Kul Hakkı Hassâsiyeti

Yıl: 2009 Ay: Aralık Sayı: 58

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, bir gün ashâbı ile sohbet ederken, onlara, kul hakkı husûsunda gösterilmesi gereken titizlikle alâkalı, Benî İsrâîl’in sâlihlerinden iki kişi arasında cereyân eden şöyle bir vak’a nakletmişlerdir:

“Sizden önce yaşayanlardan bir kişi, bir kimseden akar (gelir getiren mülk) satın aldı. Bu akarı satın alan kimse, orada, toprağa gömülü bir vaziyette, içinde altın bulunan bir küp buldu. Toprağı kendisine satan kimseye gelerek:

«–Altınını al! Ben senden toprak satın aldım, altını satın almadım!» deyince (arsayı) satan kimse:

«–Ben sana arâzîyi içinde bulunan her şeyiyle birlikte sattım!» dedi.

(Kul hakkı ve helâl lokma husûsunda takvâ sahibi olan bu iki kişi, aralarında anlaşamayınca bir hâkime mürâcaat ettiler. Hâkim, onları gıpta ve hayranlıkla dinledikten sonra:)

«–Sizin çocuklarınız var mı?» dedi.

Onlardan biri, oğlunun; diğeri de, kızının olduğunu söyledi. (Bunun üzerine) hâkim:

«–Oğlunuzla kızınızı evlendirin! Bu paradan ikisi için harcayın ve tasaddukta bulunun!» dedi.” (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Akdiye, 21; İbn-i Mâce, Lukata, 4)

İşte İslâm’ın mü’min gönüllere yerleştirmek istediği gönül hassâsiyeti… Bir müddet sonra bırakılıp gidilecek ve zerrelerine kadar hesabı verilecek olan fânî nîmetler yüzünden ebedî hayatını tehlikeye atmama firâsetinin canlı bir misâli… Günümüzün materyalist ve menfaatperest zihniyetlerinin kâbına varamayacağı bir gönül olgunluğu…

Fânî hevesler uğruna ilâhî hudutları çiğnemenin, ne kadar dehşetli bir aldanış olduğunu ümmetine her fırsatta tebliğ buyuran Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de bizzat kendi hayatlarında kul hakkı hassâsiyetinin müstesnâ örneklerini sergilemişlerdir.

Nitekim Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in vefâtından önce mü’minlere yaptığı son hitâbında dahî kul hakkına riâyeti vurgulaması, bu hususta ne kadar hassas olduğunun en bâriz misallerinden biridir. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bu son hitaplarında bir ara şöyle buyurdular:

“Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa onu hemen ödesin, dünyada rezil rüsvâ olurum diye düşünmesin! İyi biliniz ki, dünya rüsvâlığı, âhirettekinin yanında pek hafif kalır.” (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319)

Sonsuz bir saâdet diyârı olan âhiret yurdu yanında, geçici dünya hayatının hangi güzelliği kayda değebilir? Bu hakîkat dolayısıyla insan, kendisine bir defâya mahsus olarak ihsân edilmiş olan şu hayâtı, en güzel bir sûrette amel-i sâlihlerle değerlendirmeye gayret etmeli, temiz bir vicdanla huzûr-i ilâhîye çıkabilmenin arzusu içinde olmalıdır.

Bu titizlik içerisinde bilhassa ağza giren lokmaya ve beraber olunan kişilerin hâl ve hareketlerine dikkat etmek lâzımdır. Çünkü insan, hayatı boyunca bu iki şeyin kuvvetli tesiri altında bulunmaktadır. Nitekim yenilen lokma, helâliyeti nisbetinde sahibini helâle, haramlığı ölçüsünde de sahibini harama sürüklerken, beraber bulunulan kişilerle olan yakınlık da zamanla zihnî yakınlığa ve daha sonra kalbî yakınlığa dönüşür. Bunun için sâlih ve sâdıklarla beraber olmaya gayret etmek lâzımdır.

Bunun yanında kul hakkı irtikâbı da, insanın mâneviyâtı üzerinde menfî bir tesir icrâ eder ve çok ağır bir haramdır.

İnsanların hâlis ve sâlih ameller işlemeye muvaffak olamamalarının başlıca sebebi; harama, şüpheli şeylere ve kul hakkına yeterince dikkat etmemeleridir. İbâdetlerde huzur ve huşû hâlinde bulunabilmek, zevkle ve gözyaşı dökerek Allâh’ın emirlerini îfâ edebilmek; ancak kul hakkından sakınarak titiz bir takvâ hayâtı yaşamaya bağlıdır.

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in, bizim kul hakkı husûsundaki hassâsiyetimizi artırmamız için buyurmuş olduğu şu sözler, ne kadar ibretli bir tâlimattır:

“Nihâyet ben de bir insanım! Aranızdan bazı kimselerin hakları bana geçmiş olabilir. Kimin malından sehven (bilmeyerek) bir şey almışsam, işte malım gelsin alsın! İyi biliniz ki, benim katımda en sevimli olanınız, varsa hakkını benden alan veya hakkını bana helâl eden kişidir. Zira Rabbime, ancak bu sâyede helâlleşmiş olarak ve gönül rahatlığı ile kavuşmam mümkün olacaktır…”

Bu sözleri dinleyen bir adam ayağa kalkarak:

“–Bir kişi, Siz’den istekte bulununca, ona üç dirhem vermemi emretmiştiniz, ben de vermiştim.” dedi. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

Doğru söylüyorsundur. Ey Fadl bin Abbâs, buna üç dirhem ver!” buyurdu. Sonra şöyle duâ etti:

“Allâh’ım! Ben, ancak bir insanım. Müslümanlardan kime ağır bir söz söylemiş veya onu incitecek şekilde vurmuşsam, Sen bunu onun hakkında temizliğe, ecre ve rahmete vesîle kıl!” (Ahmed, III, 400)

“Allâh’ım! Ben hangi mü’mine ağır bir söz söylemişsem, o sözümü kıyâmet gününde kendisi için, Sana yakınlık vesîlesi eyle!” (Buhârî, Deavât, 34)

Efendimiz’in bu emsâlsiz davranışı, toplumun en alt kademesindeki bir kimseden en üst makâmındaki idârecilere varıncaya kadar herkesin ibret alması gereken bir numûnedir. Ne büyük bir fazîlettir ki, bütün âlemlerin, yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, te’yîd-i ilâhîye mazhar olmasına ve bütün mâsûmiyetine, yani günahtan korunmuşluğuna rağmen, üstünde kul hakkı olabileceğini ifâde buyurmuş ve ashâbına kimin hakkı varsa gelip kendisinden almasını açıkça îlân etmiştir. Böylece, helâlleşmenin ehemmiyetine müstesnâ bir misâl olmuştur.

Bu sebeple insan, bilerek veya bilmeyerek bir kul hakkına girmişse, vakit kaybetmeden ve ne pahasına olursa olsun helâlleşmeli, sonra da tevbeye sarılmalıdır. Zira dünyada utanmak ve sıkıntı çekmek, âhirettekilerin yanında çok basittir. O gün, boynuzsuz koyun bile, kendisine zarar veren boynuzlu koyundan hakkını alacak ve kimsenin hakkı kimsede kalmayacaktır. (Bkz: Müslim, Birr, 60; Tirmizî, Kıyâmet, 2)

Yâ Rabbi! Kul hakkına girmekten bizleri muhâfaza buyur! Rahmetine nâil olacak bir hayat yaşayıp, cümlemizi sevdiğin, sevdirdiğin ve sevindirdiğin sâlih kullar zümresine ilhâk eyle!

Âmîn…