İnsanın Hayat Hikâyesi

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2012 Ay: Ekim Sayı: 73

Efendim; kâinattaki her şey, ilâhî bir tanzimle ekolojik bir denge içerisinde devam ediyor. Bütün mahlûkât doğuyor, büyüyor ve ölüyor… Peki, insanın hayat mâcerâsının asıl mânâsı nedir? Bu hayat mâcerâsında karşılaşacağı en büyük sürpriz ve bu sürprize hazırlıksız yakalanmamanın çâresi nedir? Bu konuda neler söylemek istersiniz?

İnsanın aslı, «yokluk»tur. Ruhlar âleminden sonsuzluğa doğru yola koyulan insanoğlunun hayat mâcerâsındaki ilk safha budur. Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir lûtfu olarak yokluk âleminden varlık sahasına çıkarak başladığı «dünya hayatı» ise, yolculuğunun en çetin ve tehlikeli bir safhasıdır. Zira bu geçitte yaşanan hayat mâcerâsı, beşik ile tabut arasında dar bir koridor ve çilelerle dolu bir yolculuktur.

Öncelikle unutmayalım ki, her zerresinde fânîlik mührünün müşâhede edildiği şu kâinat, bir imtihan dershanesidir. Ders kitabı ise Kur’ân-ı Kerîm’dir.

Bir teşbih ile ifâde etmek gerekirse;

İmtihanda mes’ûl oldukları yerlerin kendilerine tek tek haber verildiği, bununla da kalmayıp her sorunun cevâbını ihtivâ eden mükemmel bir kitabın kendilerine bahşedildiği bir talebe grubunun, bu imtihanın neticesinde cevap kâğıtlarını boş veya yanlışlarla dolu olarak takdîm etmeleri, ne kadar hazin ve abes bir durumdur!

Zira Cenâb-ı Hak, insanoğluna bu fânî imtihan yurdundan selîm bir kalp, müsterih bir vicdan ve yüz aklığı ile ebedî âleme geçebilmek için lâzım olan hidâyet rehberi Kur’ân-ı Kerîm’i ihsan buyurmuştur. Ayrıca o ilâhî kelâmın tatbîki, tafsîli ve tefsîri mâhiyetinde Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’i lûtfetmiş, böylece İslâm ile murâd ettiği kâmil insan modelinin canlı bir misâlini O’nun hayatında bizlere sergilemiştir.

Fakat bütün bu lûtuf ve ihsanlara rağmen, insanoğlunun dünya ile âhirete bakışındaki gâfilâne ve câhilâne tavrı, Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle beyan buyurmaktadır:

“Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin bir günü (âhireti) ihmal ediyorlar.” (el-İnsân, 27) Yani dünya hayatındaki ilâhî imtihanların ders kitabına gereken ciddiyet ve gayretle sarılmıyor, onun içindekilerle amel etmiyor; fânî hayatın câzibelerine aldanıp ebedî hayata lâyıkıyla hazırlanmıyorlar.

Hâlbuki insanın tefekkür etmesi gerekmez mi ki, Cenâb-ı Hak onu önce anne karnında, bir su torbasında kanla besledi. Sonra hayat süreceği dünyayı, onun yaşayabileceği şekilde düzenleyip tanzim etti. Saymakla bitiremeyeceği kadar nîmetler ihsan buyurdu. Bütün bu nîmetlerin mukâbili olarak insandan sadece Rabbine “kulluk”ta bulunmasını istedi.

Neticede, inanan-inanmayan her insan bu dünyayı bir gün mutlakâ terk edecek. Fânî hayat çarşısının en son giysisi olan kefen, bir gün mutlakâ herkesi saracak ve ölüm vâkıası, bütün fânî alışverişlere, zevklere, câzibelere, aldatıcı yaldızlara iptal mührünü vuracak!.. İnsan, son nefesiyle bu dünya devre-mülkünden çıkıp bambaşka bir dünya olan kabir âleminin yolcusu olacak…

Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde haber verildiği üzere, insanın kabir hayatı, dünyadaki yaşayışına göre şekillenecektir. Allâh’ın rızâsına uygun bir hayat yaşayanlar için kabir, Cennet bahçelerinden bir bahçe; hayatını Allâh’a itaatsizlikle geçirenler içinse cehennem çukurlarından bir çukur olacaktır.[1]

Lâkin sonsuz rahmeti gereği Cenâb-ı Hak, o hayatın nasıl olacağını ve orası için neler hazırlamak gerektiğini, kullarına kitapları, peygamberleri, ilâhî kudret ve azametin bu cihandaki sırlı nakışları vasıtasıyla haber vermiştir. Bu beyanlar, insanların dünyada edindikleri intibâlarla anlayabilecekleri seviyededir. Âhiret âlemine dâir bu beyanların hakîkî mâhiyeti, o âleme geçildiği zaman anlaşılacaktır. Bu durum, aynen anne karnındaki çocuğun dünyaya âit mâlûmâtının çok sınırlı olmasına benzemektedir.

İnsan için, kabir yolculuğundan sonra, hesapla birlikte, ebedî bir hayat başlayacaktır. Bu ebedî «âhiret hayatı» da yine insanın dünyadaki mânevî hayatına göre şekillenecek, ya sonsuz bir saâdet, ya da sonsuz bir hüsran ve azap olarak tecellî edecektir. O gün Cenâb-ı Hak, dünyada işlenen büyük-küçük bütün amellerin kaydedildiği bir kitabı insana verip:

“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin kâfîdir!” buyuracaktır. (el-İsrâ, 14)

İnsanın gördüğü bu manzara karşısındaki hayreti de, âyet-i kerîmede şöyle ifâde edilmektedir:

“…«Vay hâlimize! derler, bu nasıl (dehşetli) bir kitapmış! Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın (işlediklerimizin) hepsini sayıp dökmüş!»…” (el-Kehf, 49)

İşte ölüm ve ötesine dâir bu meseleler, öteden beri insanoğlunun zihnini ve kalbini çok meşgul etmiştir. Zihinlerde âdeta zehirli bir yılan gibi çöreklenen ve kımıldadıkça insanı tedirgin kılan “ölüm” ve “sonrası”na dâir sualler, -vahyin ve peygamberlerin irşâdından uzak kalanlar tarafından- her devirde türlü bâtıl telâkkîlerle susturulmak, bastırılmak ve şuuraltına hapsedilmek istenmiştir. Hâlbuki herkesi, “hayat” mûcizesinden daha müthiş ve ateşli bir girdap hâlinde saracak olan “ölüm” vâkıası, bu dünyada -istisnâsız- bütün başlara çökecek olan en çetin bir istikbâl sürprizidir.

Hayat şartları ne olursa olsun insanlar, ölüm karşısında müşterek bir ıztırap içindedirler. Bütün hayat yollarının döne dolaşa ölüm ufuklarında kayboluşu, gönülleri derinden derine sızlatmaktadır. Yaşayanlar için ölümden daha büyük bir hâdise yoktur.

Sırf akılla ve beşer düşüncesiyle kavranmasına imkân bulunmayan bu istikbal düğümünü ise, ancak vahyin sesi çözebilir. Bütün peygamberlerin, bilhassa da Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in verdiği bu istikbâl haberi, insanlık tarafından teşekkürlerle, minnetlerle karşılanması îcâb ederken, -ne yazık ki- nice gâfiller tarafından alaylar, hakaretler ve bîgâneliklerle mukâbele görmüştür. Yaratılış hikmet ve gâyesinin zıddına bir hayat yaşayan müşrikler ve münkirler, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in vahiy yoluyla bildirdiği âhiret haberini önce hayret ve şaşkınlıkla karşılamış, sonra da nefsânî yaşayışlarına ters düşen bu ebedî kurtuluş dâvetine, müthiş bir inat ve yüz kızartıcı bir menfîlikle sırt çevirmişlerdi.

Zira İslâm, getirdiği hayat nizâmı ile, müşriklerin nefsânî azgınlıklarına son veriyor, haktan, adâletten, kıyâmetten, yeniden dirilip hesap vermekten, yapılan kötülük ve haksızlıkların cezâsız kalmayacağından bahsediyordu.

Şüphesiz ki bu hâl, insan nefsinin hoyratlığı sebebiyle hesabını vermekten hoşlanmadığı gerçeklerin mânevî ağırlığı altında ezilmemek için başvurduğu bir “kaçış psikolojisi”nin tezâhürüdür. Fakat hiçbir gerçek, ondan kaçmak veya onu yok farz etmekle bertaraf olmaz. Bilâkis insan, böyle boş tesellîlerle oyalanarak ve sefâletini saâdet zannederek ancak kendini kandırmış olur. Günün birinde ölüme hazırlıksız yakalanmaktan, Azrâilʼe gâfil avlanmaktan ve -nefsi hiç istemese bile- ebedî hayatın çetin sürprizleriyle karşılaşmaktan kurtulamaz…

Bu azametli gerçeği lâyıkıyla idrâk edebilenler, fânî ve geçici nîmetlere aldanmaktan kurtulmuş, yalancı istikbâlden, gerçek ve ebedî istikbâle yönelmişlerdir. Zira ölümün tefekkürüyle aydınlanmayan bir hayat, karanlık bir musibet zindanından farksızdır. Bundan dolayıdır ki İslâm dîni, ölümü hatırlamayı ve ona dâir hazırlıklarla meşgul olmayı, olgun bir zekâ ve gönlün eseri saymıştır.

Cenâb-ı Hak pek çok âyet-i kerîmede, daha bu dünyada iken canlı bir cenâze hâline gelmememiz için, gönüllerimizi gafletten uyandıracak pek çok uhrevî manzarayı ibret nazarlarımıza seyrettirmektedir:

“Allâh’ın düşmanları, ateşe sürülmek üzere toplandıkları gün, hepsi bir araya getirilirler. Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları işler hakkında aleyhlerine şâhitlik edecektir. Onlar derilerine: «Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?» derler. Onlar da: «Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu. İlk defa sizi O yaratmıştır, yine O’na döndürülüyorsunuz.» derler.” (Fussilet, 19-21. Bkz. en-Nûr, 24; Yâsîn, 65)

“İşte o gün yer, üstünde olan biten her şeyi anlatır. Çünkü Rabbin ona bunları vahyeder.” (ez-Zilzâl, 4-5)

O gün bütün insanlar pişman olurlar. Hattâ müslüman olarak yaşayıp müslüman olarak ölen insanlar bile, niçin daha fazla sâlih amel işlemediklerinden dolayı üzülürler. Günahkâr ve îmansız olarak yaşayanlar da, niçin îman edip günahları terk etmediklerine üzülür ve şiddetli bir pişmanlık hissiyle kıvranırlar.[2]

Cehenneme düşenler dehşet verici bir feryâd ile şöyle derler:

“…Rabbimiz! Bizi (bu azaptan) çıkar(ıp tekrar dünyaya gönder de önceden) yaptığımız (yanlış hareketlerimizin) yerine (Senʼin istediğin) sâlih amelleri işleyelim!..” (Fâtır, 37)

Ancak Cenâb- Hak onlara şu cevabı verir:

“…Biz size, düşünüp ibret alacak ve hakîkati görecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size peygamber de gelip îkâz etti. Öyleyse tadın azâbı! Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur!” (Fâtır, 37)

Velhâsıl, insanoğlunun en büyük ve en mühim meselesi, ölüm ve ötesidir. O müthiş yolculuk için kulun en büyük rehberi, yardımcısı ve çâresi de İslâm’dır. Zira dünya hayatında olduğu gibi ebedî hayatta da insanı selâmete erdirecek olan yegâne din, İslâm’dır.

Hasan-ı Basrî -kuddise sirruh-’un Ömer bin Abdülaziz Hazretleriʼne söylemiş olduğu şu sözler, gönüllere nakşedilmesi gereken ne müthiş bir nasihattir:

“İzzet ve celâl sahibi Allah seninle olunca, kimden korkuyorsun!.. Eğer Allah seninle değilse, o vakit de kime ümit bağlayacaksın!..”

Cenâb-ı Hak, bizi nefsimize bırakmasın. Bizleri, ebedî ve gerçek hayata dâir ilâhî îkazları can kulağıyla dinleyip hâl ve hareketlerini buna göre tanzim eden gerçek akıl sahiplerinden eylesin…

Âmîn…


Dipnotlar:

[1] Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 26.

[2] Tirmizî, Zühd, 59/2403.