İmâm-ı Rabbânî (rahmetullâhi aleyh) -6-

-Hak Dostlarından Hikmetler-

2013 – Kasım, Sayı: 333, Sayfa: 032

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:

“Allah Teâlâ’nın gazabını teskin hususunda «لَآ اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ» sözünden daha faydalı bir şey yoktur. Bu söz, Cehennem’e girmeye sebep olan gazabı teskin ediyorsa, başka gazapla­rı daha çabuk teskin eder. Zira diğer gazaplar, Cehen­nem azâbını doğuran gazaptan çok daha hafiftir. Nasıl teskin et­mesin ki; kul bu sözü tekrarlayarak mâsivâdan yüz çevirmiş, onları reddetmiş ve kalbinin kıblesi Cenâb-ı Hak olmuştur. Zâten gazabın sebebi de, kulun müptelâ oldu­ğu farklı farklı yönelişlerdir. Kelime-i tevhîd ile bunlar yok olduğuna göre, gazap da sükûnete erecektir…”[1]

[Cenâb-ı Hakkʼın gazabını en çok celbeden ve ilâhî affın dışında bırakılan en ağır günahlar; “küfür, şirk ve nifak”tır. Yani Allâhʼı inkâr etmek, Oʼna ortak koşmak veya zâhiren Oʼna îmân etmiş gibi görünüp de kalben inkâr etmektir.

İslâm fıtratı üzere ve Allâhʼa kulluk etsin diye yaratılan insanın, hak yolu bırakıp bâtıl yollara sapmasının başlıca sebepleri; nefse, şeytana veya şeytanlaşmış insanlara uyarak kendi eliyle kendisini cehâlet karanlığında bırakmasıdır. Bu hususta insanın aklını ve gönlünü perdeleyense, çoğu zaman, kendisini imtihan etmek için önüne çıkarılan çeşitli menfaatlerdir.

Bu hususta Ferîdüddîn Attârʼın naklettiği şu kıssa, çok ibretlidir:

Pâdişâhın sevdiği bir av köpeği vardı. Avcılıkta çok mâhir idi. Pâdişah, ona son derece değer verir ve her ava çıkışında mutlakâ onu yanına alırdı. Tasmasını mücevherlerle süslemiş, ayaklarına altın ve gümüşten halkalar taktırmıştı. Sırtı da sırmalı atlas bir çulla kaplıydı.

Bir gün pâdişah, yine onu yanına almış, saray erkânı ile ava çıkmıştı. Tasmanın ipek ipi elinde, at üzerinde vakur bir şekilde ilerleyen sultan, gâyet neşeliydi. Fakat birden bu neşesini kaçıran bir şey oldu. Çok sevdiği köpeği, pâdişâhını unutmuş bir vaziyette başka bir şeyle oyalanmaktaydı. Pâdişah, önce mahzun olarak elindeki ipi çektiyse de köpek direndi; önündeki kemik parçasını kemirmeye devam etti. Bu hâl karşısında pâdişah, hayret ve hiddet hisleri arasında haykırdı:

“–Huzûrumda beni unutarak başka bir şeyle meşgul olmak! Nasıl olur bu?!” dedi.

Son derece üzüldü. Köpeğinin bu nankörlük, vefâsızlık ve duygusuzluğu ona çok dokunmuştu. Bir köpek de olsa, mâzur görüp affetmek, içinden gelmedi. O kadar izzet, ihsan ve ikrâma karşı köpeğinin bir anda, hem de bir kemik parçası için kendisini unutması, affedilir bir iş değildi. Gazapla:

“–Yol verin şu edepsize!” dedi.

Gâfil köpek, bu hiddetin mânâsını kavradığında iş işten geçmiş, yapacak bir şey kalmamıştı. Öyle ki, etrafındakiler pâdişâha:

“–Sultânım, üzerinde mücevher, altın, gümüş ne varsa alalım da öyle bırakalım!” dediklerinde pâdişah:

“–Hayır! Bırakınız öyle gitsin!” dedi. Ardından ilâve etti:

“–Bırakınız öyle gitsin! Öyle gitsin de, ıssız ve kızgın çöllerde garip, aç ve susuz kalsın; onlara bakarak kaybettiği ikram ve lûtufların acısını yaşasın!..”

İşte Cenâb-ı Hakkʼın en çok gazabını çeken husus da, Yüce Zâtʼına kulluk için yarattığı insanın, insan için yarattığı fânî varlıklara gönlünü kaptırarak kendisinden yüz çevirmesidir. İnsanın Yaratıcıʼsını, gerçek sahibini ve Rezzâkʼını unutup başka kapılardan medet ummasından daha büyük bir nankörlük olamaz!..

Şunu unutmamak îcâb eder ki, bütün insanlık Cenâb-ı Hakkʼı inkâr etse, Oʼnun şân-ı ulûhiyyetine zerre kadar noksanlık gelmez. Bunun aksine bütün insanlık, Allah Teâlâʼnın varlığına ve birliğine îmân ile şereflense, yi­ne Oʼnun şân-ı ulûhiyyetini zerre kadar artıracak değillerdir. Cenâb-ı Hakkʼın bizim kulluğumuza ihtiyacı yoktur. O, bütün ihtiyaçlardan münezzehtir. Dolayısıyla beşeriyetin îmânı veya inkârı -Cenâb-ı Hakkʼa değil- yalnızca kendisine fayda veya zarar verebilir.

Bununla birlikte Allah Teâlâ, sonsuz merhameti muktezâsınca, yarattığı insanların hidâyetini ve saâdetini ister. Onların îmân ile şereflenmelerini, böylece ilâhî mükâfatlarına lâyık hâle gelmelerini arzular. Bu sebeple Allahʼtan başka ilâh olmadığı hakîkatinin kabûlü demek olan kelime-i tevhîd, Cenâb-ı Hakkʼın en sevdiği kelimedir. Zira bu kelimenin lâyıkıyla idrâk edilip kalben tasdik edilmesi;

ü Kulun fısk u fücurdan ve bütün fânî kapılardan yüz çevirip yalnızca Cenâb-ı Hakkʼın dergâh-ı ulûhiyyetine sığınması mânâsına gelir.

ü Rüyâ ve hayal mesâbesindeki bâtıl ilâhları reddedip yegâne gerçek olan Allâhʼa teslîm olmasını ifâde eder.

ü İnsanın gözünde ve gönlünde putlaştırdığı şeytanî ve nefsânî bütün bağları koparıp atarak yalnızca Hakkʼa kullukta tadılabilecek olan hakîkî hürriyete kavuşması demektir.

Bundan dolayıdır ki Allah Teâlâ, elîm bir azâbı hak etmiş olan nice insanı, kelime-i tevhîdi söyleyip onun istikâmetine girmeleri sebebiyle af ve mağfiretine mazhar etmiştir. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de yıllarca zulüm ve işkencelerine mâruz kaldıkları müşrikleri, kelime-i tevhîdi söyleyerek yüce huzurlarına yüz sürmeleri hatırına affetmiş, onları da mübârek ashâbının arasına kabul buyurmuştur.

Meselâ Peygamber Efendimizʼin amcası Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh- ʼı şehîd eden Habeşli Vahşî, kelime-i tevhîdin hakîkatini idrâk ettikten sonra nâil olduğu îman heyecanıyla, yüreğindeki nedâmet ıztırâbını biraz olsun dindirecek bir keffâret olması niyetiyle, peygamberlik iddiâsında bulunan fitneci Müseylemeʼyi ortadan kaldırmıştır. Neticede, kıyâmete kadar gelecek müʼminler tarafından Hazret-i Vahşî -radıyallâhu anh- nâmıyla yâd edilen mübârek bir sahâbî olmuştur.

Bu bakımdan ilâhî af talebinde kendisiyle tevessül edilecek en güzel vesîle; “لَآ اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ : Allahʼtan başka ilâh yoktur.” sözüdür. Pek çok tevbe ve istiğfar duâsında da bu cümle yer alır.

Nitekim Hazret-i Yûnus -aleyhisselâm- tevbesine de tevhîd ile tevessülde bulunması üzerine icâbet olunmuştur. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Zünnûnʼu da (Yûnusʼu da zikret). O, (kırk gün tebliğ etmesi emredilmişken kavminin küfürdeki ısrarı karşısında ümitsizliğe kapılıp otuz yedinci günde) öfkeli bir hâlde geçip gitmişti. Bizʼim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde (balığın karnında); «Senʼden başka hiçbir ilâh yoktur. Senʼi tenzîh ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum!» diye niyâz etti. Bunun üzerine onun duâsını kabûl ettik ve onu kederden kurtardık. İşte Biz, müʼminleri böyle kurtarırız.” (el-Enbiyâ, 87-88)]

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:

“Kelime-i tevhîdin fazîleti karşısında, şu dünyanın tamamı bile bir kıymet ifâde etmez! Keşke büyük bir okyanusa nisbetle bir damla hükmünde olabilseydi! Ancak bu kelime-i tayyibenin kıymet ve azameti, onu söyleyenin mânevî derecesi nisbetindedir. Söyleyenin derecesi ne kadar yüksek olursa bu kelimenin azameti de o kadar artarak tecellî edecektir…”[2]

[Kelime-i tevhîdin Hak katındaki kıymetini ve ilâhî affı celbetme hususundaki müstesnâ tesirini, şu hadîs-i şerîf ne güzel ifâde eder:

Sahâbeden Şeddâd bin Evs -radıyallâhu anh- buyurur ki:

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- yanında bulunduğumuz bir sırada bize:

“–Aranızda yabancı biri var mı?” diye sordular. Buradaki “yabancı” ile Ehl-i Kitâb’ı kastetmişti. Biz de:

“–Hayır, yoktur yâ Rasûlâllah!” dedik.

Bunun üzerine Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- kapıların kapatılmasını emrederek:

“–Ellerinizi kaldırın ve; لَآ اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ deyin!” buyurdu.

Şeddâd bin Evs -radıyallâhu anh-, bu zikir meclisinin devamını şöyle anlatır:

“–Ellerimizi bir müddet kaldırıp söylenildiği şekilde zikrettik. Ardından, Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ellerini indirdi ve şöyle duâ etti:

«–Allâh’ım, Sana hamd olsun! Rabbim, beni “bu cümle” ile gönderdin. Onu (söylemeyi ve gereğini yerine getirmeyi) bana emrettin. Buna karşılık bana Cennetʼi vaad ettin. Sen vaadinden aslâ dönmezsin!»

Daha sonra Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ashâbına şöyle buyurdu:

«–Müjdeler olsun size! Muhakkak ki Allah Teâlâ sizi bağışladı.» (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 124)

Kelime-i tevhîdin Allah katındaki yüksek kıymetini şu hâdise de ne güzel ifâde eder:

Kendisine Cenâb-ı Hak tarafından büyük tasarruf imkânları lûtfedilmiş olan Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-, cinler, insanlar ve kuşlardan oluşan muhteşem ordusuyla bir mahalden geçiyordu. Orada bir karınca vâdisi vardı. Karıncaların reisi, Hazret-i Süleyman ve ordusunu görünce:

“–Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin! Hazret-i Süleyman’ın saltanatı, çok büyük bir saltanattır; çiğnenirsiniz! Yuvalarınıza çekilin!” dedi.[3]

Cenâb-ı Hakkʼın lûtfuyla hayvanâtın lisânını da bilen Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm- bu sözleri duydu ve şöyle dedi:

“–Hayır, benim saltanatım geçicidir! Bir kelime-i tevhîdin getireceği saâdet ve saltanat ise ebedîdir!..”

Nitekim bir hadîs-i şerîfte de:

“Bir kimse son nefeste (hâlis bir kalp ile) kelime-i tevhîd getirirse, Cennetʼe girer…” buyrulmuştur. (Hâkim, Müstedrek, I, 503)

Bu nebevî müjdeye nâil olup ebedî saâdet ve saltanata erebilmek için, ömür boyu kelime-i tevhîdin muhtevâsı içinde yaşamaya gayret etmek şarttır. Yani kul, Allahʼtan gayrı zâhirî ve bâtınî bütün ilâhları reddedip gönlünü Allah inancıyla doldurur ve son ânına kadar bu minvâl üzere bir hayat yaşarsa, îmân ile can verip Cennetʼe nâil olması ümîd edilir. İstisnâlar hâriç, bu hakîkate zıt bir hayat yaşayan kimsenin son nefeste, “Lâ ilâhe illâllâh” diyebilmesi çok zordur. Zira diğer bir hadîs-i şerîfte de;

“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz o şekilde haşrolunursunuz.” buyrulmuştur. (Münâvî, Feyzüʼl-Kadîr, V, 663)

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri nakleder ki:

“Bir aziz zât, Nakşibend Hazretleri’ni vefatından sonra rüyasında görmüş ve ona:

«–Ebedî kurtuluşumuz için ne yapalım?» diye sormuş. Hâce Hazretleri şu cevâbı vermiş:

«–Son nefeste neyle meşgul olmak gerekiyorsa onunla meşgul olun!» Yani, son nefeste nasıl ki tamamen Hak Teâlâ’yı düşünmeniz lâzımsa, hayatınız boyunca da o şekilde uyanık olunuz!”[4]

Bu yüzden ömür boyu, son nefesi îmân ile verebilmenin hazırlığı içinde bulunmak gerekir. Aksi takdirde, yani tevhîd muhtevâsında bir kulluk hayatı yaşamadan, sadece kelime-i tevhîdi söylemekle kurtulacağını ummak, boş bir hayaldir.

Nitekim Tâbiîn neslinin büyük âlimlerinden İmâm Zührî’ye, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in; “Kim « لَآ اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ» derse Cennet’e girer.” hadîs-i şerîfi sorulmuştu. İmâm Zührî -radıyallâhu anh-:

“–Bu hüküm, İslâm’ın ilk günlerinde, farzların, emir ve nehiylerin nüzûlünden önce idi.” buyurdu. (Tirmizî, Îmân, 17/2638)

Yani dîn kemâle erdikten sonra, Kitap ve Sünnet’in bütün hükümlerine riâyet edilip tevhîd muhtevâsında bir hayat yaşanması zarurîdir. Nitekim Cenâb-ı Hak:

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «Îmân ettik» demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?” (el-Ankebût, 2) âyet-i kerîmesiyle, sırf lâfızda kalan ve hayata tatbik edilmeyen bir kelime-i tevhîdin tek başına ebedî kurtuluşu temin edemeyeceğini beyan buyurmuştur.

Öte yandan bu âyet-i kerîmenin, îmanları sebebiyle çeşitli zulüm ve işkencelere mâruz kalan bâzı sahâbîler hakkında nâzil olduğu rivâyet edilmektedir. Bu rivâyet de, hakîkî îmânın birtakım bedeller istediğini açıkça ortaya koymaktadır. Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak, Kurʼân-ı Kerîmʼinde; îmanlarını kurtarmak için canlarını fedâ eden Firavunʼun sihirbazlarını, inançlarından tâviz vermedikleri için hendeklere atılıp yakılan Ashâb-ı Uhdûdʼu, tevhîdi müdâfaa uğrunda taşlanarak şehîd edilen Habîb-i Neccârʼı bizlere haber vermektedir.

Diğer taraftan, İmâm-ı Rabbânî Hazretleriʼnin de ifâde buyurduğu gibi, kelime-i tevhîdin ilâhî mîzandaki kıymet ve azameti, onu söyleyenin mânevî derecesi nisbetinde olacaktır. Bu bakımdan gönlü kelime-i tevhîdin mânâ ve hakîkatinde derinleştirmek elzemdir. Nitekim nebevî terbiye altında mânen seviye kat eden güzîde sahâbîlerden Abdullah ibn-i Mesʼûd -radıyallâhu anh-; “Biz boğazımızdan geçen lokmaların tesbihlerini duyar hâle gelmiştik!” buyurmuştur.[5]

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:

«لَآ اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ» zikrinden maksat, âfâkî ve enfüsî, yani dıştaki ve içteki bâtıl ilâhları yok etmektir. Âfâkî ilâhlar, Lât ve Uzzâ gibi, kâfirlerin bâtıl ilâhlarıdır. Enfüsî ilâhlar ise, nefse âit arzulardır. Nitekim Cenâb-ı Hak; «Kendi hevâsını ilâh edinen kişiyi gördün mü?..» (el-Câsiye, 23) buyurur. Şerîatin insanları mükellef tuttuğu ve kalben tasdîk etmekten ibâret olan «îman» için, âfâkî ilâhların yok edilmesi kâfîdir. Enfüsî bâtıl ilâhların yok edilebilmesi içinse, nefs-i emmârenin tezkiye edilmesi lâzımdır. Ehlullâhʼın yoluna girmenin gâyesi ve neticesi de budur. Hakîkî îmâna ulaşmak, bu her iki türden bâtıl ilâhları yok etmeye bağlıdır…”[6]

[Kelime-i tevhîd zikri, “لَآ اِلٰهَ” lâfzıyla, yani bütün bâtıl ilâhların reddedilmesiyle başlar. Dış âlemdeki putlar ve bâtıl ilâhlar âşikârdır. Îmânın şerʼan sâbit olabilmesi için, kâfir, müşrik veya putperestlerin bâtıl ilâhlarını reddedip tek ve bir olan Allâhʼa inanmak kâfîdir. Fakat bu, tevhîdin hakîkatine ermeye nisbetle işin belki de kolay kısmıdır. Asıl zor ve mühim olan kısmı ise iç âlemdeki putları da devirip yalnızca Allâhʼa teslîm olabilmektir.

Nitekim Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimizʼin zorlu sefer Tebükʼten dönerken ashâbına; “…Şimdi küçük cihaddan en büyük cihâda, yani kulun hevâsına karşı olan cihâdına geldiniz.”[7] buyurmasının mânâ ve hikmeti de budur. Dolayısıyla nefsi tezkiye ederek iç âlemi bâtınî putlardan da arındırmak; zor, fakat elzem bir vazifedir.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى وَ ذَكَرَ اسْمَ رَبِّهِ فَصَلّٰى

“Gerçekten temizlenen ve Rabbinin ismini zikredip O’na kulluk eden kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (el-A‘lâ, 14-15)

İbn-i Abbas -radıyallâhu anh-, bu âyette geçen “tezekkâ/temizlenen” kelimesini; “Kişinin «Lâ ilâhe illâllah» demesidir.” şeklinde tefsîr eder.[8] Zira tezkiyede ilk adım, kalbin küfür ve şirkten arındırılmasıdır.

Peki kulun iç âleminden temizlemesi gereken putlar nelerdir?

ü Bunlar kimi zaman, kula Allâhʼın emrini îfâdan daha önemli gelen nefsânî arzulardır.

ü Kimi zaman, Allah için terk edilemeyen fânî menfaatlerdir. Dünya ile âhiret karşı karşıya geldiğinde, dünyayı tercih etmektir.

ü Kimi zaman, kulu Rabbinden uzaklaştıran bir makam-mevkîdir.

ü Kimi zaman, Cenâb-ı Hakkʼı unutturan şan-şöhret ve servettir.

ü Kimi zamansa, karşı cinse duyulan aşırı bir şehvettir.

Cenâb-ı Hak, ilâhî imtihan sırrına binâen, haramlara ve günahlara kuvvetli bir câzibe vermiştir. Bunların câzibesinden nefsi koruyabilmek, büyük bir îman celâdeti ister.

Nitekim Mekkeli müşrikler de, Peygamber Efendimizʼe gelerek putlarıyla mücâdeleden vazgeçmesi için şu tekliflerde bulundular:

“–Zengin olmak istiyorsan, Sana istediğin kadar mal verelim! Reislik arzusundaysan, Senʼi kendimize baş yapalım! Asil bir kadınla evlenmek fikrinde isen, Sana Kureyş’in en güzel kadınlarından hangisini istersen verelim! Ne istersen yapmaya hazırız. Yeter ki, gel bu dâvândan vazgeç!”

Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ise o putperestlere şu cevâbı verdi:

“–Bahsettiğiniz şeylerin hiçbiriyle alâkam yoktur! Ben size getirdiğim şeylerle ne mallarınızı istemek, ne içinizde büyük şeref ve şan kazanmak, ne de üzerinize hükümdar olmak için gelmiş değilim. Fakat Allah beni size bir peygamber olarak gönderdi ve bana bir de Kitap indirdi. Sizin (kabûl edenleriniz) için, (Cennetʼle) müjdeleyici, (kabûl etmeyenleriniz için de Cehennemʼle) korkutan bir uyarıcı olmamı bana emretti. Ben Rabbimin bana yüklediği risâlet vazifelerini size tebliğ ettim ve size nasihatte bulundum! Size getirdiğim şeyi kabûl ederseniz, o, dünyada ve âhirette nasip ve azığınız olur! Eğer onu kabûl etmez, reddederseniz, Yüce Allah benimle sizin aranızda hükmünü verinceye kadar bana düşen, Allâh’ın emrini yerine getirmek üzere, bütün zorluklara sabretmektir.”[9]

Şüphesiz ki, zâhirî putları bertaraf etmek kadar, nefisleri bâtınî putlardan da arındırmak vazifesiyle gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz’e yapılan bu nevî teklifler, Oʼna zerre kadar tesir edemedi. Fakat insanlık tarihi, dünyanın, nefislere seslenip onları kendisine çağırması ve âhireti unutturup fânî hevâ ve hevesleri yaldızlaması karşısında eriyen nice irâdeler ve sayısız aldanışlarla doludur. Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“…Ben sizin (bundan sonra) Allâh’a şirk koşmanızdan korkmuyorum. Ama dünya hırsıyla birbirinizle didişip çekişmenizden korkuyorum.” (Buhârî, Megâzî, 17; Müslim, Fedâil, 31)

Velhâsıl, insanın Rabbini bırakıp da en çok kulluk ettiği bâtıl ilâh, kendi nefsidir. Allâhʼın emrini îfâya mânî olan keyfî kararlarıdır. İlâhî hâkî­katlere ters düşen “bana göre”leridir. İslâmʼın hükümlerine uymayan “bence”leridir. İbadetleri, sırf Allâhʼın emri olduğu için değil, fânîlerin gözüne girmek veya gözünden düşmemek gibi, basit, süflî ve dünyevî niyetlerle karışık olarak îfâ etmesidir.

Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

(Ey Peygamber!) Hevâ ve hevesini (kötü duygularını ve nefsânî ihtiraslarını) kendisine ilâh edineni gördün mü? Şimdi Sen mi ona vekîl olacaksın?” (el-Furkân, 43)

Bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

“Allâh’a göre gök kubbe altında ibadet edilen sahte ilâhlar arasında, peşine düşülen hevâdan daha ağırı ve daha kötüsü yoktur.” (Heysemî, I, 188)

Bu bakımdan, mânevî terbiye ile nefsin tezkiye edilip menfîliklerden arındırılması, son derece lüzumlu bir vazifedir. Zira kelime-i tevhîdin hakîkatine, ancak bu sâyede ulaşılabilir.]

Cenâb-ı Hak cümlemizi, gerçek mânâda kelime-i tevhîdi zikredebilmeye muvaffak kılsın. Tevhîdin hikmet ve hakîkatlerine vâkıf olabilmeyi, bütün hâl ve davranışlarımızla tevhîd ölçüleri içinde yaşayıp yine tevhîdin gönül huzûruyla son nefesimizi verebilmeyi, hepimize nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, II, 591-594, no: 37.

[2] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, II, 591-594, no: 37.

[3] Bkz. en-Neml, 17-18.

[4] Reşahât, s. 130.

[5] Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25.

[6] Maârif-i Ledünniyye, s. 69, 24. Bölüm.

[7] Bkz. Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, s. 198/374; Süyûtî, Câmi, II, 73/6107.

[8] Kurtubî, el-Câmî, XX, 22.

[9] İbn-i İshâk, Sîret, s. 179; İbn-i Hişâm, I, 295-296; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 99-100.