Hazret-i Mevlânâ (rahmetullâhi aleyh) -6-

Hak Dostlarından Hikmetler

2017 – Ağustos, Sayı: 378, Sayfa: 032

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Kıldığın namaz, sana çobanlık eder; seni kötülüklerden, kurtlardan kurtarır!”

[Rabbimiz’in emir buyurduğu bütün kulluk vazifeleri, bizler için birer huzur, ferahlık ve saâdet vesîlesidir. Cenâb-ı Hakk’ın bizim namazımıza, ibadetimize ihtiyacı yoktur. Fakat bizler, namaz ve diğer ibadetlerle Cenâb-ı Hakk’a sığınmaya muhtacız.

Zira ibadetler, âdeta rûha verilen vitaminler mesâbesindedir. Günahlara, haramlara, kerahatlere, velhâsıl bizi Rabbimiz’den uzaklaştıran bütün mânevî virüslere karşı, direncimizi artıran bir muhafaza vesîlesidir.

Eskiden bir düşman saldırısı olduğunda, halk sağlam kalelere sığınırdı. Namaz da bizim için günahların tasallutuna, nefs ve şeytanın hücumlarına karşı, Rabbimiz’in muhafazasına sığınma vesîlesidir. Namazda bu mânevî zırhı lâyıkıyla kuşanabilenler, “Onlar ki namazlarında dâimdirler.” (el-Meâric, 23) âyet-i kerîmesi muktezâsınca, her an Hakk’a ubûdiyet hâlet-i rûhiyesini devam ettirirler. Böylece ilâhî yardıma mazhar olarak; günah ve mâsıyetlere karşı mânevî bir direnç kazanırlar.

Nitekim Cenâb-ı Hak:

“Ey îmân edenler! Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin…” (el-Bakara, 153) buyurmaktadır. Namazla Allâh’a sığınmanın bereketine dâir şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- âilesiyle birlikte Mısır’a girdiği zaman, Firavun’un adamları, cemâl sahibi bir kadın olduğu için Sâre Vâlidemiz’i İbrahim -aleyhisselâm- ile birlikte Firavun’un sarayına götürdüler. Sâre Vâlidemiz, hemen iki rekât hâcet namazı kılarak Firavun’un şerrinden Allâh’a sığındı. Firavun ona yaklaşmak istediğinde korktu, titredi ve onun hemen serbest bırakılmasını emretti. Hattâ Hâcer Vâlidemiz’i de onlara hediye edip bir an önce gönderilmelerini istedi. Yani Cenâb-ı Hak, Sâre Vâlidemiz’i namaz vesîlesiyle Firavun’un şerrinden muhafaza buyurdu.

Bilhassa günahların ve fitne-fesâdın çoğaldığı âhir-zaman hengâmında namazla Allâh’a sığınıp O’ndan yardım dilemek, büyük bir ehemmiyet arz etmektedir. Bizler de, namaz başta olmak üzere, bütün ibadetlerin feyz ve rûhâniyeti içinde yaşamaya gayret edelim ki, -Allâh’ın yardımıyla- hem zamanın fitnelerinden korunabilelim, hem de nefsin ihtiraslarına ve şeytanın iğvâlarına karşı mukâvemet gösterebilelim.

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“…Namazı dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı fahşâ ve münkerden (hayâsızlıktan ve kötülükten) alıkoyar…” (el-Ankebût, 45)

Yani namazı hakkıyla kılan bir insanda hayâsızlık ve diğer kötülüklerin olmaması gerekir. Namaz kıldığı hâlde günahlardan yeterince sakınmayan bir kimsenin, kıldığı namazı gözden geçirmesi îcâb eder. Nerede hata yaptığına bakıp noksanlıklarını telâfîye gayret göstermesi gerekir.

Nitekim Tâbiîn neslinin büyük imamlarından Ebu’l-Âliye der ki:

“Biz, kendisinden (hadis) almak için bir kişinin yanına gittiğimizde, onun namaz kılışına bakardık: Eğer namazını (tâdil-i erkân ve huşû ile) güzelce kılarsa, «O, diğer işlerini de güzel yapar.» diyerek yanına otururduk. Şâyet namazını gâfilâne kılarsa; «Onun, diğer işleri de böyle (dikkatsiz ve tutarsız)dır.» diyerek yanından kalkardık.” (Dârimî, Mukaddime, 38/429)

Demek ki namaz, kulun bir nevî ahlâk karnesidir. Mânevî şahsiyet ve karakterinin bir aynasıdır.]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Aklını başına al da namazdan yalnız zâhiren değil, mânen de istifadeye bak! Tane toplayan bir kuş gibi, Allâh’ın azametinden habersiz bir şekilde sadece başını yere koyup kaldırma!.. Hazret-i Peygamber’in;

«İnsanların en fenâ hırsızı, namazından çalandır.»[1] beyânına kulak ver!..”

[Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de ehemmiyetine binâen 99 yerde “namaz”dan bahsediyor. Namazı emrederken de sadece «صَلِّ» “Namaz kıl” buyurmakla yetinmiyor, bir de «اَقِمِ الصَّلٰوةَ» “Namazı ikāme et.” buyuruyor.

Namazı ikāme etmek ise, onun hakkını vermektir. Yani zâhirî ve bâtınî şartlarına riâyet ederek, kalp ve beden âhengiyle, tâdil-i erkân ile kılmaktır.

Cenâb-ı Hak namaza o kadar îtinâ göstermemizi istiyor ki, ona abdestle hazırlandıktan sonra kılık-kıyafetimizin dahî muntazam olmasını emrederek:

“Ey Âdem oğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin!..” (el-A‘râf, 31) buyuruyor.

Yine Cenâb-ı Hak, felâha kavuşmamız için namazda “huşû” hâlinde olmamızı istiyor. Âyet-i kerîmede:

“Mü’minler kurtuluşa erdi. Onlar ki namazlarını huşû ile kılarlar.” (el-Mü’minûn, 1-2) buyuruyor.

Bir kimse Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri’ne namazda nasıl “huşû” hâline erebileceğini sorar. Hazret de;

“–Dört şeyle.” buyurup şu maddeleri sıralar:

“1. Helâl lokma,

  1. Abdest sırasında gafletten sakınmak,
  2. İlk tekbîri alırken kendini huzûr-i ilâhîde bilmek,
  3. Namaz dışında da Cenâb-ı Hakk’ı unutmamak.”

Yani kendimizi günahlardan korumak için namaz dışında da Cenâb-ı Hak’la kalben beraber olmaya gayret etmemiz îcâb eder. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmaktadır:

“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28)

“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın! Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)

Demek ki namazın içini doldurmak, onun feyz ve rûhâniyetini temin edebilmek için bu nevî hususlara riâyet şarttır. Aksi hâlde namaz şeklen kılınsa da içi boş bir geometriden ibaret kalır. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Bir kul namaz kılar, fakat namazının yarısı, üçte biri, dörtte biri, beşte biri, altıda biri, yedide biri, sekizde biri, dokuzda biri hattâ ancak onda biri kendisi için yazılır.” (Ebû Dâvûd, Salât, 123, 124)

O hâlde namazlarımızı da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in namazlarına benzetmeye gayret etmeliyiz. Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Namazı benden gördüğünüz gibi kılın…” buyurmuşlardır. (Buhârî, Ezân, 18)

Efendimiz’in bu tâlimâtı ise namazın sadece şeklî kısmına mahsus değildir. Şekle ilâveten, Efendimiz’in tâdil-i erkânını ve bilhassa huşû hâlini de örnek almamız elzemdir.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor:

“…Namaz; huşû duymak, tevâzu ve tezellül göstermektir…”  (Tirmizî, Salât, 166)

“Namaza durduğunda, sanki son namazın gibi kıl!..” (İbn-i Mâce, Zühd, 15)

Sahâbeden Abdullah bin Şıhhîr  -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in namazdaki hâlini şöyle tasvir ediyor:

“Bir keresinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitmiştim. Namaz kılıyor ve ağlamaktan dolayı göğsünden, kaynayan kazan sesi gibi sesler geliyordu.” (Ebû Dâvûd, Salât, 158)

Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz de şöyle buyuruyorlar:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namaza durduğu zaman, yüreğinden kazan kaynamasına benzer bir ses duyulurdu. Ezan okunduğu zaman, Allâh’ın huzûruna çıkacağı için, etrafındakileri tanımaz hâle gelirdi.” (Ebû Dâvûd, Salât, 157; Nesâî, Sehv, 18)

Peygamber Efendimiz’in her hâlini örnek alan müstesnâ şahsiyetlerden biri olan Hazret-i Ömer  -radıyallâhu anh- suikaste uğrayıp ağır yaralandığında, kan kaybından bayılıyor, kendisini bir türlü ayıltamıyorlardı. Fakat namaz vakitleri girdiğinde biri kulağına eğilip; “–Namaz yâ Ömer, namaz!” diye seslenince, hayret verici bir irâdeyle ayılıyor ve o hâliyle namazını edâ ediyordu. Ardından da:

“–Namazı olmayanın İslâm’da yeri yoktur!” deyip tekrar kendinden geçiyordu.

Hazret-i Ali  -radıyallâhu anh-’ın da bir muhârebede ayağına ok isabet etmişti. Iztırâbının şiddetinden dolayı oku çıkaramadılar. Hazret-i Ali  -radıyallâhu anh-:

“–Ben namaza durayım da öyle çıkarın!” dedi. Dediği gibi yaptılar ve hiçbir zorluk çekilmeden, kolayca çıkarıldı. Hazret-i Ali selâm verip;

“–Ne yaptınız?” diye sorduğunda, oradakiler;

“–Çıkardık!” dediler.

Demek ki Hazret-i Ali  -radıyallâhu anh-, namazda âdeta dünyadan tecerrüd ediyor, bedenî ıztıraplarını dahî unutacak derecede kendini ibadete teksîf ediyordu.

Şüphesiz ki namazdaki bu rûhî derinlik, bizler için, yıldızlardaki ölçüler mevkiinde. Biz bu ölçülere varamasak da onlara ne kadar yaklaşabilirsek, namazlarımızdan da o kadar istifâde etmiş oluruz.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak; “…Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) buyurarak, yakınlığına vesîle olacak keyfiyette namazlar kılmamızı emrediyor. Dolayısıyla namazda alnımızı secdeye koyarken, kalben de Allâh’ın huzûrunda tazarrû ve niyaz hâlinde bulunmalıyız. Bedenimizin kıblesi Kâbe olduğu gibi, kalbimizin kıblesi de Kâbe’nin Rabbi olmalıdır. Biz O’nu göremiyor olsak da O’nun bizi her an görmekte olduğu hissiyâtıyla namazlarımızı kılmaya gayret etmeliyiz ki namaz bizim için bir mîrâc olsun…

Yine namazın ikāmesi için gereken mühim şartlardan biri de, erkeklerin câmi veya mescidlerde cemaat hâlinde namaz kılmalarıdır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz namazın cemaatle kılınmasına o kadar ehemmiyet verirdi ki, mescide girdiğinde cemaatte kimlerin olup olmadığına dikkat ederdi. Herhangi bir din kardeşini üç gün görememişse onu mutlakâ sorardı. Uzaktaysa onun için duâ eder, evindeyse ziyaret eder, hasta ise şifâ dilerdi.[2]

Şu hâdise, Efendimiz’in cemaatle namaza verdiği ehemmiyeti ifade bakımından ne kadar ibretlidir:

Âmâ sahâbî Abdullah ibn-i Ümmi Mektûm  -radıyallâhu anh- bir gün Peygamber Efendimiz’e:

“–Yâ Rasûlâllah! Medîne’nin zehirli haşereleri ve yırtıcı hayvanları çoktur. (Ben bu hayvanların zarar vermesinden korkarım, benim cemaate çıkmayıp evde namaz kılmama izin var mı?)” diye sordu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Hayye ale’s-salâh ve hayye ale’l-felâh’ı işitiyor musun? Öyleyse durma mescide gel.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Salât, 46/553)

Ne ibretlidir ki; gözleri görmeyen, kendisini mescide götürüp getirecek kimse bulamayan, zehirli haşerat tehlikesiyle karşı karşıya olan bir sahâbîye bile bu nebevî tâlimat verilmişti. O hâlde hiçbir meşrû gerekçemiz olmadan cemaate iştirâk etmemenin, ne dehşetli bir gaflet ve ziyanlık olduğunu düşünmemiz îcâb eder.

Diğer taraftan, namaz bahsinde en çok dikkat etmemiz gereken hususlardan biri de, dînin direği olan bu mühim ibadeti çocuklarımıza da kazandırabilmemizdir. “Ağaç yaşken eğilir.” hükmünce, yavrularımızı küçük yaşlardan itibaren namaza alıştırmalı, onları câmilere götürmeli, hediyelerle teşvik etmeli, onlara namazın kıymet ve ehemmiyetini sevdirerek öğretmeliyiz. Bu hususta aslâ ihmâl ve gevşeklik göstermemeliyiz.

Unutmamalıyız ki çocuklar, Cennetʼe lâyık bir sâfiyetle doğarlar. Fakat anne-babalar, çocuklarının mânevî terbiyelerini ihmâl ederlerse, o Cennet kuşlarını -Allah korusun- yanlış bir yere uçururlar…

Cenâb-ı Hak, namazı ciddiye almayıp onu gafletle kılanlara bile “Yazıklar olsun!” buyururken, bir de namaz kılmamanın ne kadar vahim bir hâl olduğunu unutmamamız gerekir.

Âyet-i kerîmelerde buyrulduğu üzere Cennet ehli, Cehennemʼe girenlere uzaktan uzağa sorarlar:

“«‒Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?» Onlar (ilk olarak) şöyle cevap verirler: «‒Biz namaz kılanlardan değildik.»” (el-Müddessir, 42-43)]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Kalbi ve hâli bir olmayan kimsenin yüz dili bile olsa, o yine dilsiz sayılır.”

[Özü-sözü bir olmayan, hâli-kāline uymayan kimsenin şahsiyet ve karakterine îtibâr edilmez. Zira sözleriyle icraatleri birbirini tutmayan, söylediklerini ahlâk, muâmelât, muâşeret ve davranışlarıyla te’yid ve tasdik edemeyen kimselerin ifadeleri, içi boş bir iddiâdan ibarettir.

Nitekim âyet-i kerîmede Rabbimiz bu hâlden îkaz sadedinde şöyle buyurmaktadır:

“Ey îmân edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.” (es-Saff, 2-3)

Cuma Sûresi’nde de Cenâb-ı Hak, Tevrât’ı okuyup da amel etmeyen, yani Allâh’ın hükümlerini bildikleri hâlde ona uymayan Benî İsrâil âlimlerini, kitap yüklü merkeplere benzetir.

Hazret-i Ebû Bekir  -radıyallâhu anh-’ın buyurduğu gibi;

“Allah, kulunun amelsiz sözünden râzı olmaz.”

Demek ki hâl ve davranışlarımızla te’yid etmedikçe, sözlerimizin gönüllerde müsbet tesirler hâsıl etmesini bekleyemeyiz. Bilmeliyiz ki ancak kalpten gelen samimî ifadeler, kalplere yol bulur. Bunun aksine, kalp gâfil iken dilin samimiyetsizce telâffuz ettiği sözler, ancak muhâtabın bir kulağından girip diğerinden çıkar; onun gönlüne nüfûz edemez.

Ashâb-ı kirâm bu hususta o kadar hassas idiler ki, bir hadis almak için uzun yollar katedip yanına vardıkları kimsenin, atını boş bir yem torbasıyla kandırarak çağırdığını gördüklerinde, bunu bir şahsiyet zaafı olarak telâkkî edip onu hadis almaya ehil görmezlerdi.

Velhâsıl samimiyet, doğruluk, sadâkat ve güvenilirlik, mü’minin her hâl ve hareketini tanzim etmelidir. Nitekim tasavvufun gayesi de, böyle özü-sözü bir, olgun ve şahsiyetli bir mü’min kıvamını inşâ etmektir. Kalp ile beden âhengini temin etmektir. Mevlânâ Hazretleri’nin ifadesiyle; “Ya olduğu gibi görünmek, yahut göründüğü gibi olmak”tır.

Diğer taraftan, samimiyetsiz ve yalan beyanlar, mutlakâ bir yerde sırıtır, firâset ehline kendini belli eder.

Meselâ Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm-’ı kuyuya atan kardeşleri; “Yusuf’u kurt yedi.” diyerek onun kanlı gömleğini babaları Hazret-i Yâkub -aleyhisselâm-’a gösterdiklerinde, o sabr-ı cemîl âbidesi:

“–Bu ne merhametli bir kurtmuş ki kardeşinizi parçalayıp yemiş ama, gömleğini yırtmamış.” der. Yani daha ilk anda, onların beyanlarının hakîkati yansıtmadığını yüzlerine çarpar.

Zira sîret, sûrete akseder. Her insan, lisânı kadar, yüzü-gözüyle, sîmâsıyla, üstü-başıyla, hâl ve tavırlarıyla da bir beyan durumundadır. Yüzün gerginliği veya yumuşaklığı, ses tonuna akseden tedirginlik veya rahatlık gibi pek çok vasfıyla, herkesin ayrı bir lisânı daha vardır ki buna “hâl lisânı” denir. İnsan sükût etse bile, hâl lisânıyla çok şey anlatabilir. Hattâ çoğu zaman hâl lisânıyla anlattıkları, diliyle söylediklerinden daha müessir olur.]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Hâl ile öğüt veren, kāl ile (sözle) öğüt verenden hayırlıdır.”

[Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâm’ı tebliğe başladığı andan itibâren, ilâhî emir ve nehiylere en çok kendisi riâyet ederek, hakkın ve hayrın canlı bir numûnesi, İslâm şahsiyet ve karakterinin müşahhas bir misâli olmuştur. Yani söylediklerini evvelâ kendisi tatbik ederek insanlığa fiilî bir kıstas ve emsalsiz bir örnek şahsiyet olmuştur.

Dolayısıyla, insanlara hakkı, hayrı ve iyiliği tavsiye edip onları bâtıldan, şerden ve kötülüklerden sakındırma durumunda bulunanların; evvelâ kendilerinin dosdoğru bir istikâmet üzere olmaları elzemdir. Zira boş bardakla ikram olmaz.

Ecdâdımız Osmanlı, fethettiği yerlere dâimâ Anadolu’nun temiz halkını götürmüştür ki, gayr-i müslim tebaa, onların hâl ve davranışlarında İslâm ahlâkının güzelliklerini bizzat müşâhede edebilsinler. Hakîkaten 1. Murad Han Kosova’yı fethettikten sonra, onun ardından gelenler, Anadolu’nun fazîletli insanlarını oraya yerleştirmişlerdir. Onların nezih yaşayışlarına hayran olan Arnavutların yüzde doksanı müslüman olmuştur. Yine Fâtih Sultan Mehmed Han da İstanbul’un fethinden sonra Bosna’yı fethetmiş, o bölgeye gönül ehli, temiz Anadolu halkını iskân etmiş ve Boşnakların tamamı, hiçbir zorlama olmadan, tamamen İslâm’ın güzelliğini yaşayışlarında sergileyen bu insanlara meftûn olarak hidâyetle şereflenmişlerdir.

Velhâsıl; tebliğ, irşad, emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker hizmetlerinin, hem kāl hem de hâl ile yapılması zarûrîdir.

Şu bir hakikattir ki yaşayışında İslâm şahsiyet ve karakterinin canlı misalleri müşâ­hede edilen örnek bir mü’minin küçücük bir nasihati bile, tesir bakımından en muhteşem sözlerden daha güçlüdür. Bunun aksine, söyledikleriyle yaptıkları birbirini tutmayan bir kimse, en belâgatli ifadeleri bile kullansa, gönüllerde müsbet tesirler bırakabilmesi mümkün değildir.

Nitekim Ziyâ Paşa der ki:

“Âyinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz!”]

Rabbimiz cümlemize; özü-sözü bir olan, hâl ve davranışlarıyla îmânını tasdik hâlinde yaşayan, mü’minlerin hüsn-i kabûlüne mazhar olarak onlardan âdeta bir hüsn-i hâl kağıdı alabilen, sâlih ve sâdık kullarından olmayı nasîb eylesin.

Âmîn!..

[1] Hâkim, Müstedrek, I, 353.

[2] Bkz. Heysemî, II, 295.