İslâm’da İstikamet (Kur’ânî Tâlimatlar 17)

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2020 Ay: Mayıs, Sayı: 183

KADİR GECESİ

Âişe -radıyallâhu anhâ-, Peygamber Efendimiz’e bir gün sordu:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Kadir Gecesi’nin hangi gece olduğunu bilecek olursam, o gece nasıl duâ edeyim?”

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şu duâyı tâlim buyurdu:

اَللّٰهُمَّ اِنَّكَ عَفُوٌّ كَر۪يمٌ تُحِبُّ الْعَفْوَ فَاعْفُ عَنّ۪ى

“Allâh’ım! Sen çok affedicisin, sonsuz kerem sahibisin, affetmeyi seversin. Beni bağışla!” (Tirmizî, Deavât, 84)

Cenâb-ı Hak, çok cömerttir. O’nun muazzam kereminin en güzîde şâhidi, kullarına ikrâm ettiği Kadir Gecesi’dir. Kerîm olan yüce Allah; bu geceyi ihyâ edene, 1000 aydan daha fazla ecir bağışlamaktadır. 1000 ay; 80 küsur sene, nicesinin bir ömründen fazlası…

Düşünmeli;

O’nun bu muazzam cömertliğine bizim nasıl bir hamd ve şükür ile mukabelede bulunmamız îcâb eder!

İKİ BÜYÜK KIYMET

Cenâb-ı Hak, bu büyük mükâfâtı kime ve hangi vesile ile ihsân eyledi?

Yüce Allah; bu müstesnâ lütfu, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ihsân eyledi ve Kur’ân-ı Kerim vesilesiyle ikrâm eyledi…

Demek ki, Cenâb-ı Hak katında en kıymetli iki varlık; Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve yüce Kelâmullah’tır.

Öyleyse, bizler de;

  • Kur’ân-ı Kerîm’i gönlümüzde ve hayatımızda bütün ihtişamıyla hem yaşayıp hem de yaşatırsak,
  • Hayatımızı Kur’ân ve Sünnet’in tâlimatlarıyla tezyîn edebilirsek,
  • Evlâtlarımızı Kur’ân ve Sünnet ikliminde yetiştirip, onlara İslâm şahsiyet ve karakterini mîras bırakabilirsek, Allah katında değerli oluruz.

Çünkü;

  • Cibrîl -aleyhisselâm- Kur’ân’ı indirdi, meleklerin en fazîletlisi oldu.
  • Kur’ân, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e indi. O, bütün rasûllerin seyyidi oldu. Âlemlere rahmet oldu.
  • Kur’ân; ümmet-i Muhammed’e geldi, o ümmet, ümmetlerin en hayırlısı oldu.
  • Kur’ân; Ramazan ayında indi, o ay, ayların en hayırlısı oldu.
  • Kur’ân; Kadir Gecesi’nde indi, o gece, bin aydan daha hayırlı oldu. Bütün gecelerin en hayırlısı ve en fazîletlisi oldu.

Ey mü’min!.. Eğer Kur’ân senin kalbine ve hayatına rehber olursa, insanların en hayırlısı olursun!

GECELERDE…

Kadir Gecesi ile alâkalı bir incelik de, Cenâb-ı Hak tarafından onun geceler arasına saklanmış olmasıdır. Bu vesileyle, onu aramak ve bulmak için bütün geceleri ihyâ etmek teşvik edilmiştir. Bu kıvâma ulaştırması için irşâd edici olarak ehl-i kalbe tavsiye edilen şu darb-ı mesel ne güzeldir:

“Her gördüğünü Hızır, her geceyi kadir bil!”

Abdullah İbn-i Mes‘ud -radıyallâhu anh-;

“Kim, bütün seneyi ihyâ ederse Kadir Gecesi’ne erer.” buyurarak bu arayışı bütün seneye yaymanın lüzumunu ifade eder.

Hazret-i Mevlânâ da bu hakikati şöyle ifade eder:

“Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı, geceler arasında gizlenmiş «Kadir Gecesi» gibidir. Böyle olması da rûhun her geceyi denemesi, her geceyi ibâdetle geçirmesi içindir.

Ey genç! Bütün geceler Kadir Gecesi değildir ama, her gecenin Kadir Gecesi olması ihtimali yok değil!”

Nitekim Cenâb-ı Hak; Cuma günü, duâların kabul olduğu müstecab vakti gizlemiştir. İsimleri arasına İsm-i Âzam’ı gizlemiştir. Gizlemiştir ki; kulları arasın, ararken ibâdette devamlılığı ve istikameti öğrensin.

DEVAMLILIK

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Amellerin Allah Teâlâ’ya en sevimli olanı, az da olsa devamlı yapılanıdır.” (Müslim, Müsâfirîn, 218)

Ramazân-ı şeriflerde ibâdete teksif olunduktan sonra, bayramın akabinde, tekrar eski hayata dönmek; ibâdetten asıl maksat olan istikamet ve devamlılık şuuruna muvâfık değildir.

Çünkü; Ramazân-ı şerifte yaptığımız ibâdetlerin, tevbe ve istiğfarların, verilen zekâtların, hayır ve hasenatların ve Kadir Gecesi’ni idrâk ederek gerçekleştirilen cümle tâatlerin kabulü, yine Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsânına bağlıdır.

Bu sebeple, selef-i sâlihîn; Ramazân-ı şerîfi idrak ve ihyâ etmeyi yeterli görmemiş, ardından da altı ay boyunca Ramazân-ı şerifteki ibâdetlerin, hayr u hasenâtın kabulü için duâlar etmişlerdir.

Muallâ bin Fadl -rahmetullâhi aleyh- şöyle der:

“Selef-i sâlihîn; Cenâb-ı Hakk’a, altı ay kendilerini Ramazân’a ulaştırması için duâ ederlerdi. Geri kalan altı ayda da idrâk ettikleri Ramazân’ı kabul buyurması için duâ ederlerdi.”
(Kıvâmu’s-Sünne, et-Terğîb ve’t-Terhîb, II, 354)

Demek ki; bu ömür takvimindeki Ramazanlar, bayramlar, kurbanlar, kandiller, bize devamlılığı ve istikameti öğretmek sırrına mâtuftur.

Tam tersine hareket ederek; sadece böyle anlarda ibâdet edip, diğer zamanlarda rehâvete kapılmak, Cenâb-ı Hakk’ın murâdını anlamamak olur.

Her ibâdetin insana kazandıracağı ayrı bir husûsiyet vardır. Oruç ibâdetinde sabır tâlimi çok mühim bir yer tutar.

Ramazan-ı şerif, bize sabır kazandırmalıdır.

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِر۪ينَ

“Allah sabredenlerle beraberdir.” (el-Bakara, 153)

وَاللّٰهُ يُحِبُّ الصَّابِر۪ينَ

“Allah sabredenleri sever.” (Âl-i İmrân, 146)

Bir rivâyette şöyle buyurulur:

“Sabır üçtür:

  • Musîbetlere karşı sabır,
  • Kullukta sabır ve
  • Günah işlememekte sabır…” (Süyûtî, II, 42; Deylemî, II, 416)

Yani;

Gözün haramlara, kerâhetli manzaralara ve menfî ekranlara karşı sabrı mühimdir. Kulağın dedikodulara ve mâlâyânîlere karşı sabrı, mühimdir. Mevlânâ buyurur:

“Sözün maskarası olma!”

Kezâ;

Dilin boş konuşmalara ve lâubâlî sözlere karşı sabrı mühimdir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Ya hayır söyle yahut sus!” (Bkz. Müslim, Îmân, 77)

Kezâ;

Kalbin türlü türlü vesveselere ve heveslere karşı sabrı da, çok mühimdir.

Bu sabır ve düsturlar çerçevesinde;

Allah Rasûlü’nün tuttuğu oruçtan hisse alarak o ulvî orucun gayretinde olduğumuz nisbette Cenâb-ı Hak bizlere;

لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

“…Umulur ki takvâya erişirsiniz.” (el-Bakara, 128) müjdesini vermektedir.

Kulluğa Ramazân-ı şeriften sonra da devam etmek, kullukta sabrın muhtevâsındadır. Ramazan vesilesiyle edilen tevbeleri, bayramdan sonra korumak; yeniden yanlışlara dönmemek de, günah işlememek de sabır muhtevâsındadır.

Takdîrin bütün ahvâline de sabır gerekir. Anadolu irfânı, «sabır taşı» diye bir ifade kullanır. Sabır taşını çatlatmamak, hâdisâtın med cezirleri, iniş ve çıkışları karşısında muvâzeneyi korumak îcâb eder. Bir mü’minin sabır taşı çatlamamalı; bilâkis, o taşta goncalar ve güller açmalıdır. Yani Allah yolunda, rızâya erişme istikametinde, her türlü çileye tahammül etmeli, fedâkârlıklar göstermelidir.

  1. Es‘ad Erbilî Hazretleri bunu ne güzel ifade eder:

“Aşk gülistânının yolunda dikenden korkulmaz! Ben her dikenin üstünden yüzlerce gonca toplarım!”

“Dervişlik bostanında ızdıraptan zevk alırım. Yastığımı dikenden yaparsam, rüyamda Gül’ü görürüm!”

Ramazân-ı şerif sabır tekâmülü ve riyâzat tâlimi için en güzel bir vesiledir. Hazret-i Mevlânâ da şöyle buyurur:

“Fazla konuşmayı bırak da, yerine can bağışlamayı, mevkî peşinde koşmamayı, fakirlere bol bol sadaka vermeyi satın al!

Böyle yap da, Allâh’ın lutfu seni meth u senâ eylesin. Gök bile senin insânî mertebene hayran kalsın.

Sen de riyâzâta canla, başla müşteri ol; çünkü bedenini Allah yolunda hizmete verirsen, canını kurtarmış olursun.”

Dünyada başa gelen bazı musîbetler de aslında insana zarûrî bir riyâzat iklimi oluşturur. Ârif kişiler, bundaki rahmeti görmelidir. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Eğer riyâzat sana, kendiliğinden, ihtiyarın dışında gelirse, ey murâda ermiş kişi; secdeye kapan, şükran borcu olarak fakirlere sadaka ver!

Allah o riyâzat isteğini sana verdi ise, şükret. Çünkü sen bir şey yapmadın, Hak seni; «Kün!» «Ol!» emri ile riyâzâta çekti.”

Fedâkârlıkların gösterileceği en mühim saha, nefislerin çok meylettiği mal ve servet husûsundadır.

İNFAK MEVSİMİ

Ramazân-ı şerif cömertlik mevsimidir. Ondaki cömertliği diğer aylara da yaymak îcâb eder.

Bu mübârek ayda zekât, sadaka ve infak çok mühimdir.

Ayrıca; kazancımızı ve rızkımızı temizlemek, mâneviyâtımızı korumak için de bol bol tasaddukta bulunmamız îcâb eder.

Çünkü beşerî münasebetlerde ve ticârî hayatta farkında olmadan yaptığımız hatalar ve yanlışlıklar olabilmektedir. Bunları telâfi husûsunda Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu tedbiri emretmiştir:

“Ey tüccar topluluğu!

(Ne kadar dikkat etmeye çalışsanız da) muhakkak ki alışverişe yalan ve yemin bulaşır. Bunun için siz de ona (ihtiyaten) sadaka karıştırınız!” (Ahmed, IV, 6; Ebû Dâvûd, Büyû, 1/3326)

Diğer taraftan;

Üzerimize kul hakkı terettüp etmiş olabilir. Eğer ulaşmamız mümkünse, mutlaka hakkı teslim etmeli ve helâlleşmeliyiz.

Lâkin vefât etmiş kimseler veya hakkına girdiğimizden habersiz olduğumuz kimselerle helâlleşme imkânı yoktur. Bu durumda mutlaka onlar nâmına hayır hasenat işlemeliyiz ki, rahmet-i ilâhiyyeden istifâde edebilelim ve amellerimiz temizlenmiş olsun.

Diğer taraftan şunu unutmamalı:

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı.

Ashâb-ı kirâm;

“–Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sorduklarında, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevabı verdi:

“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yani malının yarısını sadaka olarak vermiş oldu.)

Diğeri (ise hayli zengin biriydi) o da malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)

Demek ki;

İnfaklarımız, Allah katında ihlâs ve samimiyetimiz nisbetinde kıymet bulur. Bu hayır yarışında, takdire göre mutlaka; ya «fukarâ-i sâbirîn»den ya «ağniyâ-i şâkirîn»den olmak lâzımdır.

Unutmamalıdır ki;

Hiçbir imkânı olmayan kişi dahî, bir tebessüm veya gönül alıcı bir söz ile tasaddukta bulunabilir. Âyet-i kerîmede hulâsaten şöyle buyurulur:

“Fakir fukarâya, muhtaç ve mahrumlara verecek bir şey bulamıyorsan, hiç olmazsa onlara karşı; قَوْلاً مَيْسُوراً (kavlen meysûrâ), yani gönül alıcı, rûhu dinlendirici, tesellî edici bir söz söyle!” (Bkz. el-İsrâ, 28)

Unutmamalı ki;

Yaptığımız hayır hasenat, nasıl kazandığımızın bir aynası mesâbesindedir.

Eğer;

  • Kazanılan rakamlar; kolayca hayra harcanıyorsa, bu hâl, onun helâl yolla nasîb olduğuna alâmettir.

Fakat;

  • Kazanılan rakamlar; hayra sarf edilmiyor da nice israflara ve yanlışlara harcanıyorsa, bu hâl de, ona haram bulaştığının acı bir tezâhürüdür.

Tarihimizde; Ramazanlar, büyük bir ikram zamanı idi. Şu kıssa hem Ramazanların ihyâsının hem de Ramazan’daki cömertliğin bütün aylara yayılmasının misâlini ne güzel ifade eder:

MUTFAKLARI YOK SULTÂNIM!

Sultan III. Mustafa, bir Ramazan’da Şeyhülislâm Mehmed Emin Efendi’nin konağına iftara gitmişti. Söz esnasında;

“–Mehmed Emin Efendi! Arada size gelmek isterim, fakat konağınız pek uzak yerde!” dedi.

Mehmed Emin Efendi de, nezâket ve tevâzû içinde üstü kapalı bir îzahta bulundu:

“–Sultanım! Sayenizde yakın yerlerde bir ev tedâriki mümkündür, lâkin gördüğünüz gibi şu civar hânelerin hiçbirinde mutfak yoktur.”

Bu ince açıklama, hayli kapalı olduğundan dolayı Padişah, şaşkınlıkla sordu:

“–Acayip, bu evlerde yemek pişirmezler mi?”

Bunun üzerine Mehmed Emin Efendi; mahcûbiyet ve mahviyet içinde, Sultan’a; gönül dünyasının hassâsiyetini yansıtan şu cevabı verdi:

“–Sultânım! Cümlesinin sabah ve akşam yemekleri zarûreten âcizâne fakirhâneden gider. Onun için buradan ayrılmak istemem.” (Süheyl ÜNVER, Bir Ramazan Bin Bir İstanbul, s. 64)

Ramazân-ı şerîfi seneye yaymanın ilk adımı bayramlardır:

İÇTİMÂÎ VAZİFELERLE BAYRAMLAR

Bayram bir içtimâî kongredir.

Bayram müşterek bir sevinçtir. Tek başımıza bayram namazı kılamayız, kendi kendimizle bayramlaşamayız. Bayram içtimâîleşmedir, diğergâmlıktır, fedâkârlıktır. Mü’minin mü’mine zimmetli olduğunun hatırlanmasıdır.

Bayram, îman kardeşliğinin cemiyet plânında yaşandığı mübârek vakitlerdir. Bayram, rızâ-yı ilâhîyi tahsil etme günleridir. Bayram, bir kardeşliğin mükâfâtıdır.

Bayram; muzdaripler, kimsesizler ve yanık yüreklere cennet serinliği veren ilâhî bir ziyafettir. Bayram, insanlık cevherini ortaya koymaktır. Kardeşliğin, mahşerî bir vicdanda yaşanmasıdır. Bayram budur.

Bayram, yetimleri sevindirmektir. Muzdariplere, gariplere ulaşmaktır.

Vefât eden büyüklerimize, akrabalarımıza, hocalarımıza vefâ gösterme, onların kabirlerini ziyaret etme zamanıdır. Bilhassa onları hatimlerle, yâsîn-i şeriflerle, duâlarla ve hayırlarla hatırlama vaktidir.

Bayram, tatil günü değildir. Bayram maalesef günümüzde tatil olarak telâkkî ediliyor, bu doğru değildir. Tatil yapılacaksa bunun için, bayramlar değil, başka zamanlar seçilmelidir.

Aslında ömrün hiçbir günü, atâlet mânâsında bir tatile hebâ edilmemelidir. Çünkü asıl tatil, kabirdedir. Gerçek istirahat kabirdedir. Fakat o istirahati hak etmek için, ömrü sa‘y ü gayretlerle tezyîn etmek îcâb eder.

Çünkü kabirde; sâlih ameller işlemek, âhirete hazırlanmak imkânı kalmamış olur.

Bu kabir tefekkürü içinde, ömrümüzü de tefekkür etmeliyiz:

Acaba gelecek Ramazan’da hayatta olabilecek miyiz? Geçen sene hayatta olanlardan niceleri, bu sene aramızda değil. Ömür, ne zaman biteceği meçhul takvim… Son yaprak ne gün, bize gizli… Bilse idik de bu bilgiye tahammül edemezdik. Ama mutlaka fânî olduğunu biliyoruz, bu sebeple her ânını istikamet içinde geçirmek, en mühim vazifemizdir.

Her namazı sanki son namazımız, her orucu son orucumuz, her Ramazân’ı son Ramazân’ımız olabileceği şuuruyla değerlendirelim.

Hazret-i Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr’inde şöyle der:

“Ramazan geldi, artık maddî yiyeceklerden elini çek ki, gökten mânevî rızıklar gelsin. Bu ay, gönül sofrasının kurulduğu aydır. Gönlün, bedenin hatalarından kurtulduğu aydır. Gönüllerin aşk ve îmân ile dolduğu aydır.”

Yüce Rabbimiz; bizleri Ramazân-ı şerîfin gönül sofrasından en güzel şekilde istifâde edenlerden eylesin. Bizlere dünyada ve âhirette iyilik ihsân eylesin!..

Âmîn…