk ve muhabbet sebebiyle nâfile ibâdetleri ve hayırlı amelleri de kemâl-i edeb, tâzîm ve şevk ile çoğaltmaya çalışmaktır. Bu hâl üzere devâm ederek muhabbetullâh’a ulaşmak, insanoğlunun yaratılış gâyesini gerçekleştirmesi demektir. Zîrâ İslâm’da insana sunulan ilâhî tekliflerin zirvesi ve nihâî hedefi, “vâsıl-ı ilallâh” olmaktır. Bunun da en mühim sermâyesi muhabbettir. Diğer ameller, bu muhabbetin bir tezâhürüdür.

Mü’minin gönlünde Allâh muhabbeti çoğaldıkça, Allâh için yapılan amellerin ziyâdeleşmesi de tabiîdir. Bu sebeple, muhabbetullâh’ta merhale almaya başlayan kimseler, farz ibâdetlerle iktifâ etmeyerek birtakım ilâve ibâdetleri de farz şevk ve heyecânıyla îfâ ederler. Bunun netîcesinde de çölde suya hasret kalan bir insanın suya olan iştiyâkının ziyâdeleşme gibi iştihâsının sonsuzlaşması ile karşılaşır. Bu hâle gelenlere, Allâh’a rücû etmekten başka hiçbir şey tesellî sunamaz. O zaman;

Ey huzûra kavuşmuş insan! Sen Ondan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön! (el-Fecr, 27-28) âyet-i kerîmelerinin tecellîsinden başka bir tatmin vâkî olamaz.

İlâhî muhabbette bu kıvâma eren mü’minler, şüphesiz ki bu müstesnâ hâle varabilmek için, fânîlerin iltifatlarından uzak, tenhâ mekânlarda ve gece karanlıklarında Allâh’a yakararak, hayâtı ve nefesleri bir ömür tesbîhi hâline getirebilme gayreti içinde olurlar. Dâimî bir kulluk şuuru ile ihsân iklîminde ilâhî muhabbet şerbetiyle sermest olmaya çalışırlar. Böylece, yeri geldiğinde maldan, mevkîden, dünyâdan, hattâ candan vazgeçerler. Hepsinden mühimi de, Allâh’ın muhabbetine ve O’nun rızâsına nâil olabilmek için kalben dâimî bir niyaz hâlinde yaşarlar.

Sahâbe-i kirâmdan Ammar bin Yâsir -radıyallâhu anh-’ın şu hâli, Allâh’a olan muhabbetini ve O’nda fânî oluşunu ne güzel ifâde etmektedir:

Ammar bin Yâsir -radıyallâhu anh- bir savaşa iştirâk etmek üzere Fırat kıyısında yürürken, içinde bulunduğu hâlet-i rûhiyeyi şöyle dile getiriyordu:

“Ey Allâh’ım! Kendimi şu dağdan atarak aşağıya yuvarlamamın, Senin benden daha fazla hoşnut kalmana vesîle olacağını bilsem, bunu hemen yaparım. Büyük bir ateş yakarak içine atlamamın, Senin benden daha çok râzı olmana vesîle olacağını bilsem, onu derhâl yaparım. Yâ Rabbi! Kendimi suya atıp boğulmamın, Senin daha ziyâde hoşnutluğunu celbedeceğini bilsem, onu hemen yaparım. Ey Allâh’ım! Ben sırf Senin rızân için savaşıyorum, beni zarara uğratmamanı diliyorum, ben Sen’i istiyorum.” (İbn-i Sa’d, III, 258)

Allâh ve Rasûlü’nün muhabbeti, dînimizin esâsı ve Hakk’a vuslatın en feyizli yoludur. İlâhî ünsiyet ve rahmetin biricik vesîlesidir. Hakk’ın muhabbetine kavuşmak, ilâhî vuslata nâiliyette en ulvî merhaledir. Zîrâ yüce huzûra kabûlün kapısı, muhabbet anahtarı ile açılır. Fakat muhabbet, kuru bir iddiâ olmamalıdır. Sözde kalarak özde hiçbir tesir hâsıl etmeyen boş konuşmaların hakîkî muhabbetle hiçbir ilgisi yoktur. Üstelik bu hâl, ancak nefsâniyetin okşanmasıdır.

Gerçek muhabbetin en müşahhas misâllerini Ashâb-ı Kirâm Hazarâtı sergilemişlerdir. Zîrâ onlar yaşayışlarıyla, teblîğ hayatlarıyla, Allâh ve Rasûlü’ne olan muhabbetin canlı birer timsâli olmuşlardır. Bunun misâllerinden birkaçı şöyledir:

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, İslâm’ı öğretmek üzere etraftaki kabîlelere muallimler gönderirdi. Adal ve Kare kabîleleri de Allâh Rasûlü’nden muallim istemişlerdi. Bu kabîleler için on kişilik bir heyet yola çıktı. Fakat k_file tuzağa düşürüldü. Muallimlerin sekizi şehîd, ikisi de esir edildi. Esir düşen Zeyd ve Hubeyb -radıyallâhu anhumâ-, teslim edildikleri Mekkeli müşrikler tarafından şehîd edildi. Şehîd olmadan evvel Hazret-i Zeyd’e:

“–Hayâtının kurtulmasına mukâbil, senin yerinde Peygamberinin olmasını ister miydin?” diye soruldu.

Zeyd -radıyallâhu anh-, bu suâli soran Ebû Süfyan’a acıyarak baktı ve:

“–Benim, çoluk-çocuğumun arasında olup Peygamberimin burada olmasını istemek şöyle dursun, O’nun ayağına diken batmasına bile aslâ gönlüm râzı olmaz.” dedi.

Bu eşsiz muhabbet manzarası karşısında donakalan Ebû Süfyân:

“–Hayret doğrusu! Ben, dünyâda Muhammed’in ashâbının O’nu sevdiği kadar, birbirini seven iki kimse daha görmedim.” dedi.

Daha sonra müşrikler, Hubeyb -radıyallâhu anh-’ın yanına gittiler; dîninden vazgeçerse kurtulacağını söylediler. Hazret-i Hubeyb’in cevâbı da kat’î idi:

“–Dünyâyı verseniz bile dînimden aslâ dönmem!”

Hubeyb -radıyallâhu anh-’ın şehîd edilmeden evvel bir tek arzusu vardı:

“Hazret-i Peygambere muhabbet dolu bir selâm gönderebilmek!..”

Lâkin kiminle gönderebilirdi ki! Çâresiz, gözlerini semâya kaldırdı ve:

“–Allâh’ım! Burada selâmımı Rasûlüne ulaştıracak kimse yok. O’na selâmımı Sen ulaştır!” diye ilticâ etti.

O sırada Medîne’de ashâbıyla beraber olan Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-; “ve aleyhisselâm” yâni “onun üzerine de selâm olsun” buyurdu. Bunu işiten ashâb hayretle:

“–Yâ Rasûlallâh! Kimin selâmına karşılık verdiniz?” diye sorunca:

“–Kardeşiniz Hubeyb’in semına.” buyurdu.

Mekkeli müşrikler, her iki sahâbîyi de ağır işkenceler altında şehîd ettiler. Hazret-i Hubeyb’in şehîd edilirken söylediği şu söz çok mânidardır:

Müslüman olarak öldükten sonra, şöyle veya böyle ölmek ne gam!..” (Bkz. Buhârî, Megâzî, 10; Vâkıdî, Megâzî, s. 280-281)

Yine Allâh ve Rasûlullâh muhabbeti sebebiyledir ki, genç sahâbîler, Peygamber Efendimiz’in teblîğ mektuplarını taşıma şerefine ermek için âdeta yarışa girmişlerdi. O’nun bir arzusunu yerine getirebilme uğruna her türlü fedâkârlığı göze alıp hiçbir mâzeret öne sürmeden, canla başla hizmete tâlip olmuşlardı. Sarp dağlar ve ıssız çöller aşarak gittikleri diyarlarda, cellâtların arasından geçip kralların huzûrunda Allâh Rasûlü’nün mektubunu büyük bir îman cesâreti ile okumaları, onların Allâh ve Rasûlü’ne duydukları engin muhabbetin bâriz bir tezâhürüdür.

Ashâbın, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e olan tâzîm, hürmet, edeb ve muhabbetini ifâde eden sayısız misallerden biri de şöyledir:

Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-, müslüman bir aşîretin yanından geçerken, aşîret reisi ondan Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i anlatmasını istedi. Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh- ise:

“–O’nu anlatamam.” dedi. Reis:

“–Anlayabildiğin kadarını anlat.” deyince Hazret-i Hâlid şu karşılığı verdi:

“–Sana şu kadarını söyleyeyim ki; GÖNDERİLEN, GÖNDERENİN KADRİNCE OLUR. GÖNDEREN, KÂİNÂTIN HÂLIKI OLDUĞUNA GÖRE, GÖNDERİLENİN ŞÂNINI VAR SEN DÜŞÜN!..”

Nitekim Amr bin Âs -radıyallâhu anh- da bu hâlin bir benzerini şöyle dile getirmiştir:

“Allâh Rasûlü’ne duyduğum tâzîm duygusundan dolayı başımı kaldırıp O’na tam olarak bakamadım. Bu yüzden O’nu tasvîr et deseler, edemem.”

Ashâb-ı kirâmın, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e olan muhabbet tezâhürlerini, O’nun emir ve nehiylerine nasıl ittibâ ettiklerine ve O’nun nebevî ahlâkıyla nasıl ahlâklandıklarına bakarak müşâhede edebiliriz. Zîrâ seven, sevdiğini, sevgisi ölçüsünde taklîd edip O’na tâbî olur. Allâh Rasûlü’nün âlemlere rahmet olup bütün yaratılmışlara şefkat ve merhamet nazarıyla bakışının, ona aşk ile bağlı olan sahâbîlerindeki tezâhürlerinden bir diğeri de şöyledir:

Ebû Abdurrahmân Cebelî şöyle anlatıyor:

Rumlara karşı vukû bulan bir sefer esnâsında Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh- ile bir gemide idik. Başımızda Abdullâh bin Kays bulunuyordu. Hazret-i Ebû Eyyûb el-Ensârî, ganîmetleri taksîme memur olan zâtın yanına geldi ve orada bir kadının ağladığını gördü. Bu kadın, gazâ esnâsında esir düşenlerdendi. Hazret-i Ebû Eyyûb, bu kadının niçin ağladığını sorunca ona:

“–Bu kadının bir çocuğu var, çocuğu anasından ayırdılar, bu yüzden ağlıyor.” cevâbı verildi.

Ebû Eyyûb -radıyallâhu anh-, hemen çocuğu buldu ve onu anasına teslîm ederek kadının gözyaşlarını dindirdi.

Fakat ganîmetleri taksîm eden memur, Abdullâh bin Kays’a giderek Hazret-i Ebû Eyyûb’un yaptıklarını anlattı. Abdullâh bin Kays, Ebû Eyyûb el-Ensârî’ye bu davranışının sebebini sorunca, o da şu cevâbı verdi:

“–Ben, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’den şu hadîsi dinledim:

«Bir ana ile çocuğunu birbirinden ayıranları Cenâb-ı Hak kıyâmet gününde bütün sevdiklerinden ayırır.»” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 422, Tirmizî, Buyû‘, 52, nr: 1283)

İşte Allâh ve Rasûlullâh muhabbeti, netîcede bütün mahlûkâta şefkat, merhamet ve muhabbetle bakmayı gerektiriyordu. Zîrâ îmânın en büyük meyvesi, muhabbet ve merhamettir. Yaratılanlara muhabbet ve merhametin bereketini ve netîcede kulu îman menbaıyla buluşturduğunu ifâde eden şu hâdise de pek ibretlidir:

Asr-ı saâdette, ashâb-ı kiramdan Hakîm bin Hizâm adında bir zât vardı. Hazret-i Hatîce’nin akrabâsından olan Hakîm -radıyallâhu anh-; cömert, müşfik, hayr u hasenât sâhibi biriydi. Câhiliyye devrinde kızlarını diri diri gömmek isteyen babalardan onları satın alır, himâye eder ve hayâta kavuştururdu.

Hakîm bin Hizâm, câhiliyye devrinde yapmış olduğu bu hayırların kendisine fayda verip vermeyeceğini sorduğunda, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ona; bu güzel amellerinin kendisini İslâmla şereflendirdiğiniifâde buyurmuştur.

Mahlûkâta muhabbet ve merhametle yaklaşmak, îmandan mahrum olanları, nîmetlerin en büyüğü olan îmân ile şereflenmeye sevk ederse, îmân ehlini ne ulvî nîmetlere eriştireceğini düşünmek gerekir…

Îman, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına en büyük nîmetidir. Rabbimiz, bu nîmeti ömrümüz boyunca titizlikle muhâfaza etmemizi ve son nefesimizi de îmân ile vermemizi emir ve îkaz buyurmaktadır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

Ey îmân edenler! Allâh’ın azamet-i ilâhîsine yaraşır bir şekilde takvâ sâhibi olun ve ancak müslümanlar olarak can verin!” (Âl-i İmrân, 102)

Îman nîmetinin en büyük meyvesi, Hakk’ın nazarıyla mahlûkâta bakabilmek ve onlara muhabbetle yaklaşabilmektir. Kulluk hayâtına seviye kazandıran bu ölçüyle Hakk’ın af, merhamet ve muhabbet iklîmine girebilenler, bu hasletler ile hâllenerek bütün mahlûkâta rahmet saçarlar. Nitekim Hak dostu Mevlânâ Hazretleri, bu keyfiyetin hikmet dolu bir misâlini şöyle sergilemiştir:

Dergâhtaki bir sohbet esnâsında bir sarhoş çıkagelir. Dervişler onu inciterek dışarı çıkarmak isterler. Mevlânâ Hazretleri, o sarhoşun hakîkati aramak için dergâha sığınan bir insan olduğunu düşünerek onu incitenlere hitâben:

“–Şarabı o içmiş, âdeta siz sarhoş olmuşsunuz!” buyurur.

Bu hikâye, günâha karşı tabiî olan nefreti, günahkâra şümûllendirmemenin, bilâkis günahkârı yaralı bir kuş gibi şefkate muhtaç kabûl etmenin ve onu merhametle can sarayına alıp irşâd edebilmenin müşahhas bir misâlidir.

Hoca Ahmed-i Yesevî Hazretleri ne güzel buyurur:

Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol sen

Öyle mazlûm yolda kalsa, hemdem ol sen

Unutmamak gerekir ki bugün nâil olduğumuz îman topluluğu, asr-ı saâdetin kudsî mîrâsının bereketidir. Ashâb-ı kirâm ve evliyâullâh hazarâtı, bu kudsî emânetin gelecek nesillere intikâlinde büyük bir gayret ve himmet göstererek ilâhî muhabbet etrâfında âdeta pervâne kesilmişlerdir. Onlar, hidâyet semâmızın yıldızları, hakîkat mektebinin muallimleri, günlerimizin bereket ve rahmeti, zamanlarımızın nûru ve yeryüzünde Allâh Teâlâ’nın şâhitleri olmuşlardır.

Peygamber Efendimiz’in, ashâbın, evliyâullâh ve sâlih kulların Allâh’ın dîni yolunda muhabbetullâh ile gösterdikleri müstesnâ gayret ve fedâkârlıklar bizlere örnek olmalıdır. Bize emânet edilen bu mukaddes mîrâsı zâyî etmemek ve onu aslî sâfiyet ve berraklığı ile gelecek nesillere intikâl ettirmek, ebedî saâdetimizi ilgilendiren en büyük mes’ûliyetimizdir. Mü’min gönüllerin dâimâ bu îman vecdiyle ilâhî aşkın ulvî heyecânını en yüksek seviyede tatmaları îcâb eder. Zîrâ gerçek saâdet, fânî ve izâfî muhabbetlerin dar hudûdunu aştıktan sonra başlar.

Fânî sevdâların esâretinden kurtularak onları gönülden tasfiye etmek, bâkî nîmetlere ermenin vazgeçilmez şartıdır. Fânî muhabbetleri tasfiye, her muhabbetin nihâî gâyesini Allâh’a bağlamakla mümkündür. Vatan-millet, âile, çoluk-çocuk sevgileri; din kardeşliği, ibâdet, infak ve güzel ahlâk gibi bütün hayırlar, o muhabbete bağlı olduğu zaman kulu Rabbinin muhabbetine ve rızâsına erdirir.

İşte ashâb-ı kirâmın, Allâh ve Rasûlü’ne olan derin aşkı ve bunun netîcesinde Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta muhabbeti bu şekildeydi. Onlar, bütün varlıklarını muhabbetleri uğruna fedâ etmesini bilmişlerdi. Dünyâlık nâmına hiçbir şeyi olmayan sahâbîler bile, belki de hayatta kazanabilecekleri en büyük varlığı da Allâh’ın Rasûlü’nden ayrı kalmamak ve O’nunla berâber olmak uğruna gözünü kırpmadan fedâ edebiliyorlardı.

Şâir Fuzûlî, muhabbetin merkezinin “gönül” olduğunu ve muhabbette fânî oluş hâlini şu misâl ile sergiler:

“Mecnûn, Leylâ’nın köyünde âvâre âvâre gezerken bir yabancı gelir, Leylâ’nın evini sorar. Mecnûn:

«–Onun evini boşuna arayıp yorulma!» der ve kalbine işâret ederek:

«–Çünkü Leylâ’nın mekânı burasıdır!» karşılığını verir.”

Bizler de bu misâlde sergilenen derin hikmet üzerinde düşünerek gönlümüzün ne kadar nazargâh-ı ilâhî hâlinde olduğunu muhâsebe etmek durumundayız. Yâni gönlümüz ne kadar Allâh ve Rasûlü’nün muhabbeti ile dolu hâlde? Îman vecdi, ibâdet ve davranışlarımızda tecellî ediyor mu? Yoksa muhabbet, dillerimizden yüreklerimize inmeyen kuru bir iddiâdan ibâret mi kalıyor? Kalb atışlarımız, hâl ve tavırlarımız, ne kadar Kur’ân-ı Kerîm istikâmetinde ve Sünnet-i Seniyye muktezâsında? Fânî nîmetleri ne kadar ilâhî muhabbete bir vâsıta hâline getirebiliyoruz?

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın buyurduğu:

(İlâhî mahkemede) hesâba çekilmeden evvel nefislerinizi hesâba çekiniz.(İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 27) düstûruyla bütün bu hakîkatler önünde hâlimizi mîzân etmeliyiz.

Bu vesîleyle, hülûlüyle müşerref olduğumuz velâdet kandilimizi tebrîk eder, kalblerimizi rûhâniyet-i Rasûlullâh ile feyizlendirmesini Rabbimizden niyâz ederiz.

Ne saâdet! Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in örnek şahsiyetinden ve rûhâniyet iklîminden hisse alıp muhabbetin hakîkatine erebilenlere!..

Yâ Rabbi! Gönüllerimizi îman muhabbetiyle tezyîn eyle! Bizleri, küfür ve isyânın çirkinliğini görerek bunlardan gereği gibi sakınanlardan eyle! Sevdiklerini bizlere de sevdir; yerdiklerini bizlere de yerdir! Bizlere aşk, şevk ve îman vecdiyle dolu bir kulluk hayâtı yaşatıp kalblerimizi huzûra erdir! Dünyâdan sevdiklerinin muhabbetiyle birlikte, muhabbet-i Rasûlullâh ve muhabbetullâh’a ulaşmış olarak göçebilmeyi nasîb eyle!

Âmîn!