Lokman Hakîm (aleyhisselâm) -3-

-Hak Dostlarından Hikmetler-

2012 – Nisan, Sayı: 314, Sayfa: 032

Lokman -aleyhisselâm- buyurur:

“Ey oğulcuğum! Namazını dosdoğru kıl! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış! Başına gelenlere sabret! Doğrusu bunlar, azmedilmesi îcâb eden işlerdendir.” (Lokman, 17)

[Bu nasihatiyle Lokman Hakîm, Allâh’ın farz kıldığı çok mühim ameller olan; namaz, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırma ve sabra dikkat çekmektedir.

NAMAZ; dînin direği, mü’mi­­nin mîrâcıdır. Vazgeçilmez bir kulluk vazifesidir. Düşmanla mu­hâ­rebe esnâsın­da dahî terk edilemez.

Namaza devam etmek kadar, namazı tâdil-i erkâna riâyet ederek hu­şû ile kılmak da son derece mühimdir. Zira makbul bir namaz, kalp ve beden âhengi içinde, duygu derinliği ile kılınan namazdır. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

“Muhakkak ki (şu) mü’min­ler felâh bulmuştur (ebedî kurtuluşa ermiştir): Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2)

Sahâbeden Abdullah bin Şıhhîr -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in namazdaki huşû hâlini şöyle anlatmaktadır:

“Bir keresinde Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in yanına gitmiştim. Namaz kılıyor ve ağlamaktan dolayı göğsünden, kaynayan kazan sesi gibi sesler geliyordu.” (Ebû Dâvûd, Salât, 158)

Namaz, Mîrac’da farz kılındı. Allah Rasûlü’nün namazı da dâimâ bir Mîrac hâlinde, yani Cenâb-ı Hak ile târifsiz bir vuslat mâhiyetinde idi. “Na­mazı benden gördüğünüz gibi kılın…”1 buyuran Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bu tâlimâtıyla biz ümmetine de Mîrac vasfında namazlar kılmayı emretmiş olmaktadır.

Yine Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- namazın kalbî cihetini;
“…Namaz, huşû duymak, tevâzû ve tezellül göstermektir…”
şeklinde târif buyurmuştur.2 Demek ki mü’min, namazda Âlemlerin Rabbi’nin huzûruna durduğunun farkında olmalı, O’ndan gayrısıyla alâkasını kesmeli, kendi hiçliğini idrâk ederek büyük bir tevâzû, mahviyet, tâzîm, huşû ve ilticâ hâlinde bulunmaya dikkat etmelidir. Kendisinin zayıf, hakir ve âciz bir varlık olduğunu ve her nesi varsa hepsinin Cenâb-ı Hakk’ın bir lûtfu olduğunu îtirâf duygularıyla rükû ve secdeye var­malı, secdede âdeta benliğini yerle bir ederek Hak’ta fânî olmalıdır. Namazı, Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna çıkmakla şereflenmek ve ilâhî feyizlere nâil olmak iştiyâkıyla edâ etmelidir.

Ayrıca kendimizi tamamen namaza vermek, namazdaki tekbirlerin, tesbihâtın, okunan duâ ve âyetlerin mânâ iklîmine girmeye gayret etmek ve böylece bu mühim ibadeti duygu derinliği içinde ve bir Mîrac heyecanıyla edâ etmek gerekir. Namazla böylesine bir bütünleşmenin misâli sadedinde, Mîrac’da tecellî etmiş olan Tahiyyât’ın namazda okunma âdâbına dâir bir ölçüyü, Es’ad Erbilî Hazretleri şöyle ifâde eder:

“Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in (Mîrac’­da) Allah Teâlâ’ya arz ve tak­dîm etmiş olduğu tâzîmi, yani Tahiyyât’ı, na­maz kılan kişi kendi hesâbına (yani kendi adına bizzat Cenâb-ı Hakk’a) tak­dîm etmelidir. (Kendisini dışta tutarak) başkasının sözünü (veya bir hâdiseyi) naklediyor gibi okumamalıdır. (Tahiyyât’ın mânâsıyla bütünleşerek Mîrac’daki o tecellîleri âdeta kendisi yaşarcasına okumalıdır.) Cenâb-ı Hakk’ın (mukâbeleten) Efendimiz’e buyurmuş olduğu selâmı, Peygamber Efendi­miz’in de ilâhî selâma verdiği cevâbı ve Cebrâîl -aleyhisselâm-’ın ke­lime-i şehâdetini hep kendi tarafından (kendisi adına) okumalıdır.”3

Namazı yüksek bir kalbî rikkatle îfâ eden Hak âşıklarının bu ibadetten aldıkları mânevî zevki Mevlânâ Hazretleri şöyle ifâde eder:

“Öyle bir abdest al ki, hiç bozulmasın. Öyle bir namaz kıl ki, hiç bitmesin. Âşığa beş vakit namaz yetmez; beş yüz bin vakit ister. Gerçek âşık, vuslatın bitmesini hiç ister mi?”

Bizim de bu vuslat lezzetinden bol bol istifâde etmemiz için Cenâb-ı Hak insanın beden yapısını, secde etmeye en elverişli şekilde yaratmış ve Yüce Zât’ına yakınlığa vesîle olacak keyfiyette secde etmemizi emretmiştir.

Rabbimiz, lâyıkıyla edâ edilen bir namaza dâir şöyle buyurmaktadır:

“…Namazı (dosdoğru) kıl! (Kâmil mânâda kılınan) namaz, fahşâdan (hayâsızlık, edepsizlik, fuhşiyattan) ve münkerden (dînin ve akl-ı selîmin tasvîb etmediği her şeyden insanı) alıkoyar…” (el-Ankebût, 45)

Dolayısıyla dosdoğru kılınmış makbul bir namaz, kötülük ve hayâ­sızlıktan uzak duran kimsenin kıldığı namazdır. Namazın kişiyi kötülüklerden alıkoyması ise; bu ibadet esnâsında fiilen idrâk edilen kulluk şuurunun, namazdan sonra da devam ettirilmesine bağlıdır. Eğer bir kimse hem namaz kılıyor hem de hak-hukuk çiğneyip Allâh’ı gazaplandıracak cürümlere devam ediyorsa, o, gerçek mânâda namaz kılmıyor demektir. Namazı böyle gâfilâne kılanlar hakkında Yüce Rabbimiz:

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar!” (el-Mâûn, 4-5) buyurmaktadır.

Lokman Hakîm’in nasihatinde ikinci olarak dikkat çektiği EMR Bİ’L-MA‘RÛF, NEHY ANİ’L-MÜN­KER, yani dînin iyi ve güzel gördüğü şeyleri tavsiye edip buna mukâbil kötülükten, günahlardan, şer ve bâtıldan men etmeye çalışmak da, her mü’minin aslî vazifelerindendir.

Mânen belli bir olgunluğa ulaşmış olan bütün sâlih mü’minler, sırf kendi kurtuluşlarıyla yetinmeyip etraflarında kurtaracak başka ruhlar ararlar. Zira kendi kurtuluşlarının, başkalarının da kurtuluşu için gayret etmekten geçtiğinin idrâki içinde yaşarlar. Bu vazifeyi, en tabiî bir îman mes’ûliyeti olarak görürler.

Diğer taraftan, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine lûtfettiği -başta îman ve Kur’ân olmak üzere- bütün nîmetleri onlardan mahrum bulunanlara ulaştırmaya çalışmak, kulun Rabbine en güzel bir şükür ifâdesidir.

Fakat Es’ad Erbilî Hazretleri’nin de ifâde buyurduğu üzere;

“Şü­kür sadece «Yâ Rabbi, Sana şükürler olsun!» demek de­ğildir. Bilâkis Allâh’ın kendisine lûtfettiği (göz, kulak, dil, kalp, akıl, sağlık ve hayat başta olma üzere) bütün nîmetleri yaratılış maksadı istikâmetinde kullanmak demektir. Bununla birlikte şükrün en makbulü ise sârî olan, yani din kardeşlerine fayda veren (hizmetler ve ictimâî) ibadetlerden ibârettir.”4

Hakkı ve hayrı tavsiye edip şer ve bâtıldan sakındırmaya çalışma hizmeti de ictimâî ibadetlerin en başında gelmektedir. Fakat bu hizmeti îfâ edecek mü’minlerin, şahsiyet, karakter, hâl ve davranışları itibâriyle İslâm’ı temsil edebilecek keyfiyette olmaları, yani İslâm’ı evvelâ yaşayışlarıyla sergilemeleri şarttır. Nitekim Mevlânâ Hazretleri de:

“Hâl ile öğüt veren, sözle öğüt verenden iyidir.” buyurarak tebliğ ve irşad hizmetlerindeki tesir bereketinin sırrını hulâsa etmiştir.

Lokman Hakîm’in nasihatinde son olarak dikkat çektiği SABIR mevzuuna gelince; Kur’ân-ı Kerîm’de üzerinde en çok durulan hususlardan biri olan sabır, değişen acı-tatlı şartlar karşısında kalbî muvâzeneyi bozmamak, kulluk dengesini ve gayretini muhafaza etmektir. Hastalık, fakirlik, felâket ve musîbetlerle, bilhassa dînin tebliği ve gâfillerin îkâzı sırasında karşılaşılan eziyetlere Allah için katlanmak; kulunu bunlarla imtihan eden Allah Teâlâ’nın rızâsını celbeder. Böyle durumlarda mü’min, dâimâ peygamberlerin yaşadıkları ağır imtihanları, geçtikleri çile çemberlerini düşünerek kalbî muvâzenesini korumalı, azim ve gayretini tazelemelidir.

Mevlânâ Hazretleri, peygamberlerin en mühim vazifesi olan tebliğ ve irşâdın ne büyük bir sabır işi olduğunu ifâde sadedinde:

“Belâlardan çoğu peygamberlere gelir. Çünkü ham adamları yola getirmek, zaten (başlı başına bir) belâdır.” buyurmuştur.

Fakat yine Mevlânâ Hazretleri, bu gibi iptilâ­lara sabırla tahammül göstermenin insana kazan­dır­dığı kemâlâtı ifâde sadedinde de:

“Gülün dikene katlanması, onu güzel kokulu yaptı.” buyurmuştur.

Zira gül, dikene tahammülü sâyesinde terbiye ve tezkiye olur. Mü’minin mânevî terakkîsinin en mühim şartı da sabır süzgecinden geçmek, yani Allah yolunda başına gelen sıkıntılara âhiretteki mükâfâtını düşünerek sabırla katlanmaktır. Şikâyeti, isyânı, sızlanmayı bir kenara bırakmaktır.

Öte yandan insanı âciz bırakan musîbetlere, fakr u zarûrete sabır kadar; nefsi palazlandırıp azgınlığa sürükleyebilecek olan zenginlik, gençlik, sıhhat ve rahatlığa karşı sabır da çok mühimdir. Hattâ bu durumda, nefis daha kuvvetli olduğundan, onun azgın ihtiraslarına set çekebilmek ve günahların şiddetli câzibesi karşısında onu dizginleyebilmek; nefsin zayıf olduğu fakirlik, hastalık veya ihtiyarlık hâllerine kıyasla çok daha zordur. Dolayısıyla mü’min, hangi şartlar altında olursa olsun, nezih bir takvâ hayatı yaşama irâdesini sabırla muhâfaza etmelidir.]

Lokman -aleyhisselâm- buyurur:

“Mide (fazla) dolarsa, tefekkür uykuya dalar. Âzâlar da ibadetten geri kalır!”

[Tasavvufta nefsi terbiye edip rûhu inkişâf ettirme yoluna girebilmenin en mühim düsturlarından üçü;

1) Az yemek,

2) Az uyumak,

3) Az konuşmaktır.

Lokman Hakîm’in bu nasihatiyle dikkat çektiği az yemek, bütün peygamberlerin, sahâbenin, evliyâullâh’ın ve sâlih kulların şiârıdır. Günümüzdeki pek çok hastalık ve buhranların sebebini teşkil eden ve nice azgınlık ve taşkınlıklara yol açan oburluk, yeme-içmede israf ve her canının çektiğini yemek; takvâ ehli sâlih zâtların tanımadığı bir hayat tarzıdır.

Vücudu aşırı beslemek, insanın gönül âlemine kasvet verir, kalbi hantallaştırır, nefsâniyeti azdırır, rûhâniyeti yaralar, tefekkürü zaafa uğratır. Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“…Biz, acıkmadıkça yemeyen bir kavmiz. Yediğimiz zaman da doyuncaya kadar yemeyiz.” (Halebî, İnsânu’l-Uyûn, III, 299)

“Hiçbir insan, midesinden daha tehlikeli bir kap doldurmamıştır. Hâlbuki kişiye, kendisini ayakta tutacak birkaç lokma yeter. Şayet bir kimsenin mutlaka çok yemesi gerekiyorsa, midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de nefesine ayırsın!” (Tirmizî, Zühd, 47)

“Mü’min, bir bağırsağı ile, kâfir ise yedi bağırsağı ile içer.” (Müslim, Eşribe, 186)

Bu sebeple yeme-içme hususunda ölçüyü kaçırmamak, makbul bir kulluk hayatı için zarûrîdir. Zira aşırı dolu bir mideyle, Hakk’a kulluğun özünü teşkil eden acziyet, ihtiyaç, hiçlik ve yokluğun lâyıkıyla idrâk edilmesi, tevâzu ve mahviyet duyguları içinde dergâh-ı ilâhîye yönelebilmek, Allah korkusu ve sevgisiyle ürperip gözyaşı dökebilmek mümkün değildir.

Yani aşırı tok bir mideyle zâhiren ne kadar ibadet edilirse edilsin, onun gönül feyzi ve huşû hâli noksan olur. Bu ise zâhiren çok gibi görünen nice ibadetin, hakikatte noksan veya kusurlu olmasına sebebiyet verir. Bu bakımdan ibadetleri huşû ile edâ edebilmek, tefekkürde derinleşerek ilâhî hikmet ve ibretlerden lâyıkıyla feyz alabilmek için, helâl ve az bir gıdâ ile iktifâ etmek şarttır.

Mevlânâ Hazretleri bu hakîkati ne güzel ifâde eder:

“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur.”

“Bedenine yağlı ballı şeyleri az ver. Çünkü onu gereğinden fazla besleyen kimse, sonunda nefsânî arzulara düşüyor ve rezil olup gidiyor.”]

Lokman -aleyhisselâm- buyurur:

“Ey oğlum! Horoz senden daha akıllı olmasın! O her sabah, zikir ve tesbîh ediyor, sen ise uyuyorsun!”

[Lokman Hakîm bu nasihatinde de az uyumak düstûruna dikkat çekmektedir.

Ne ibretlidir ki Cenâb-ı Hak bizlere bir îkaz vesîlesi olsun diye, birçok hayvanâtı bile gecenin en feyizli vakti olan seherlerde uyandırıyor. Ahsen-i takvîm olarak yaratılıp mahlûkâ­tın en şereflisi kılınan insanoğlunun bu vakitten gâfil kalması ne hazindir!

Seher vakitleri, zihnin ve kalbin berrak; idrak ve ifâdenin keskin; hâfızanın kuvvetli; mânevî yollarda ilerlemenin sür’atli olduğu müstesnâ zamanlardır.

Cenâb-ı Hak seherlerde îfâ edilen zikre, sâir zamanlardaki zikirden çok daha fazla kıymet vermektedir. Zira yatağın âdeta bir mıknatıs gibi insanı kendine çektiği bir vakitte iba­det­le meş­gûl ola­bil­mek, di­ğer za­man­lar­a göre da­ha zor­dur. Bu sebeple seherleri ihyâ -tâbir câizse- her kişinin değil er kişinin kârıdır. Seherler; tatlı uykuyu sırf Allah rızâsı için terk ederek ilâhî huzûra, yalnızca aşk-ı ilâhî sebebiyle baş koyma zamanıdır. Bu se­bep­le­dir ki ku­lun Rab­bi­ne duy­du­ğu hâ­li­sâ­ne mu­hab­betin apaçık bir ifâ­de­si­dir. Rabbini kâmil mânâda seven bir mü’minin, derin bir gaflet içinde sabahlara kadar uyuması düşünülemez!

Seherlerdeki namaz, duâ, istiğfar, kelime-i tevhid, salevât-ı şerîfe, tefekkür-i mevt ve diğer zikirler, rûha verilen en feyizli gıdâlardır. Kendimizi gafletten muhâfaza edebilmek için, gündüzlere de bu mânevî enerji ile girebilmek pek mühimdir.

Gö­nül­de­ki Allah muhabbetinin seviyesi ne ka­dar­sa, mu­hak­kak ki ge­ce na­ma­zı­na ve tes­bîhâ­ta rağ­bet de o de­re­ce­de te­zâ­hür eder.

Bir kimse İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne:

“–Gece ibadetine kalkamıyorum, bana bir çâre öğret.” deyince şu cevâbı alır:

“–Gündüzleri Allâh’a isyân etme; geceleri O seni huzûrunda durdurur. Geceleyin O’nun huzû­run­da bulunmak, yüce bi­­r şereftir. Günah­kâr­lar bu şerefi hak edemezler!”

Gece ibadetinin mânevî hazzını ve feyzini tadan sâlih zâtlar, seherlerin hiç bitmemesini arzu etmiş, tefekkür-i mevtte derinleşmenin getirdiği hissiyât ile de; “Ben ölümden korkmazdım, lâkin o, benimle gece namazımın arasına girmektedir.” demişlerdir.

Hakîkaten her­kes uyur­ken ibadetle meş­gul olmak, Rabbi­­miz’­in çok husû­sî mu­hab­bet ve mâ­ri­fet mec­li­si­ne dâ­hil olan seçilmiş kul­la­rın­dan ol­mak de­mek­tir. Bu sebeple gönül eh­li nazarında seherlerden da­ha fe­yiz­li bir za­man ola­maz. Bu hu­sus­ta âyet-i ke­rî­me­ler­de şöy­le bu­yru­lur:

“Gecenin bir kısmında O’na secde et; gecenin uzun bir bölümünde de O’nu tesbîh et! Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin bir günü (âhireti) ihmâl ediyorlar.” (el-İnsan, 26-27)

“(O mut­ta­kî kim­se­ler, ge­ce­le­ri na­maz kıl­mak ve is­tiğ­fâr et­mek için) yan­la­rı­nı (tat­lı) ya­tak­la­rın­dan kal­dı­rır­lar. Rab’­le­ri­ne, azâ­bın­dan kor­ka­rak ve rah­me­ti­ni uma­rak duâ eder­ler…” (es-Sec­de, 16)

“(O mut­ta­kî­ler) ge­ce­le­ri pek az uyur­lar, se­her va­kit­le­rin­de de is­tiğ­fâ­ra de­vam eder­ler­di.” (ez-Zâ­ri­yât, 17-18)

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efen­di­miz de seherlerin gönül feyzinden mahrum kalmamamız için şu tavsiyede bulunmuşlardır:

“Ge­ce iba­de­ti­ne dik­kat edi­niz! Çün­kü o, siz­den ön­ce­ki sâ­lih kim­se­le­rin âde­ti­dir. Şüp­he­siz ge­ce iba­de­te kalk­mak, Al­lâh’a yak­laş­ma­ya ve­sî­le­dir. (Bu iba­det) gü­nah­lar­dan alı­koyar, ha­tâ­la­ra ke­fâ­ret olur ve be­den­den dert­le­ri gi­de­rir.” (Tir­mi­zî, De­avât, 101)

Seher vakitlerini ibadetle ihyâ etmekten geri kalmak ise, mühim bir kayıp ve hüsrandır. Şu hâdise, bu gerçeğe ne güzel işâret etmektedir:

Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah -radıyallâhu anh- buyurur:

“Allah Rasûlü’nün sağlığında rüyâ gören bir kimse, onu Peygamber Efendimiz’e anlatırdı. Ben de bir rüyâ görmeyi ve onu Efendimiz’e anlatmayı çok isterdim. O zaman bekâr bir delikanlı idim ve mescidde uyurdum.

Bir defasında rüyamda iki melek beni cehenneme götürdüler. Baktım ki o, kuyu duvarı gibi örülmüş olup kuyununki gibi iki direği vardı. Şaşırdım, orada kendilerini tanıdığım bir kısım insanlar da bulunmaktaydı. Ben:

«–Cehennemden Allâh’a sığınırım! Cehennemden Allâh’a sığınırım!» diye haykırdım. O sırada bir başka melek gelip bana:

«–Korkma, sana bir şey olmayacak!» dedi.

Bu rüyâyı ablam Hafsa’ya anlattım, o da Allah Rasûlü’ne anlatmış. Bunun üzerine Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurmuş:

«–Abdullah ne güzel ve ne iyi bir adamdır! Bir de geceleyin namaz kılmış olsaydı!..»

Abdullah -radıyallâhu anh-, o günden sonra gecenin büyük bir kısmını ibadetle geçirir, çok az uyurdu. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 19)

Velhâsıl mü’min, seherlerini Allah ve Rasûlü’­nün tâlimatları istikâmetinde değerlendirebilirse gecesi gündüzünden daha nurlu, daha aydınlık olur. Nitekim büyük velîlerden Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri; “Geceler gündüz hâline gelmeden bana hiçbir sır fetholunmadı.” buyurmuştur.]

Lokman -aleyhisselâm- buyurur:

“Yavrucuğum! Sükût ettiğim için aslâ pişman olmadım. Söz gümüşse sükût altındır.”5

“Sükût, hikmettir; ancak yapanı az bulunur.”6

[Lokman Hakîm bu nasihatinde de az konuşmak düstûruna dikkat çekmektedir.

Sükût; âlimlerin süsü, câhillerin örtüsüdür. Sükût zırhına bürünen insan, pek çok tehlikeden korunmuş olur. Bilhassa haset ehlinin zehir saçan nazarlarından kurtulur. Bu itibarla insan çok konuşmaktan ziyâde, bol bol sâlih ameller işlemeli, hayırlı ve güzel işler ortaya koymalıdır. Yoksa bol bol konuşup da yapacağı güzel şeyleri anlatmaktan, onları yapmaya fırsat bulamayan bir insan, derin bir gaflet ve aldanış içinde demektir.

Nefsi dizginleyerek yapılan bir sükût, yerine göre câhillere verilmiş en fasih bir cevap olur. Nitekim İslâm âlimleri; “Ahmağa verilecek en güzel cevap, sükûttur.” demişlerdir. Şu hâdise bunun ne güzel bir misâlidir:

Bir gün Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ashâb-ı kirâmın arasında otururken, bir kişi gelip Hazret-i Ebû Bekir’e hakaret etti. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- cevap vermeyip sükût etti. O kimse ikinci defa aynı şekilde hakaret etti. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- yine sükût etti. Adam üçüncü defa hakaret edince, Ebû Bekir -radıyallâhu anh- daha fazla dayanamayıp ona hak ettiği cevâbı verdi. Bunun üzerine Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- hemen oradan kalkıp yürümeye başladı. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ardından yetişerek:

“–Yâ Rasûlâllah, yoksa bana darıldınız mı?” deyince Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz:

“–Hayır, darılmadım. Semâdan bir melek inmiş, o kimsenin sana söylediklerini yalanlıyor, senin adına ona cevap veriyordu. Sen karşılık verip intikamını alınca melek gitti, onun yerine şeytan geldi. Bir yere şeytan gelince ben orada durmam!” buyurdular. (Ebû Dâvûd, Edeb, 41/4896)

Öte yandan, susmak gerekirken konuşmak kadar, konuşmak gerekirken susmak da ayrı bir hatâdır. Zira hakkın zâyî olacağı durumlarda yanlışa müdâhale etmeyip sessiz kalmak, ağır bir vebâl sebebidir. Nitekim Ebû Ali ed-Dekkâk Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“Hakkı söyleme mevkiinde olup da susan, dilsiz şeytan gibidir.”

Konuşmak veya sükût etmek bahsinde mü’­min­ler olarak hepimizin ölçüsü; Peygamber Efen­dimiz’in şu tâlimâtına riâyet etmek olmalıdır:

“Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kişi, ya hayır söylesin ya da sussun!” (Buhârî, Edeb, 31, 85; Müslim, Îman, 74)

Dolayısıyla insanın mutlakâ konuşması lâzımsa, sükûttan daha kıymetli olan, kalplere huzur verip ruhları dinlendiren hikmetli sözler söylemelidir. Böyle güzel sözler söyleyebilmek için de evvelâ, hikmetli sözleri rûha sindirerek yaşamak îcâb eder. Nitekim Cenâb-ı Hak da insana, çok dinleyip az ve öz konuşması için iki kulak, bir dil bahşetmiştir. Bu hakîkate dikkat edilmediği takdirde ise, Şeyh Sâdî-i Şîrâzî’nin ifâdesiyle:

“Her kim düşünmeden konuşursa, sözü çoğu kere yanlış olur.”

Bunun içindir ki Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da:

“Ne söylediğini, kime söylediğini ve ne zaman söylediğini iyi düşün!” buyurmuştur.

Ayrıca sözü haddinden fazla uzatmak, insanı kısa zamanda gözden düşürür. Zira Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi; “Uzun sözü, maksadını anlatamayan söyler.” Böyle uzun konuşanı da kısa dinlemek gerekir.]

Cenâb-ı Hak, sükûtumuzu tefekkür, bakışımızı ibret, konuşmamızı hikmet eylesin. Ömür sermâyemizi rızâsı istikâmetinde en verimli şekilde değerlendirme firâsetini hepimize lûtfeylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar: 1. Buhârî, Ezân, 18. 2. Tirmizî, Salât, 166.  3. M. Es’ad Efendi, Mektûbât, s. 33, no: 10. 4. M. Es’ad Efendi, Mektûbât, s. 67, no: 38. 5. Ahmed, ez-Zühd, s. 44, no: 272. 6. Ahmed, ez-Zühd, s. 88, no: 545.