İlâhî Ahlâkı Yaşamak -1-

Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -30-

2010 – Nisan, Sayı: 290, Sayfa: 032

Kâinat, ilâhî hakîkatlerin tahsil edildiği bir dershâne; imtihan olunmak üzere dünyaya gönderilmiş olan cinler ve insanlar da, bu dershânenin talebeleri mesâbesindedir. Bu dershânedeki mânevî tahsil, son nefese kadar devam edecek, neticede insanoğlu, müsbet veya menfî amelleriyle toprağın sînesindeki yerini alacaktır.

Rabbimiz, bu dünyaya geliş ve buradan da ukbâya geçişin sır ve hikmetini lâyıkıyla idrâk edip hayatımızı ona göre tanzim edebilmemiz için, pek çok ilâhî beyanla bizleri irşâd etmektedir. Nitekim O’nun Kur’ân-ı Kerîm’den ilk emri; “Yaratan Rabbinin adıyla oku!”1dur. Bu âyetle murâd edilen en geniş mânâ ise;

Mü’minin, öncelikle Kur’ân’ı, kâinâtı, hâdisâtı ve bizzat kendi yaratılışını tefekkür edip bu ilâhî kudret akışları karşısında duygu ve fikir derinliğine varabilmesi, ardından da bütün bunların, zâhirî sebeplerle perdelenmiş esmâ-i ilâhiyye terkiplerinden ibâret olduğu idrâkine erebilmesidir. Son olarak da, hayatını bu hakîkatler ışığında şekillendirebilmesidir. Böylece gönlünü Hakk’ın cemâlî esmâsının müstesnâ bir tecellîgâhı kılabilme gayretiyle, yeryüzünde Allâh’ın şâhidi olarak, İslâm’ın nezâket, zarâfet ve güler yüzünü davranışlarında sergileyebilmesidir.

Yani gönüller, Cenâb-ı Hakk’ın “oku” emrine itaat çerçevesinde, mikrodan makro âlemlere kadar kâinattaki bütün varlıklarda mevcut olan Yüce Yaratıcı’nın kudret mühürlerini müşâhede ederek O’nun ism-i şerîfleriyle mânevî bir tahsilden, yani takvâ eğitiminden geçmelidir. Nasıl ki çiçekler hayatlarının devamı için dâimâ suya muhtaç­sa, kalpler de, feyz ve rûhâniyetin devamı için tak­vâ­ya muhtaçtır. Nitekim âyet-i kerîmede:

“…Allah’tan korkun (takvâ üzere olun!) Allah (size bilmediğinizi) öğretir!..” (el-Bakara, 282) buy­rul­muştur.

el-MUSAVVİR…

Mü’minin, ilâhî esmâ te­cel­lî­le­rin­den hisse alıp mânen seviye kazanabilmesi için; meselâ, bu kâinattaki bütün varlıkları eşsiz bir güzellik ve mükemmellikle şekillendiren el-MUSAVVİR ism-i ilâhîsinin tecellîlerini ibret nazarıyla temâşâ etmesi zarûrîdir. Çünkü kâinat, ilâhî kudret menbaından taşan tecellîler sergisidir. İnsan denilen muammâ da, ilâhî esmânın kâmil bir tecellîgâhıdır.

Allâh’ın nûruyla gören, duyan ve hisseden kalpler, her şeyde ilâhî tecellîleri idrâk eder. Zerreden kürreye kadar bu âlemde ne varsa, hepsi ilâhî bir sanat hârikası ve her yer âdeta ilâhî kudret nakışlarının sergilendiği bir müze hükmündedir.

Eser, müessirin; sanat, sanatkârın aynasıdır. Kalp gözü âmâ olmayan bir kul, nereye nazar etse, kâinâtın hangi zerresi üzerinde tefekkür etse, Rabbinin sanatını müşâhede eder, Mutlak Sanatkâr’a olan sonsuz bir hayranlığın huzur, sürur ve hazzına gark olur. Gördüğü her manzara, onu zihnen ve kalben Yaratıcı’sına ulaştırır.

Gerçekten, kâinattaki her zerre, bilgisini “mârifet” seviyesine yükseltebilen insan için Allâh’ın varlığına, birliğine ve sonsuz kudretine bir delildir. Aynı zerre, idrâki bu seviyeye yükselmemiş olanlar içinse, Hakk’ı bulmaya bir perdedir. Yani kâinattaki bütün varlıklar, îman şuuruyla bakıldığında Allâh’a bir delil iken, idrâk körlüğü durumunda O’na bir perdedir. Bundan dolayıdır ki tabiat âlimlerinin birçoğu, maddî varlıkları incelerken Hak Teâlâ’nın kudret ve azametine vâkıf olabildikleri hâlde, bâzıları da idraklerini maddeye hapsedip materyalist bir zihniyetin zebûnu olmaktadırlar. İncelenen varlıklar hep aynıdır. Lâkin onlara yönelen idraklerdeki farklılık, insanı tıpkı siyah-beyaz kadar zıt neticelere götürebilmektedir.

Demek ki kâmil bir mü’min; kâinâta bakışta, idrâkini, ilâhî sır ve hikmetleri kavrayabilecek bir vasfa ulaştırabilen kimsedir. Bu ise, tıpkı bir cam kırığını elmas hâline getirebilme kabîlinden, insan idrâkinin; ihlâs, takvâ ve muhabbet yüklü ibâdetlerle inkişâfına/gelişip açılmasına bağlıdır.

Bu sebepledir ki, yeryüzünü dolduran sayısız güzelliklerin; dağların, deryâların, rüzgârların sessiz beyanlarına karşı mânen kör ve sağır kesilerek Cenâb-ı Hakk’ın el-Musavvir ism-i şerîfinin tecellîlerini idrakten uzak kalanlar, hayatın en gâfil ve şaşkın yolcularıdır!..

el-BÂRÎ…

Bunun gibi “el-BÂRÎ / yaratıcı” sıfatının tecellîlerini de gönül gözüyle seyretmeden, kâmil mânâda bir mânevî tahsilden söz edilemez. Cemâdât, nebâtât, hayvanat ve insanları, bütün cihazlarını birbirine uygun olarak, müthiş bir âhenk ve tenâsüp içinde yaratan Rabbimizin ilâhî hükümranlığı karşısında kulun hayran olması, kâinattaki ekolojik denge ve ilâhî nizâmın ihtişâmını kalben idrâk etmesi şarttır.

Her varlık, mü’min gönülleri bu düşüncelere sevk etmelidir. Meselâ insan, kendi parmak izine bile baktığında Hakk’ın sonsuz yaratma ve tasvir kudretinin azametini müşâhede ederek, bu ilâhî tecellîlerin muhtevâsından derûnî nasipler alabilmelidir. Ancak bu seviyedeki bir idrak sâyesinde, bütün kâinat, sır ve hikmetler beyân eden bir kitap hâline gelebilir.

Kâinatta her oluşun hangi ilâhî isimden tecellî ettiğini bilmek, ilmin mârifet seviyesine yükselmesi demektir ki, beşerî bilginin zirvesi de budur. Bu tecellîlerdeki murâd-ı ilâhîyi kavramak ise, Hakk’ın velî kullarına has bir keşif ve kerâmet hâlidir.

Kâmil mü’minler de, gönlü ilâhî esmâ ve sıfatlar üzerinde teksif edip, şahsiyet ve karakterini o ilâhî menbâdan tefeyyüzle şekillendirmenin, Allâh’ın muhabbet ve rızâsına vesîle olacağı şuuruyla yaşarlar.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Esmâü’l-hüsnâ (en güzel isimler) Allâh’ındır. O hâlde O’na, o güzel isimlerle duâ edin…” (el-A’râf, 180)

Müfessir Bursevî, bu âyetin tefsîrinde der ki:

“Allâh’ın isim ve sıfatlarıyla sıfatlanıp ahlâklanmak sûretiyle Allâh’a duâ edin. O sıfatlarla sıfatlanmak, makbul amel ve sâlih niyetlerle mümkündür…

Meselâ râzıkıyyet (rızık vericilik) sıfatıyla sıfatlanmak, Allâh’ın verdiği rızıklardan muhtaçlara dağıtmakla ve bir şey saklayıp biriktirmemekle, (yani cimrilik ve israftan sakınmakla) olur. Diğer sıfatları da bunlara kıyâs et.” (Rûhu’l-Beyân)

er-REZZÂK…

Hakîkaten Cenâb-ı Hakk’ın bütün mahlûkâta karşı yegâne tekeffül ettiği şey, rızıktır. Hiçbir canlı, rızkını tamamlamadan ölmez. Bu sebepledir ki rızık endişesi taşımak, îman şuuruna aykırıdır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allâh’ın üzerinedir. Allah, o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir…” (Hûd, 6)

Rabbimiz bütün mah­lû­­kâ­­tı­na her an sayısız i­lâ­hî sofralarla rızıklarını ikram hâlindedir. Üstelik Rezzâk olan Rabbimiz, yeryüzündeki her cins mah­lû­kâta ayrı ayrı sofralar kurmaktadır. Meselâ bir koyunun yiyebildiklerinin pek çoğunu insan yiyemez; insanın yiyebildiklerinin pek çoğunu da koyun yiyemez. Yani rızık nîmetleri de çok hassas bir ilâhî tanzim ve taksime göre lûtfedilmektedir.

Bizler de yediğimiz her lokmada bu ilâhî ikramları hatırlamalı, yemeğe besmeleyle başlayıp hamdeleyle bitirmeli ve Rabbimize dâimâ şükran duyguları içinde bulunmalıyız. Hattâ açları doyurmak, susuzlara su ikrâm etmek sûretiyle, mahlûkâtın rızıklanmasına hayırlı bir vâsıta olabilmeye gayret göstermeliyiz.

Zira nîmetlere şükür, iki şekildedir:

Biri, bütün nîmetlerin Hakk’ın lûtfu olduğu idrâki içinde bulunmanın bir ifâdesi sadedinde, lâf­zan, yani sözlü olarak şükretmek; diğeri ise o nîmetlerden mahrumlara ikramda bulunmaktır. Bu da fiilî bir şükürdür ki, mutlakâ îfâsı lâzımdır.

Şu kıssa, bu îman ufkunu ne güzel hulâsa etmektedir:

Şakîk-i Belhî Hazretleri, geçimini temin edebilmek için ticaret yapmaya karar verir. Bunun için de uzak diyarlara gitmesi gerekir. Ayrılmadan önce, hürmet ve muhabbet duyduğu dostu İbrahim bin Edhem’e uğrayıp helâlleşir, ardından da yola çıkar. Fakat uzun bir süre görülmeyeceği sanılan Şakîk, birkaç gün sonra çıkagelir. İbrahim bin Edhem, Şakîk’i câmide görünce hayretle:

“–Niçin çabuk döndün?” diye sorar. Şakîk-i Belhî:

“–Yolculuğumda çok acâyip bir şey gördüm, ondan dolayı döndüm.” der.

İbrahim bin Edhem:

“–Hayırdır inşâallah, ne gördün?” deyince Şakîk şöyle anlatır:

“–Yolculuk esnâsında dinlenmek için bir kenara çekilmiştim. Orada kör ve topal bir kuş gördüm. Kendi kendime; «Acaba bu kuş burada yalnız başına nasıl yaşıyor, ne yiyip ne içiyor?» diye düşünürken, az sonra, ağzında yiyecek taşıyan bir başka kuş çıkageldi. Bu böyle birkaç defa tekrarlandı. Bunun üzerine ben; «Bu kuşu bu ıssız yerde rızıklandıran Allah, elbette beni de rızıklandırır, O’nun buna gücü yeter.» dedim ve döndüm.”

Bunun üzerine İbrahim bin Edhem Hazretleri şöyle der:

“–Şaşarım sana ey Şakîk! Niçin kendini, başkasının yardımıyla yaşayan kötürüm bir kuşun yerine koydun da, hem kendisi için çalışan hem de diğer düşkünlere yardıma koşan kuş gibi olmayı düşünmedin?!”

Bu sözler üzerine Şakîk-i Belhî hakîkati anlar. Hemen kalkıp İbrahim bin Edhem’in elini öper ve ticâretine geri döner. (Yûsuf el-Kardâvî, Fakirlik Problemi ve İslâm)

İşte âilesine, akrabâsına ve çevresine ikrâm ederek ilâhî ahlâkı yaşama gayreti, Hakk’ın muhabbet ve rızâsına eriştiren bir fazîlettir. Mü’min de, rızık husûsunda yanlış tevekkül anlayışlarına kapılmayıp gücü yettiği sürece sa’y ü gayret göstermeli ve böylece rızıktan çok Rezzâk’ın peşinde olma firâsetini kazanmaya çalışmalıdır.

MÂLİKÜ’L-MÜLK…

Rabbimiz, Mâlikü’l-Mülk’tür; bütün mülkün gerçek sahibi ve hükümdârıdır. O, mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunur. Dilediğine çok, dilediğine az verir. Fakat herkesi de verdiği nîmetler ölçüsünde mes’ûl tutar.

Dünya sevgisi ve mal kazanma hırsı, gönülleri en çok gaflete düşüren hususlardan biridir. İnsanın bu zaafını, Yüce Rabbimiz şöyle beyan buyurmaktadır:

“İnsan var ya, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nîmet verdiğinde; «Rabbim bana ikram etti.» der. Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise; «Rabbim beni önemsemedi.» der.” (el-Fecr, 15-16)

Mal ve mülkün saâdet de felâket de getirebileceğini, zenginliğin de fakirliğin de ilâhî bir imtihan olduğunu lâyıkıyla idrâk eden Hak dostları ise, her iki durumdan da mânen kazançlı çıkmanın idrâki içinde yaşarlar. Cenâb-ı Hak nîmetlerini artırdığında; israf, cimrilik ve şımarıklıktan sakınarak onu Hakk’ın rızâsı yolunda kullanmayı nîmet bilirler. Allah, nîmetlerini azalttığında ise, bunun da kendileri için hayırlı olduğunu düşünürler. Zira dünya servetinin, niceleri için bir fitne ve musîbet sebebi olduğunu hatırlayıp hâllerine şükreder ve gönül huzuruyla sabrın lezzetini yaşarlar.

Mü’min de bu şuurla, ilâhî taksîme kanaat edip rızâ ve teslîmiyet göstermeli, nefsânî ihtiraslarla ilâhî hudutları çiğnemekten ve başkalarına takdîr edilmiş mal ve mülke göz dikmekten sakınmalıdır. Mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunu unutmamalı; kendisine takdir edilen mülkün, geçici bir süre kullanılacak bir emânet olduğunu hatırından çıkarmamalıdır. Şimdi bâzı mülkler için “devre mülk” denilmektedir. Hâlbuki îman nazarıyla bakıldığında, bütün fânî mülkler devre mülktür.

Esâsen, gönlü Allah muhabbetiyle dolu bir mü’min, hakîkatte hiçbir şeye mâlik olmadığının idrâki içindedir. Zira muhabbet, fedâkârlık gerektirdiği için haris bir mâlikiyetle, yani nefsânî bir sahiplik arzusuyla aslâ bağdaşmaz. Seven, sevdiği uğruna her şeyden vazgeçer. Nitekim mü’min, îmandan ihsâna giden Hak yolculuğunda mesâfe aldıkça, dünyaya bakışındaki ölçüleri de aynı paralelde seviye kazanır:

Meselâ, ilâhî emir ve yasakların umum insanlığa teklif edilen asgarî seviyesi olan şeriatte; “senin malın senin, benimki ise benimdir” anlayışı geçerli iken;

Kalben istîdatlı kimselerin sülûk ettiği mânevî olgunlaşma yolu olan tarikatte bu bakış açısı; “senin malın senin, benimki de senin” şeklinde bir fedâkârlık mâhiyeti kazanır.

Bunun da ötesinde Hakk’ın seçkin kullarının erişebildiği hakîkat iklîminde ise; “ne senin malın senin, ne de benim malım benim; hepsi Allâh’ındır!” telâkkîsine ulaşılır.

İbrahim bin Edhem Haz­retleri’nin, kendisinden öğüt isteyen birine söylediği şu sözler ne kadar mânidardır:

“Eğer günah işleyeceksen bâri Allâh’ın nîmetini yeme! Hem Hak rızkını yiyip hem de O’na âsî olmak revâ mıdır?! O’nun mülkünde oturup da O’nun sözünü tutmamak revâ mıdır?!”

Hak yolcusu, bu hakîkatler ışığında kendi vaziyetini dâimâ gözden geçirmelidir. Ayrıca kendisine takdîr edilen mal ve mülk üzerinde muhtaçların da hakkı bulunduğunu unutmamalıdır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Sâ­ilin (ihtiyacını arz edebilen fakirin) ve mah­rû­mun (iffeti sebebiyle isteyemeyen muhtacın), on­la­rın (zenginlerin) ser­vet­le­rin­de (belirli bir) hak­kı var­dır.” (ez-Zâriyât, 19)

Yine mü’min; “…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) âyetinin sırrına ererek, muhtaç durumdaki kardeşinin istemesine bile lüzum kalmadan, onun sıkıntısını sîmâsından anlayabilecek bir firâsete ulaşmalıdır.

el-MÜ’MİN…

Cenâb-ı Hakk’ın bir sıfatı da el-Mü’min’dir. Rabbimiz bu sıfatını kendisine îmân etmiş kullarına da lâyık görmek sûretiyle, kullarının da bu ilâhî ahlâkı yaşamalarını arzu buyurmaktadır.2

“Mü’min”; gönüllerde îman nûrunu parlatan, kendisine sığınanlara eman veren, onları emniyet içinde tutup koruyan, huzur veren, kendisinin ve peygamberlerinin doğ­ru­luk ve sadâkatini or­ta­ya koyan, vaadinden dön­me­yen gibi mânâlara gelmektedir. Cenâb-ı Hak, diğer cemâlî esmâsı gibi “mü’min” sıfatıyla da vasıflanmamızı arzu ediyor. Öyle ki biz kullarına “mü’minler” diye hitâb ediyor. Böylece bu sıfata lâyık bir şahsiyet ve karakterle dînini temsil etmemizi telkin buyuruyor.

Mü’min sıfatının gönle yerleşmesinin en büyük alâmeti ise, kulun kendisini dâimâ ilâhî kameraların altında hissedip her hâliyle dîninin güzel bir temsilcisi olabilmesidir. Bu şekilde yüreklere îman aşılaması, merhamet tevzî etmesi, kendisini ve çevresini her türlü kötülükten muhafaza edip îtimat ve emniyet telkin etmesidir.

Nitekim; “Müslümanların en fazîletlisi kimdir?” diye sorulduğunda Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Dilinden ve elinden müslümanların emniyette olduğu kimse.” cevâbını vermiştir. (Buhârî, Îmân 4, 5, Rikâk 26)

Bunun aksine, sözünde durmayan, güvenilmez kimseler hakkında da Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in çok dehşetli îkazları mevcuttur. Bunların ikisinde şöyle buyrulur:

“Yapacağı fenâlıklardan komşusu emniyet içinde olmayan kimse cennete giremez.” (Müslim, Îmân, 73)

“Emâneti (güvenilirliği) olmayanın îmânı da yoktur.” (Ahmed, III, 135)

Bir mü’minin etrâfına güven vermemesi, îmânının zayıflığına ve hattâ îman hassâsiyetlerini kaybettiğine işârettir. Artık onda mü’minliğin sadece adı kalmış, ibadetlerinin içi boşalmış, geriye yalnızca samimiyetsiz bir görüntü kalmış demektir.

Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ibâdetlerin bile güzel ahlâk zemîninde bir kıymet ifâde ettiğini ne güzel dile getirir:

“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız. Konuştuğunda doğru söylüyor mu, kendisine bir şey emânet edildiğinde emânete riâyet ediyor mu, dünyaya meylettiği zaman helâl-haram gözetiyor mu, ona bakınız.”3

Bizler de bu ilâhî sıfattan nasip alarak Rabbimizin sevip râzı olduğu kâmil bir “mü’min” olabilme cehdi içinde bulunmalıyız.

es-SABÛR…

Rabbimiz çok sabırlıdır. Günahkâr kullarını cezalandırmak için acele etmez. Bilâkis onların tevbeye yönelerek hâllerini ıslah etmeleri için sabırla sayısız fırsatlar lûtfedip mühlet verir.

Mü’min de dâvâsına hizmet yolunda başına gelen ezâ ve cefâlara sabretmesini bilip bu ilâhî sıfattan hisse almaya gayret etmelidir. Öfkelenip aceleyle hüküm vermemeli, şikâyet ve sızlanmayı terk etmeli, musîbetlerin bütün şiddetiyle gelip çattığı anda bile sabrın sonundaki selâmeti düşünerek gönül huzurunu korumalıdır.

Rabbinin rızâsını dileyen, evvelâ kendisi O’nun takdîrine rızâ hâlinde olmalıdır. Kim Allâh’ın takdîrine rızâ hâlinde yaşarsa, o kimse dâimâ ilâhî rahmet tecellîleri altında olur. Velev ki ağır hastalık, çile ve ıztırapların içinde bile olsa… Çünkü Allah onun her zaman yâr ve yardımcısıdır ve en sonunda onu mükâfatlandıracaktır. Bu hususta Eyyûb -aleyhisselâm-’ın hâli güzel bir numûnedir. Zira o, başına gelen tahammül ötesi iptilâları büyük bir sabır ve teslîmiyetle karşılayıp Hakk’ın takdîrine rızâ göstermiştir. Cenâb-ı Hak da onun hakkında; “نِعْمَ الْعَبْدُ / ne güzel kuldu” buyurmuştur.

Velhâsıl her hususta sabır lâzımdır: İbâdette, muâmelâtta, varlıkta, yoklukta vs… Çünkü her şey ilâhî imtihan malzemesidir. Bunun için, bilhassa Kitap ve Sünnetin emirleri istikâmetinde yaşayabilme gayretinde ve Hakk’a dâvet hizmetinde yorulmamak, bezginlik göstermemek ve hayatın her safhasında sabırlı olmak îcâb eder.

Hak dostu Hâtem-i Esam Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“Güzel ahlâkın en mühim tecrübe noktası, eziyetlere sabretmek ve külfete tahammüldür. Başkasının kötü huyundan şikâyet etmek, kendi kötü ahlâkının delilidir. Çünkü güzel ahlâk, aynı zamanda eziyetlere katlan­mak demektir.” (İhyâ, III, 161)

Dünyanın fânî olduğunu, oradaki cefâlara sabretmenin ebedî saâdet sermâyesi olacağını bilen bir mü’min de, karşılaştığı musîbetlerin yükünü kalbine koymaz, hayatın değişen şartları karşısında muvâzenesini bozmaz, gönlünün rotasını Rabbinin rızâsından başka bir yöne çevirmez.

el-KERÎM…

Rabbimiz, son derece cömerttir, büyük lutuf ve ihsan sahibidir. Allah katında kerem sahibi, yani kıymetli ve îtibarlı olmak da, bu dünyada kerîm olmaya, yani cömertliğe bağlıdır. Nitekim İbn-i Abbas v’ya:

“–Kerem nedir?” diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir:

“–Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’inde;

«…Muhakkak ki Allah katında en keremliniz (değerli olanınız), O’ndan en çok korkanınızdır…» (el-Hucurât, 13) buyurduğu gibi, takvâ sahipleri(nin hâli)dir.” (İhyâ, III, 123)

“el-Kerîm” ism-i ilâhîsinden hisse almış olan mü’minler, gece-gündüz demeden, gizli ve âşikâr bir şekilde infakta bulunarak gönüllerini âdeta bir sebîl hâline getirirler. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın gece vakti sırtında un çuvalıyla fakir mahalleleri dolaşması, Zeynelâbidîn Hazretleri’nin gece karanlığında fukarâya erzak taşımaktan sırtının yara bere içinde kalmış olması, Hak dostlarının kerem ufkundan sadece iki misaldir.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede; “Allâh’ın sana ihsân ettiği gibi sen de (insanlara) ihsân et…” (el-Kasas, 77) buyurarak, kendi cömertliğinin bir benzerini kullarında da görmeyi arzuladığını beyân etmektedir. Bunun için ilâhî ahlâkı yaşamak isteyen bir mü’min, elindeki nîmetlerden muhtaçları da faydalandırmalıdır. Elinden, dilinden, hâlinden, kālinden, velhâsıl maddî-mânevî bütün imkânlarından ikram hâlinde olarak Hakk’ın rızâsını aramalıdır. Nitekim böyle bir arayış içerisinde olanlara Rabbimiz şu müjdeyi vermektedir:

“…Şüphesiz ki iyilik edenlere Allâh’ın rahmeti çok yakındır.” (el-A‘râf, 56)

er-RAHMÂN,
er-RAHÎM…

Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân ve Rahîm es­mâ­sından hisse alıp bu ahlâk ile yaşayabilmek; ulaşılan her yere rahmet tevzî etmekle mümkündür. Zira merhamet, îmânın en güzîde meyvesi ve ilk neticesidir ki, mahrumlar için müşfik bir sığınak ve barınak olmayı gerektirir. Kur’ân-ı Kerîm’de karşımıza çıkan ilk iki esmâ-i ilâhiyye de Rahmân ve Rahîm’dir. Fâtiha Sûresi’nin başındaki besmeleyi, -o aslında başka bir sûrede geçen bir âyet olduğu hâlde- burada teberrüken kaydedilmiş kabul etsek bile, o sûrede de karşımıza ilk çıkan, Allâh’ın Rahman ve Rahîm esmâsıdır.

Allâh’ın rahmet tecellîlerinden lâyıkıyla nasip almış bir mü’min de, başta insan olmak üzere hiçbir mahlûkâtın sesli veya sessiz feryâdına bîgâne kalamaz; elinden gelen hiçbir yardımı esirgeyemez. Nitekim Hak dostu Mevlânâ Hazretleri, bu ilâhî ahlâktan almış olduğu nasiple der ki:

Şems -kuddise sirruh- bana bir şey öğretti: «Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin.» Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!..”

Yani Şems-i Tebrizî Hazretleri Mevlânâ’ya, Allâh’ın kullarının üşümesinden ürperen bir vicdan hassâsiyetini öğretmişti. Hakîkaten, bedenin ısınması giysilerle kâbildir. Lâkin vicdânın ısınabilmesi, ancak merhamet tezâhürü davranışlarla kalbin Hakk’a yaklaşmasına bağlıdır. Bu misal, mahlûkâtın her türlü mahrûmiyeti karşısında kullanılması gereken bir şablon gibidir. Bu yüzden her türlü felâket ve sefâlet manzaralarının, bedenlerden evvel vicdanları ürpertmesi îcâb eder. Bu şekilde Hakk’a istikâmetlenen vicdânî ürperişler, gönülleri ısındırıp huzura gark eder.

Şüphesiz ki bu hâl, mü’­min­­lerin Yaratan’dan ötürü yaratılanlara karşı sahip olmaları gereken cihanşümûl merhamet ufkunun bir tezâhürüdür. Rahmet Peygamberi Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de ashâbına; cennete girebilmek için merhametli olmaları îcâb ettiğini, lâkin bu merhametin de, sadece birbirlerine karşı değil, bütün mahlûkâta şâmil olması gerektiğini ifâde buyurmuşlardır. (Bkz. Hâkim, IV, 185/7310)

Yine bütün mahlûkâta şâmil sayısız merhamet te­zâ­hür­le­rinden bir misal sadedinde, susuzluktan ölmek üzere olan bir köpeği sulayıveren gü­nah­kâr bir kadının ilâhî affa nâil olduğunu, buna mukâbil bir kedinin açlığını umursamayıp ölümüne sebebiyet veren bir kadının da bu merhametsizliğinden ötürü cehenneme dûçâr olduğunu beyân etmişlerdir. (Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Selâm 151, 154, Birr 133)

Bu sebeple, günahları da sevapları da büyük-küçük diye ayırmamak ve hiçbirini önemsiz görmemek gerekir. Zira Allâh’ın rahmeti de gazabı da bâzen büyük, bâzen vasat, bâzen de küçük görünen şeylerden dolayı tecellî eder. Kula düşen, her durumda derin bir îman firâsetiyle davranmaktır.

Öte yandan, Rabbimizin rahmet ve merhameti, gazabına gâliptir. Yani O, cezâyı hak eden nice günahkâr kullarını samimî bir tevbeyle affeder ve yine kullarının küçücük iyiliklerine bile şân-ı ulûhiyetine yaraşır bir cömertlikle bol bol ecir ihsân eder. Mü’min de dâimâ bu rahmet üslûbuyla hareket etmeli; helâk edici değil, ihyâ edici ve yeşertici bir rûha sahip olmaya çalışmalıdır.

Bu ilâhî ahlâkı yaşamanın bir misâlini Ebû Hü­rey­re -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:

“Biz bir gazâda kâfirlerin yok olması için Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bedduâ etmesini istedik. O ise; «Ben lânet etmek için değil, rahmet olarak gönderildim.» buyurdu.” (Müslim, Birr, 87)

Yine Rabbimiz, Ra­sû­lü’­nü;­ “…Mü’min­le­re karşı Raûf (son derece müşfik) ve Rahîm (son derece merhametli)dir.” (et-Tevbe, 128) şeklinde takdim ve taltif etmektedir. Yani ilâ­hî esmâdan olan “Raûf” ve “Rahîm”in, Rasûl’ünün en bâriz vasıflarından olduğunu beyân buyurmaktadır.

Mü’minler olarak bizler de gönlümüzü bir rah­met dergâhı kılarak Rah­mân’ın kulu ve Rahmet Peygamberi’nin ümmeti olduğumuzu her fırsatta ispat etmeye gayret göstermeliyiz.

Rabbimiz cümlemizi, bütün ilâhî isim ve sıfatları üzerinde lâyıkıyla tefekkür eden, onların gerektirdiği güzel ahlâk ile yaşayan ve böylece ilâhî muhabbet ve dostluk iklîmine vâsıl olan kullarından eylesin!

Âmîn…

DİPNOTLAR: 1. el-Alak, 1. 2. Ancak şunu da unutmamak lâzımdır ki, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarından birinin herhangi bir insana isnâd edilmesi mecâzîdir ve O’nun “muhâlefetün li’l-havâdis”, yani sonradan yaratılmış olan hiçbir şeye benzememek sıfatı zemininde telâkkî edilmelidir. Aksi hâlde, bu sıfatlardan biriyle herhangi bir insanın tavsîf edilmesi şirk olurdu. 3. Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, Dâru’l-Fikr, ts.,VI, 288; Şuabu’l-Îmân, IV, 230, 326.