Hizmet, Kişinin Vicdanının Kartvizitidir


DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

HİZMET, KİŞİNİN VİCDANININ KARTVİZİTİDİR

Îmânın ilk meyvesi merhamettir. Merhametin tezahürü de hizmettir.

Hizmet, Cenâb-ı Hakk’ın biz kullarını mes’ûl kıldığı ictimâî bir kulluk vazifesidir.

Her rekâtta; “اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ” diyoruz.

(Yâ Rabbi!) Ancak Sana kulluk yaparız ve ancak Sen’den yardım isteriz.” (el-Fâtiha, 5)

Onun için bir mü’min ictimâîleşecek. Mü’minin hayatı, mahlûkâta hizmetle mânâ derinliği, bereket ve ulviyet kazanır. Zira hizmet, vicdanlardaki olgunluk seviyesini aksettiren en güzel bir aynadır.

Diğer ifadeyle, kişinin vicdanının bir kartvizitidir hizmet.

Hizmet, nefsin hodgâmlığından kurtularak, diğergâm bir ruhla mahlûkâta yönelmek sûretiyle Allâh’ın rızâsını aramaktır, Allâh’ı aramaktır. Samimiyetle yapılan hizmetler, hakîkatte, Hakk’a vuslat iştiyâkının davranışlarını aksettirme ifadesidir.

Hizmet, gönülleri ilâhî zirvelere ulaştıran müstesnâ, ulvî bir basamaktır. Peygamberler, Hak dostları, sâlih ve sâdık mü’minler, bu hizmet basamakları üzerinde terfî almışlardır.

Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri, yedi sene hasta hayvanlara, hasta insanlara ve yolları temizliyor. “En çok diyor, dereceyi ben bu hizmette aldım.” diyor; Allâh’ın mahlûkâtına hizmette.

Velhâsıl kullar için mânevî zirvelerin yolu, samimî bir gönülle îfâ edilen hizmetlerden geçmektedir. Öyle ki, yerine göre ilâhî rızâya muvâfık düşen küçücük bir hizmet bile, nice nâfile ibadetlerden üstündür.

Bir misal vereyim burada:

Sıcağın pek şiddetli olduğu bir anda bir sefer vardı. Bu seferde Efendimiz uygun bir yerde konaklamışlardı. Nâfile bir oruç; oruç tutanlar orada sıcaktan dolayı uyudular, şey yaptılar, hâlsiz kaldılar. Oruç tutmayanlar da hizmet ettiler, yelpâze yaptılar, su taşıdılar, abdest almalarına yardım ettiler.

Efendimiz iftar vakti;

“Bugün oruç tutmayanlar, daha fazla kazandı.” buyuruyor. (Buhârî, Cihâd, 71; Müslim, Sıyâm, 100-101; Nesâî, Savm, 52)

Demek ki burada, hizmet, an geliyor, nâfile ibadetin daha üzerine gidiyor.

Mevlânâ Hazretleri buyuruyor ki:

“Hizmet, kalbin rengini değiştirir.” buyuruyor. Buyuruyor ki:

“İbadet ederek, ikram ve ihsanlarda bulunarak ve halka hizmet ederek elde edeceğin gönül gözüyle, bu gördüğün çeşitli renklerden daha başka manzaralar görürsün. Âdî taş yerine inciler, mercanlar, mücevherler seyredersin.” buyuruyor.

Demek ki hizmette açıldıkça, gönül ufkunda ayrı ayrı manzaralar seyredersin buyuruyor Mevlânâ.

Rabbimiz’in verdiği her imkânla hizmete koşmak zarurî. Mü’min, mâzeret aramamalı, aksine hizmette fırsat kollamalı ve bunu kendine bir nîmet olarak telâkkî etmeli.

Hadîs-i şerîfte buyruluyor:

“Beş şey gelmeden, beş şeyi ganimet bil:

“İhtiyarlığından evvel gençliğini…”

Her geçen gün dünyadan bir gün daha uzaklaşıyorsun, öbür tarafa bir gün daha yaklaşıyorsun. Tabi güç-kuvvet azalıyor. Başta Cenâb-ı Hak;

وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ اَفَلَا يَعْقِلُونَ

(“Kime uzun ömür verirsek biz onun gelişmesini tersine çeviririz. Hiç düşünmüyorlar mı?” [Yâsîn, 68])

Güç-kuvvet veriyor, sonra güç-kuvvet azalmaya başlıyor. Güç-kuvvet yerindeyken; “Allah bana bu güç-kuvveti niye verdi?” Onun da hesabı var.

“…İhtiyarlığından evvel gençliğini.

Hastalanmadan evvel sıhhatini.

Fakirliğe düşmeden evvel imkânını, zenginliğini.

Meşguliyetinden evvel boş vaktini ve

Ölümden evvel hayatını ganimet bil.” buyuruyor. (Buhârî, Rikāk, 3; Tirmizî, Zühd, 25)

Ölümden sonra zaten bitti! Mezarda kazanma yok, kabirde kazanma yok, hepsi bitiyor. Ne yaparsan, dünyada!..

Rabbimiz, Kur’ân’da en çok “Rahman ve Rahîm” esmâsını bildiriyor. Yani dolayısıyla “Allah” diyen bir kalbin merhamet, infak ve hizmetten nasipsiz olması düşünülemez.

Yine kâmil bir mü’min, başta insan olmak üzere, mahlûkattan hiçbirinin sesli veya sessiz feryatlarına bîgâne kalamaz. Elinden gelen hiçbir şeyi esirgeyemez.

Efendimiz buyuruyor:

“Bir kavmin efendisi (kimdir;) hizmet edendir.” buyuruyor. (Deylemî, II, 324; Beyhakî, Şuab, I, 334; VI, 334)

Ahmed Kâsânî Hazretleri:

“Dünya hizmet yeridir. Âhiret ise kurbet, yani Allâh’a yakınlık yeridir. Kişinin Allâh’a yakınlığı ise, hizmeti nisbetinde.”

Dünyada olacak Allâh’a yakınlık. O yakınlıkla gidecek yolculuğa…

Tabi Efendimiz’in derdi neydi, gönlünde ne vardı Efendimiz’in?

Allah Rasûlü, Mekkeli Muhâcirleri çok severdi. Medîneli Ensâr’ı da çok severdi. Fakat en çok sevdiği, “Ashâb-ı Suffe” talebesiydi. Yani İslâm kültürünü tahsil ettirdiği medreseydi. Bu Ashâb-ı Suffe’yi yetiştiriyordu, bunu bütün İslâm dünyasına gönderiyordu.

Demek ki bugün de en çok muhtaç olduğumuz, İslâm kültürünü öğrenen, yaşayan, ideal insanlara ihtiyacımız var.

Efendimiz, hattâ öyle bir şekilde şey yapardı ki, Ebû Talha diyor;

“Baktım diyor, Allah Rasûlü’nün karnı içine geçmiş diyor, bir taraftan da İslâm’ı tâlim ediyordu.” diyor. (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)

Öyle bir terbiye ediyordu ki diyor, bu diyor, Ashâb-ı Suffe’nin çoğu da kimsesiz, evsiz, garip kimselerdi diyor. Bunlar Allah Rasûlü’nün terbiyesinde yetişiyorlardı. Fakat Allah Rasûlü bunları dâimâ öyle bir İslâm kültürüyle yetiştiriyordu. Bunlara kitap-defter, zâhirî bir eğitim değil, kalpten kalbe, hâl ve gönül terbiyesi Rasûlullah Efendimiz telâkkî ettiriyordu.

Öyle onlar rakik bir gönle sahip oldular ki, bu infak, sadaka, âyetleri inmeye başladığı zaman dağlara çıktılar, odun kestiler, Medîne çarşısında satıp Allah Rasûlü’nün önüne koydular. Yani bu infaktan mahrum kalmayalım diye. Yani bunlar; “Biz yarı çıplak vaziyetteyiz, biz bu ibadetten muafız.” demediler. Her âyetin muhtevâsına, şümûlüne, istikâmetine girmenin telâşı içinde oldular.

Meselâ Abdullah ibn-i (Ümm-i) Mektum vardı. Bu âmâydı, müezzindi. Bunu Efendimiz, hicrette Medîne-i Münevvere’ye gönderdi. Orada Kur’ân-ı Kerîm öğretecek, Kur’ân-ı Kerîm tâlim edecekti. Zaman zaman da seferlere gittiği zaman Efendimiz onu bırakırdı, o cemaat imamsız kalmasın diye, ihtiyarlar, çoluk çocuklar…

Kadisiye Harbi oldu Efendimiz’in vefatından sonra. Bu İbn-i Ümm-i Mektum dedi ki;

“–Ben dedi Kadisiye Harbi’ne gireceğim.” dedi.

“–Sen âmâsın.” dediler. “Âmâ olarak bir harbe girilebilir mi?” dediler. “Harbin en mühim şeyi gözdür.” dediler.

Tabi bu, bir mü’minin firâseti; dedi ki:

“–Ben dedi, gözü olanların ötesinde bir iş yaparım.” dedi.

“–Ne yaparsın?” dediler.

“–Ben dedi, sancağı en önde dik olarak tutarım dedi. Ondan, ben düşmanı görmediğim için dik tutarım dedi. Fakat arkamdaki asker dedi, ben dik tuttuğum için morali artar, hâlet-i rûhiyesi artar dedi. Onun için ben en önde olacağım, bayrağı dik olarak tutacağım ve Kadisiye Harbi’ne gireceğim.” dedi.

Hakîkaten girdi Kadisiye Harbi’ne. Bir rivâyete göre şehîd oldu, bir rivâyete göre Medîne-i Münevvere’ye döndü tekrar. Nedir bu? Bir mü’minin bir hizmet heyecanı…

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz…” (Âl-i İmrân, 110)

Efendimiz, bunları ilim ve hâl ile donattı. Sonra onları krallara gönderdi. Kralları tebliğe, İslâm’a davete gönderdi. Sorduğu zaman;

“–Bu mektubu kim götürecek?” diye, en zayıfından en güçlüsüne kadar ayağa kalktı;

“–Yâ Rasûlâllah! Bu hizmeti bana ihsan et, ikram et.” diye.

Fakat sormadı; “Ben nasıl gideceğim, çölleri nasıl aşacağım, karlı dağları nasıl aşacağım? Bir manga mı var beni koruyacak? Yolda ne yiyeceğim, ne içeceğim?..” diye sormadılar.

Daha ötesi;

“Kralların yanında bir sürü cellâtlar var. Bu cellâtların yanında ben bu mektubu nasıl okuyacağım?” diye bir tereddütleri de olmadı. Yeter ki Allah Rasûlü’nün gönlünde onların bir yeri olsun. Tabi ne oldu bu şeylerle? Bir asr-ı saâdet medeniyeti meydana geldi. Gönüller hizmet aşkıyla doldu.

Tâ sahâbenin bir kısmı Çin’e gitti, Semerkand’a gitti, Kayrevan’a girdi. İnsan olan her topluluğa sahâbe; “Aman, Allâh’ın bize verdiği bu nîmeti oraya taşıyalım.”

Çünkü Cenâb-ı Hak:

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“…Verdiğimiz nîmetten sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8)

Biz eğer toplumda irşâda muhtaç insanlar varsa, biz de onlardan mes’ûlüz. Bilhassa gençlik üzerinde mes’ûliyetimiz. Gençliği -inşâallah- istikâmette yetiştirmek. Dînimize, vatanımıza, milletimize onları faydalı eleman olarak… Ve bu, -elhamdülillah- bize Cenâb-ı Hak, ecdad bu toprakları, bu vatanı -elhamdülillah-, kanıyla-canıyla bize hibe etti. Biz de arkamızdan gelen nesil, bunu devam ettirmesi lâzım. Onun için en mühim miras, insan mirasıdır. İdeal insan mirası.

Ebû Talha diyor:

“Bir gün Rasûlullah Efendimiz diyor, ayakta durmuş Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân öğrettiğini gördüm diyor. Baktım, iki büklümdü diyor öğretirken diyor. Belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı.” buyuruyor. (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)

Cenâb-ı Hak hizmete büyük bir sır koymuştur. Allâh’a kulluk etmek için yaratılan insana hizmet, bir nevî Allâh’a kulluk makamında olmuş oluyor.

Yine Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:

“Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir müslümanın sıkıntısını giderirse Allah da o kimsenin kıyamet günü sıkıntılarını giderir.” buyuruyor. (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58)