İstikâmet Rehberimiz

Şebnem Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Mart Sayı: 169

Fert ve toplumlar, yüksek bir şahsiyet ve karakter ortaya koyan kimselere tâbî olurlar. Zira insanlar şahsiyet ve karaktere hayrandır.

Ashâb-ı kirâm da, Cenâb-ı Hakk’ın hususî terbiyesi altında yetişen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in muhabbet ve merhamet toprağında yeşerdi. O’nun rehberliğinde, târiflere sığmayan bir aşk iklîminde İslâm’ı yaşadılar. Nitekim onların ibadetlerindeki rûhâniyet, muâmelâtlarındaki zarâfet, ahlâklarındaki nezâket, gönüllerindeki letâfet, duygularındaki derinlik ve incelikler, hep O Varlık Nûru’ndan akseden rûhânî parıltılardır.

Meselâ âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir merhamet ummânı idi. Gönlünden dâimâ rahmet tevzî etti. Hiçbir zaman kalp kırmadı, hiçbir zaman gönül incitmedi. Rabbimiz, ümmetinin sıkıntıya uğramasının, O’nun “raûf” ve “rahîm” olan rakik gönlüne çok ağır geldiğini bildiriyor.[1]

O’nun bütün gayreti, insanlığın ebedî kurtuluşu içindi. Bütün çabası, insanoğlunun Cennet’e nâil olması ve Cemâlullah ile buluşması istikâmetinde idi.

Ashâb-ı kirâm da gönüllerinden rahmet taşırmanın gayreti içinde oldular. O’nun nurlu izinde yürümek azmiyle ashâb-ı kirâmın da hiç boş vakti olmadı. Gönüllerindeki merhametin bir neticesi olarak dâimâ hizmete koştular. Yorgunluk nedir bilmediler, hizmetle dinlendiler.

Meselâ Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın hilâfeti esnâsında söylemiş olduğu şu ifâdeler, ashâbın gönlündeki hizmet aşkını ve ufkunu ne güzel aksettirmektedir:

“Hayatta olursam -inşâallah- halkın içinde bir sene gezeceğim. Biliyorum ki insanların, bana ulaşmayan ihtiyaçları var. Vâlileri o ihtiyaçları bana bildirmiyor, kendileri de bana ulaşamıyorlar.

Şam’a gideceğim, iki ay orada kalacağım. Sonra Cezîre’ye gidip iki ay orada kalacağım. Sonra Mısır’a gidip iki ay orada kalacağım. Sonra Bahreyn’e gidip iki ay orada kalacağım. Sonra Kûfe’ye gidip iki ay orada kalacağım. Sonra Basra’ya gidip iki ay orada kalacağım. Vallâhi o sene ne güzel bir sene olacak!” (Taberî, Târîh, Beyrut: Dâru’t-Türâs, 1387, IV, 201-202)

Yine Vehb bin Kebşe’nin Çin’de, Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin İstanbul’da bulunan kabr-i şerîfleri gönüllerindeki hizmet aşkının ve ufkunun bir tezâhürüdür.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insanlığın ebedî kurtuluşu için büyük fedakârlıklar sergiledi. En ağır çilelere katlandı. Buna rağmen hiçbir zaman hâlinden şikâyet etmedi, yüzünü ekşitmedi. Açlığına aldırış etmeden, karnına taş bağlayarak Ashâb-ı Suffeʼye Kurʼânʼı tâlim etti.

Tâifʼte taşlandığı o zor anda bile:

“Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam!” niyâzında bulundu. (Bkz. İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35; Buhârî, Bed’ül-Halk, 7)

Ashâb-ı da aynı şekilde yaşadı.  Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Bu tebliğ mektubunu krallara kim götürecek?” dediği zaman, sahâbenin yaşlısı-genci hiç düşünmeden ayağa kalkarak:

“–Yâ Rasûlâllah! Bu şerefi bana lûtfediniz!” dediler.

Allah Rasûlü’nün bir arzusunu yerine getirebilmek uğruna, her türlü fedakârlığı göze aldılar. Hiçbir mâzeret öne sürmeden, canla-başla hizmete tâlip oldular.

Hâlbuki sarp dağlar ve ıssız çöller aşarak binbir meşakkatle gidilecek yabancı beldelerde, kralların kelle uçurmaya hazır cellâtlarının önünde Allah Rasûlü’nün mektubunu okumaya tâlip olmak, mutlak bir ölümü göze almak demekti. Fakat onlar, büyük bir îman cesaretiyle bu fedakârlıkları seve seve îfâ ettiler.

Hazret-i Ömer Şam’a giderken deveye kölesiyle beraber nöbetleşe bindi. Sırayı hiç aksatmadı. Bedir’den dönüşte sahâbîler, kendi develerine esirleriyle nöbetleşe bindiler.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Huneyn Gazvesi neticesinde bir savaş ganimeti olarak kendilerine verilen köleleri âzâd edince, sahâbîler de aynı fazîletten nasîb alabilmek için gönül hoşnutluğu içinde:

“–Bizler de esirlerimizi Allâh’ın Peygamberi’ne hibe ettik!” diyerek esirleri âzâd ettiler.[2] O gün 6.000 esir karşılıksız serbest bırakıldı. Ayrıca ganimet olarak alınan mallardan 24.000 deve, 40.000 koyun ve 4.000 ûkıyye (yaklaşık 500 kg.) gümüş iâde edildi. (İbn-i Hişâm, IV, 135; Vâkıdî, III, 943, 950-954)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir kişinin hidâyete gelmesiyle tarifsiz bir sevince gark oluyordu. Tâif’te taşlandı, lâkin Addâs’ın hidâyet bulmasıyla Efendimiz’in yüzünde güller açtı. Çok büyük bir sevinç yaşadı.

Ashâb-ı kirâm da bu sebeple insanları hidâyetle buluşturmanın, dâimâ gönül kandillerini uyandırmanın azminde oldular. Çin’e, Semerkand’a, Afrika’ya gittiler, İstanbul’a geldiler. Türkiye’mizin pek çok vilâyetinde sahâbî kabirleri mevcut. İşte ashâb-ı kirâm, bu dünyada Efendimiz’le olan beraberliklerini âhirete taşımanın heyecanı içerisinde yaşadılar. Bir kişinin hidâyet bulması için her türlü cefâya katlandılar.

Yine Efendimiz’in gönlü affedicilikte muazzam bir derya misâliydi. Mekke Fethi’nde kendisine yirmi küsur sene zulmedenlere karşı af ilân etti. Tam kısas yapma zamanıydı. Kızı Zeyneb’i hicret esnâsında deveden düşürerek şehid eden Hebbar bin Esved; “Lâ ilâhe illâllah, Muhammedü’r-Rasûlullâh” diyerek gelince, ona dahî; “Niçin kızımı deveden düşürüp şehid ettin.” demedi, bu çirkin hareketini yüzüne vurmadı. Hattâ ona hakâret edilmesini ve târizde bulunulmasını bile yasakladı. (Bkz. Vâkıdî, II, 857-858)

Uhud günü yaşanan bir kargaşada Huzeyfe -radıyallâhu anh-’ın müslüman olan babası, yanlışlıkla yine müslümanlar tarafından şehid edilmişti. Bunun üzerine Huzeyfe -radıyallâhu anh- onlara sadece:

“–Allah sizleri mağfiret eylesin!” demekle yetindi. Hazret-i Urve -radıyallâhu anh- der ki:

“–Allâh’a yemin ederim ki, Huzeyfe’nin bu âlicenaplığı ve affediciliği, Azîz ve Celîl olan Allâh’a kavuşuncaya kadar hep devam etmiş, müslüman olan babasını yanlışlıkla şehîd edenlere devamlı duâ ve istiğfarda bulunmuştur.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 22)

Hattâ Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, babasının diyetini verdiğinde Huzeyfe -radıyallâhu anh- bu malı fakir müslümanlara tasadduk etmiştir. (Ahmed Naîm, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Ankara 1983, II, 468)

Efendimiz îsar hâlindeydi. Kendisi ihtiyaç içinde olsa bile, ümmetinin muhtaçlarını kendine tercih ediyor, onlara infak ediyordu. Gelen ganimetlerin hepsini, hiç bekletmeden ihtiyaç sahiplerine dağıtıyordu. Dağıtmakla huzur buluyor, açları doyurmakla âdeta kendi açlığını unutuyordu. Hendek savaşına hazırlanırken açlığın ortalığı kasıp kavurduğu bir ortamda Hazret-i Câbir’in yemek dâvetine sadece kendisi gidebilirdi. Lakin öyle yapmadı. Bütün ashâbını dâvet etti. Onların her birini doyurmadan kendileri bir lokma dahî almadılar.

Yine bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Benî Nadîr’den alınan ganimetleri Muhâcirler’e taksim etmiş, Ensâr’dan da ihtiyacı olan üç kişiden başkasına vermemişti. Daha sonra Ensâr’a hitâb ederek:

“–Dilerseniz daha önce Muhâcirler’e verdikleriniz onlarda kalır, siz de bu ganimetten pay alırsınız. Dilerseniz verdiklerinizi geri talep eder, bu ganimetin tamamını onlara bırakırsınız.” buyurmuştu.

Bunun üzerine Ensâr büyük bir diğergâmlıkla, mü’min kardeşlerini kendilerine tercih ederek şu güzel cevâbı verdiler:

“–Yâ Rasûlâllah! Muhâcir kardeşlerimize hem mallarımızdan ve evlerimizden hisse veririz, hem de ganimetin tamamını onlara bırakırız.”

Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Muhâcirlerden önce (Medîne’yi) yurt edinen ve îmâna sarılan Ensâr, kendilerine hicret edenleri severler. Onlara verilen şeylerden ötürü gönüllerinde bir sıkıntı ve rahatsızlık duymazlar. İhtiyaç içinde kıvransalar dahî, mü’min kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, gerçekten felâha erenler işte onlardır.” (el-Haşr, 9) (Râzî, XXIX, 250; Kurtubî, XVIII, 25)

İşte ashâb-ı kirâm bu hissiyatla yetişti. Bu sebeple Yermük Harbinde bir testi su, sıcak çöl kumları üzerinde can veren üç şehidin arasında kaldı.[3] Hepsi de suya en fazla ihtiyaç duydukları bir anda, din kardeşini kendilerine tercih ettiler.

Yine infak âyetleri nâzil olmaya başladığı zaman, verecek hiçbir şeyi bulunmayan fakir sahâbîler, yarı çıplak bir vaziyette dağlara çıktılar, odun kestiler ve onları sırtlarında getirip çarşıda sattılar. Kazandıklarını da getirip Efendimiz’in önüne koydular.

Ashâb-ı kirâmın hayatı böyle sayısız sehâvet misalleriyle doludur.

Mesela Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, malını-mülkünü İslâm hizmetinde defalarca tamamıyla sarf etmiştir. Müşrik sahiplerinden işkence gören Hazret-i Bilâl gibi köleleri âzâd etmiş, ilerleyen yıllarda da, Tebük gibi seferlerde varını-yoğunu Hak yoluna vakfetmiştir.

Erkam -radıyallâhu anh- Mekke-i Mükerreme’de evini hizmet ve tebliğ faaliyetlerine tahsis etmiştir.

Sa‘d bin Rebî, muhâcir kardeşi Abdurrahman bin Avf’a bütün malının yarısını teklif etmiştir.

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- Medîne’de müslümanların su ihtiyacını karşılamak için Rûme Kuyusu’nu büyük bir meblağ karşılığında satın alarak tasadduk etmiş ve kendisi de o kuyudan su almak için sıraya girmiştir.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen ve kâinâtın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sahip olduğu bütün ulvî haslet ve fazîletlere rağmen dâimâ « لاَفَخْرَ » yani “Övünmek yok!” buyurarak tevâzû ve mahviyet içerisinde bulunmuştur.

Ashâb-ı kirâm da dâimâ tevâzû üzere yaşamışlardır. Meselâ Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, halîfe olmadan önce çevresindeki yetim kızların koyunlarını sağıverir, ihtiyaçlarını karşılardı. Halîfe olduktan sonra komşuları, artık onun bu hizmetleri yapamayacağını düşünmeye başlamıştı. Ancak değişen bir şey olmadı. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- o kadar meşgûliyetin içinde bile aynı hizmetine devam etti.

Yine Selman -radıyallâhu anh- Medâin vâlisiyken, Şam’dan bir tüccar gelmişti. Tüccar, yükünü taşıyacak bir hamal ararken, karşısına, sırtında bir aba olan Selman -radıyallâhu anh- çıkıverdi. Onu tanımadığı için de:

“–Gel şunu taşı!” dedi.

Selman -radıyallâhu anh- hiç itiraz etmeden yükü sırtlandı. Halk, vâliyi birinin yükünü taşırken görünce adama hemen durumu îzah ettiler. Şamlı tüccar derhâl özür dileyip yükü almaya çalıştıysa da Selman -radıyallâhu anh-:

“–Zararı yok, yükü evine götürene kadar sırtımdan indirmeyeceğim.” karşılığını verdi. (İbn-i Sa‘d, Tabakât, IV, 88)

Velhâsıl ashâbın gönlünde hiçbir sevgi, Allah ve Rasûlullah sevgisinin önüne geçmedi. Ne mal-mülk, ne çoluk-çocuk, ne de can sevgisi… Zira bunların hepsi dünyada kalacak, Allah ve Rasûlü’nün sevgisi ise, ebedî saâdetin gönül sermâyesi olacaktır.

Rabbimiz, bizleri de Habîbi’ni yakından tanıyıp O’nun güzel ahlâkı ile ahlâklanan sâlih ve sâliha kullarından eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Bkz. et-Tevbe, 128.

[2] Buhârî, Meğâzî, 54; İbn-i Hişâm, IV, 134-135.

[3] Bunlar; Hâris bin Hişâm, İkrime bin Ebî Cehl ve Iyâş bin Ebî Rebîa idi.