II. Abdülhamîd Han

1997 – Kasim, Sayı: 141, Sayfa: 020

Osmanlı pâdişâhlarının otuzdördüncüsü, İslâm halîfelerinin doksandokuzuncusudur. Sultan Abdülmecîd’in ikinci oğlu olup 1842’de dünyâya gelmiştir.

Genç yaşta dînî ve fennî ilimleri mükemmel bir şekilde ikmâl etti. Şâzeliyye tarîkati şeyhi Mehmed Zâfir Efendi ve Kâdiriyye tarîkati şeyhi Ebu’l-hüdâ Efendi‘den feyz alarak zâhirdeki dirâyetini, mânevî bir kemâl ile de tâçlandırmıştır.

Daha genç yaşta zekâsı ve siyâsî kâbiliyetleriyle temâyüz etmiş bulunduğundan amcası Sultân Abdülazîz Han, Mısır ve Avrupa seyâhatlerinde O’nu da yanında götürmüştü.

Çok nâzik idi. Herkesin gönlünü almasını bilirdi. Fevkalâde bir zekâ ve hâfızaya sâhibdi. Bir defa gördüğü veya sesini işittiği kişiyi aslâ unutmadığına dâir kaynaklarda sayısız misâller vardır. Alman birliğini kurmuş olan Prens Bismark rivâyete nazaran:

“Dünyâda yüz gram akıl varsa, bunun doksan gramı Abdülhamîd Han’da, beş gramı bende, kalan beş gramı da diğer dünyâ siyâsîlerindedir…” demiştir.

O’nun en büyük talihsizliği, devleti çok kötü şartlar altında eline almış olmasıdır. Buna rağmen hiç yılmadan, bıkmadan müthiş bir zekâ, sabır ve büyük bir mahâretle devleti, otuzüç sene ciddî bir kayba uğratmadan idâre etmiştir.

Sultân Abdülazîz merhûm gibi büyük masrafları ve dış borçlanmayı mûcib olan harpçı bir siyâset takibi yerine, gelişen sanayî hareketleri dolayısıyla batıda temâyüz etmiş bulunan iki devleti karşı karşıya getirmek ve onların menfaat çatışmalarını tahrîk ederek ülkeyi -âdetâ- bir sırat köprüsü üzerinde yürütmek, O’nun siyâsetinin temel esası olmuştur.

Bu sulhçu siyâsetin neticesinde yeni askerî yatırımların masrafından kat’an nazar dış borçların 300 milyon altından, 30 milyona indirilmesi sağlanmıştır. Abdülhamîd‘in Almanlar‘ı İngiliz siyâsî emellerine karşı mâhirâne bir sûrette kullanmasının çok çeşitli ve parlak tezâhürleri vardır. Medîne demiryolu imtiyâzının Almanlar’a verilmesi ve stratejik bir mevkî olan Akabe’nin onların yardımıyla İngilizler’den kurtarılması, bunun târihte en tipik bir misâlidir.

Abdülhamîd Han, 93 Harbi felâketinden aldığı dersle gayr-i mütecânis ve devleti parçalamaya sürükleyebilecek cereyanların müşâhede edildiği Meclis-i Mebûsân’ı böyle bir felâkete mânî olabilmek için 1878’de süresiz olarak kapatmıştır.

Mithat Paşa ve avanesinin sebep olduğu 93 Harbi felâketinin neticesinde Rumeli’de kaybedilen topraklardan pek çok müslüman ahâli, muhâcir olarak İstanbul‘a gelmiş bulunuyordu. Bunların mağdûriyetlerini istismâr ederek toplayabildiği bir kısım işsiz-güçsüz takımıyla Çırağan Sarayı’na yürüyen Ali Suâvî, Sultân Abdülhamîd‘i devirerek, bu sarayda mahbus bulunan V. Murad‘ı tekrar tahta geçirmeye teşebbüs etti. Sultan V. Murad, mason Mithat Paşa ve avanesi tarafından tâ şehzadeliğinden beri hususî bir sûrette yetiştirilmişti. O da, akıl hocası Mithat Paşa gibi otuzüç dereceden bir masondu. Fakat hiç şüphesiz bu teşkîlata onun gerçek hüviyetini bilmeden girmişti. Bununla beraber şerîrler, kendisi pâdişâh olsa menfûr emellerine daha kolay ulaşacaklarını düşünüyorlardı. Ali Suâvî ise, Sulltan Abdülhamîd Han tarafından Galatasaray Lisesi müdürlüğünden bozuk siyâsî düşünceleri sebebiyle azledilmiş bulunmanın iğbirârı (gücenikliliği) ile haraket ediyordu. Gerçekten de Ali Suâvî, yavaş yavaş yahûdî siyâsî emellerinin hâkim olmasıyla Osmanlı aleyhtarlığına meyleden İngiliz siyâsetinin kör bir âleti durumundaydı.

Beşiktaş muhâfızı yedi-sekiz Hasan Paşa’nın kafasına indirdiği bir sopa ile Ali Suâvî’nin can vermesi bu ihtilâl teşebbüsünün akîm kalmasını sağlamıştır. Ancak Sultân Abdülhamîd, bu ve benzerî vak’alar dolayısıyle mâruz bulunduğu büyük tehlikeyi kavramış, devrinin sözde münevverlerinin hamâkat ve ihânetlerine ilâveten rum, ermeni ve yahûdîlerin kaynattıkları fitne kazanı sebebiyle muârızlarının “istibdâd” diye adlandırageldikleri sıkı bir dâhilî siyâset tâkıbine mecbûr kalmıştır.

Abdülhamîd Han, bu karışık iç bünyeye rağmen halkın huzûru ve ülkenin selâmetini sağlayabilmek için bugünkü modern devletlere bile örnek olabilecek derecede şumüllü bir istihbarat teşkilatı kurmuştur. Bu teşkilâtta kendisine karşı bombalı bir suikasti gerçekleştirmiş bulunan ermeni asıllı Jorris‘i dahi bir istihbârât elemanı olarak kullanması, şâyân-ı dikkattir. Hattâ İngilizler‘in Madrit büyükelçileri vefât ettiğinde, onun açılan çelik kasalarında Sultân Abdülhamîd’le muhâbere hâlinde bulunduğuna dâir vesâikın ortaya çıkması, İngilizler’i bu istihbârâtın kuvvet ve şumülü hakkında dehşete sevketmiştir. Kendisi tahttan indirildikten sonra azılı muhâlifleri tarafından Çırağan Sarayı’nın yakılmış bulunması da, O’nun bu müthiş istihbârât teşkilâtı ile alâkalıdır. Zîrâ bu sarayın bodrum katları, lebâleb Sultân Abdülhamîd’e verilmiş jurnallerle doluydu ve hiç şüphesiz ki saray, onları yok etmek için yakılmıştı. Çünkü bu jurnaller, İttihat ve Terakkî’nin ileri gelenlerini birbirine düşürecek mâhiyetteydi. Sathî bir nazarla bakıldığında, bunların birbirleri aleyhine Sultân Abdülhamîd Han‘a jurnallik ettikleri ortaya çıkmaktadır.

Bu jurnal keyfiyeti dolayısıyle de Sultân Abdülhamîd, muârızları tarafından haksız ve çirkin bir sûrette itham edilegelmiştir. Gûyâ ulu orta verilmiş saçma-sapan jurnallere istinâden birçok insanı sürgüne gönderdiği pek çok yazılıp söylenmiştir. Bu hususdaki gerçeğin lâyıkıyle kavranabilmesi ve merhûmun dirâyet, liyâkat ve hassasiyyetinin anlaşılabilmesi için bir tek misâl zikredelim:

Birgün yüksek seviyede bir me’mûrun Çırağan Sarayı önünden geçerken gûyâ:

“-Âh Sultân Murâd Efendimiz!.. Sen başımızda olsaydın, böyle mi olurdu?!.”

meâlinde bir söz söylemiş olduğu yolunda bir jurnal alınmış ve bundan dolayı da o me’mûrun Fizan’a sürgün edilmesi hususunda irâde-i seniyye sâdır olmuştu. Buna îtiraz eden Sadrazam Saîd Paşa:

“-Efendimiz, bu ne hâldir, anlayamıyorum?!. Bu me’mûrun takriben altı ay önce ihtilâs (rüşvet) cürmü sâbit olduğu halde onu afvetmiştiniz.. Şimdi ise, enti-püften bir jurnale istinâden onu sürgüne gönderiyorsunuz?!.” demesi üzerine, o koca Sultân Sadrazam’a şu cevâbı vermiştir:

“-Hayır Paşa Hazretleri, ben onu bu jurnalden dolayı sürgüne göndermiyorum! Asıl sebep, o zikrettiğiniz ihtilâs cürmüdür. Esâsen bu jurnali de kasden kendim verdirttim. Lâkin onu, altı ay evvel böyle bir tertibe baş vurmadan cezâlandırsaydım, yalnız kendisini değil, çoluk-çocuk ve akrabâlarını da cezâlandırmış olurdum. Onlar da eş ve dostlarına karşı mahcûb olurlardı. Şimdi ise, bu adamı gûyâ benim istibdâdıma karşı çıkmış bir insan sıfatıyla kahraman telâkkî edecekler. Böyle olmasını tercih ettim!..”

Bu öyle bir hâdisedir ki, O’nun devri için sürüp gelen haklı-haksız tenkîdlerin değerlendirilmesinde bize büyük bir ışık tutar.

Sultân Abdülhamîd’in kalbî rikkatini kavramaya yarayacak bir hâdise de şudur:

Sultan Abdülazîz’in şehîd edilmesinden beş sene geçmesine rağmen halk, bu menfûr hâdiseyi unutmamıştı. Kâtillerin yakalanıp cezâlandırılmasını istiyordu. Bu umûmî arzu üzerine Yıldız‘da hususî bir mahkeme kuruldu. Bu mahkemede Mithat Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve daha bazılarının Abdülazîz Han’ın kâtili oldukları sâbit oldu. Mahkeme bunlar hakkında îdam cezâsı verdi. Ayrıca Plevne kahramanı Gâzî Osman Paşa ve Ahmed Cevdet Paşa gibi şahsiyetlerin dâhil olduğu kırk kişilik mûteber bir hey’ete de bu karar bir kere daha tedkîk ettirildi. Onlar da, müttefikan karârı isâbetli gördüklerini beyân ettiler. Buna rağmen Sultân Abdülhamîd Han, îdâm cezâlarını sürgüne tahvîl etti. Fazladan olarak da suçunu îtiraf etmiş bulunan Mithat Paşa’nın cebine sürgüne giderken 800 altın harçlık koydu. İnsan, hâdiselerin içyüzüne vâkıf olunca, bu büyük merhametli pâdişâha karşı dil uzatanları aslâ afvedip hoş göremez!..

Sultân Abdülhamîd Han’ın Dünyâ çapında ithâmına vesîle olan sebeplerden biri de, devrinde başgösteren ermeni mes’lesidir. Ermeniler, ülkemizde yaşayan gayr-i müslim teb’a arasında bizim örf ve âdetlerimizi benimsemek yönünden müstesnâ bir durumda idiler. Asırlarca “teb’a-i sâdıka” olarak yâdedilmişlerdi. Fakat günün birinde kendilerini kullanarak siyâsî emellerine ulaşmak isteyen Ruslar‘ın propagandalarına muhâtab olarak sadâkatten ayrıldılar. İlk önce Rus tahrikıyla başlayan ermeni kıpırdanışları, sonradan bütün hıristiyan batı devletlerinin alâkasını celbetmiş ve onlar da bu ihtilâfa dâhil olmuşlardır.

Bu maksadla ermenileri silâhlandıran Ruslar’ın faâliyetini ve bunun nihâî gâyesini görmekte gecikmeyen dâhî Sultân Abdülhamîd Han, ermenileri toplu oldukları bölgelerden sağa sola cebrî bir sûrette göç ettirmek gibi bir tedbire baş vurmuştur. Fakat bu kadar mâsumâne bir hareket, yahûdî desteği ile de beslenerek onun aleyhinde beynelmilel bir propaganda tezgahlanmasını intâc etmiştir. Neticede kendisine Viyana‘da îmâl edilerek gönderilmiş bir kupa arabasına îmâlât esnasında uzun bir zamana ayarlanmış saatli bir bomba yerleştirilmiş ve bu bomba, kendisinin şeyhulislâm ile Cum’a namazı hıtâmında mûtâd hârici üç-beş dakika ayaküstü konuşması sebebiyle o daha arabaya binmeden Yildız Câmî-i Şerîfi önünde infilâk etmiş, asker, sivil bir çok insan ölmüş ve yaralanmıştır. Herkesin telâşa kapıldığı o hengâmede Sultân Abdülhamîd Han, sükûnetini muhâfaza ederek:

“Korkmayın, korkmayın!..”

diye bağırmış ve arabanın seyis mahalline oturarak ecnebî sefirlerin alkışları arasında atları kırbaçlayıp sarayına avdet etmiştir.

Devrinin sözde münevverlerinin gafletine bakınız ki, Belçikalı ermeni Jorris’in tertibi eseri olan bu suikati alkışlayanlar görülmüştür. Hattâ zamanın gözde şâiri Tevfik Fikret, bu hâdiseyi anlatan ‘bir anlık gecikme’ anlamındaki “Bir Lahza-i Teaahur” isimli şiirinde suikastçiyi ‘şanlı avcı’ diyerek tebcil etmekte ve suikasdin muvaffakıyetsizlikle neticelenmesinden doğan teessürlerini terennüm etmekteydi. Buna rağmen Sultân Abdülhamîd’in kendisine karşı en küçük bir mukâbelesini tarihler kaydetmemektedir.

Sultân Abdülhamîd devrinin gâilelerinden biri de o sıralarda filizlenmeye başlayan yahûdî mes’lesidir. 1982 yılında İsviçre‘nin Bazel şehrinde ‘ilk siyonist kongresini’ toplamış olan Teodor Hertzel, daha önce yazdığı “Yahûdî Devleti” isimli kitâbıyla dünyâ yahûdîlerinin Filistin‘de yeniden toplanmaları gerektiği yolunda teşebbüse geçmiş ve bu gâye için o gün dünyânın en büyük zengini olan yahûdî Roçilt âilesinin desteğini sağlamıştı. Onun namına iki kere Türkiye’ye gelen ve yahûdîlerin Filistin’e avdet edip orada ikâmet eylemeleri mukâbilinde Osmanlı Devleti’nin dış borçlarını ödemek teklifini Roçilt namına Sultân Abdülhamîd‘e arzetmiş olan Hertzel’in, O’nun çelik gibi sert irâdesine çarparak redde mahkûm olması sebebiyle, yahûdîler tarafından bütün dünyâda o büyük hükümdar için bir karalama kampanyası başlatılmıştır.

Bu kampanya sebebiyledir ki, otuzüç senelik saltanatı boyunca hiç kimsenin burnunu kanatmamış, ancak ana ve babasını öldürmüş olan bir cânî dışında normal mahkemelerce verilen îdâm cezâlarını bile tenfiz ettirmemiş, kendisine suikast yapan bir haremağasını ve hattâ ermeni Jorris’i dahî afvetmiş bulunan Sultân Abdülhamîd Han için haksız ve mesnedsiz bir sûrette ‘kızıl sultan’ lakabı, meşhur ve harcıâlem bir hâle getirilmiştir. Hayfâ ki, yahûdîlerin îcâd edip ermenilere armağan ettikleri bu iftirâ, böyle ecnebî kimselerden ziyâde vatanın o gün bugündür bir çok talihsiz Türk asıllı nesilleri arasında da revaç bulmuştur.

Filistin‘e göç edip yerleşmek gibi ilk nazarda mâsumâne görünen arzularının Sultân Abdülhamîd tarafından mutlak bir sûrette redde mahkûm olduğunu gören yahûdîler, o mübârek şahsiyeti bertaraf etmedikçe emellerine ulaşamayacaklarını anlamakta gecikmediler. Bundan dolayıdır ki, önce İstanbul‘da ve sonra da yahûdî muhiti Selânik‘te temerküz eden İttihat ve Terakkî cemiyetini kurdurarak vatanın bir kısım bedbaht evlâdlarını bir propaganda sisinde boğdular.

Tehlikeyi gören Sultân Abdülhamîd, yahûdîlerin Filistin’de toprak satın almalarını yasakladığı gibi, onların bu emellerine muvâzaa yoluyla ulaşmalarını engellemek için de, her arâzîsini satmak isteyenin yerini şahsî parasıyla satın alarak “emlâk-i şâhâne” hâline getirmiştir. Filistin Çiflikât-ı Şâhânesi böylece vücûda gelmiştir. Sultan Abdülhamîd bunlara ilâveten oradaki müslüman nüfûsu da artırma yoluna gitmiştir.

O sırada Rus tahrikıyle teşekkül etmiş çeteler, Balkanlar‘ı cadı kazanı hâline getirmiş bulunuyordu. Bunlarla mücâdele eden birliklerin birtakım subayları, İttihat ve Terakkî ve onun arkasındaki yahûdîlerce iğfâl edilmişlerdi. Bunlar isyân ederek Abdülhamîd Han‘ı II. Meşrûtiyet‘in ilânına zorladılar.

Abdülhamîd Han, yeni bir kânûn-i esâsî hazırlatıp tatbik etmeyi düşünüyordu. Fakat gayet buhranlı ve ihtilâl hazırlıklarının yapıldığı karışık bir ahvâl içinde buna fırsat bulamamıştı. Mecbûren eski kânûn-i esâsîyi yürürlüğe koydu.

Meclis-i Meb’ûsân 17 Aralık 1908’de toplandı. En azılı Osmanlı düşmanları dahi meb’ûs seçilerek meclise girmişti. Hatta ne hazîndir ki, mecliste azınlıkların te’sîri müslüman meb’ûslardan daha çoktu.

İttihat ve Terakkî iktidarı, kısa zamanda halkın umûmî sûrette nefretini kazandı. Karşılaştığı tenkîdleri şiddetle bastırıyor ve muhâliflerini gazeteci veya fikir adamı demeden suikastlerle yok ediyorlardı. Bu durum, zuhûr eden nefreti had safhaya çıkarınca, kendi iktidarlarını korumak için sâdık adamları sandıkları avcı taburlarıRumeli’den getirip Taşkışla‘ya yerleştirdiler. Ancak bunların başlarındaki subaylar, kısa zamanda Beyoğlu âlemleriyle siyâset girdabına sürüklenip askerleriyle alâkalarını kestiler. Serbest kalan avcı taburları efrâdı, halkla temas edince, İttihat ve Terakkî’nin irtikâb ettiği mel’ûnâne zulüm ve hıyâyetlerini öğrenerek kendilerini korumaya me’mur oldukları bu kadroya karşı ayaklandılar. İstanbul’da birkaç gün terör hâkim oldu. Bazı İttihat ve Terakkî milletvekilleri sokak ortasında katledildi. İşte 31 Mart Vak’ası denilen hâdise budur. Bu ayaklanma sebebiyle iktidarlarını tehlikede gören İttihat ve Terakkî, Rumeli’den “Hareket Ordusu” denilen çoğu rum, ermeni ve yahûdî çapulcusu onbeş bin kişilik bir kuvveti İstanbul üzerine sevk ettiler.

Sultân Abdülhamîd, bu gürûha karşı -maalesef- aşırı merhameti sebebiyle hareketsiz kaldı. Halbuki sarayının etrafında iyi tâlim ve terbiye görmüş otuz bin asker vardı. Neticede tâc ve tahtı için şu hengâmede bile kan dökmeye râzı olmayan Sultân Abdülhamîd, Hareket Ordusu’na arkalanan İttihat ve Terakkî hükûmetince hal’ olunarak tahttan indirildi. Usûlen tanzîm edilen fetvâ da, tamamen haksız ve mesnedsizdi. Kendisine bulunabilen kusur, “kütüb-i mu’tebere-i dîniyyeyi cem’ u ihrâk“, yâni mûteber dînî kitapları toplatıp yaktırmaktı.

Bu bühtanın aslı şudur: O zaman Kur’ân-ı Kerîm’in şahıslarca basım ve yayını yasaktı. Kur’ân-ı Kerîm’i devlet bastırır ve parasız dağıtırdı. Şahısların Kur’ân-ı Kerîm tab’ında gereken ihtimâmı gösteremeyecekleri düşüncesiyle konulmuş bulunan bu yasağa rağmen Kur’ân-ı Kerîm tab’ olursa, bunlar müsâdere edilip ihrâk olunur (yakılır), külleri de îtinâ ile çiğnenmeyecek bir toprağa gömülürdü.

Diğer taraftan, hal’ fetvâsı âid olduğu makamdan sâdır olmamıştır. Bu maksadla parlementoya celbedilen ve kendisine baskı tatbik edilen fetvâ emîni Hacı Nûrî Efendi, Pâdişâh’ın hal’i için kâfî bir şer’î sebep mevcûd olmadığını beyândan sonra:

“Hal’ meş’ûmdur (uğursuzdur)! Sultân Abdülazîz hal’ edildi. Arkasından koca Rumeli elden gitti. Rumeli’den milyonlarca muhâcir İstanbul’a geldi. Medrese ve câmîler, lebâleb bunlarla doldu. Ben o zaman medrese talebesiydim. Yetîm çocukları sırtımda taşımaktan omuzlarım çürümüştü. Mâdem ki ille de Pâdişâh’ın hal’ini arzu ediyorsunuz, kendisine arzediniz; O, kendi kendisini azletsin!..” dedi.

Bu münâkaşaya şâhid olan Talat Paşa, ipin ucunun elinden kaçacağını anlayınca, ulemâdan olan milletvekillerine istenilen fetvâyı vermeleri için baskı yaptı. Bu baskı neticesinde tefsir sâhibi Elmalılı Hamdi Efendi’nin takrîri (söyleyip yazdırması) ile Sultân Abdülhamîd Han hakkındaki mâhut hal’ fetvâsı ortaya çıktı.

Hazindir ki, bu keyfiyeti Sultân Abdülhamîd‘e tebliğ için parlementoca seçilmiş bulunan dört kişilik hey’ete ısrarla Selânik meb’ûsu yahûdî Emanuel Karassou Efendi kendisini de dâhil ettirmişti. O koca Sultân, bu hey’ette şu yahûdî çıfıtı da görünce, diğerlerine dönüp:

“-Sizler müslümansınız! Beni halîfe olarak görüp görmemeyi arzu etmek hakkınızdır. Lâkin bu yahûdînin aranızda işi ne?!.” demekten kendini alamadı.

Onlar da, bu söz üzerine başlarını önlerine eğdiler. O zaman Sultân, bütün bu olanların mukadderât îcâbı olduğunu düşünerek:

“Bu, azîz ve alîm olan Allâh’ın takdîridir…” meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.