Hazret-i Mevlânâ (rahmetullâhi aleyh) -10-

Hak Dostlarından Hikmetler

2017 – Aralık, Sayı: 382, Sayfa: 032

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Sen hiç buğday ektin de arpa bittiğini gördün mü?”

[Âhirette hepimiz, bu dünyada yaptıklarımızın mukâbilini göreceğiz. Bugün dünya tarlasına ne ekersek, yarın âhiret hasadında elimize geçecek olan, ancak onun mahsûlüdür.

Îman nûrundan ve gönül feyziyle îfâ edilen ibadetlerden mahrum bir sûrette, türlü eğlence, çılgınlık, zulüm ve haksızlıklarla, nefsânî bir yaşayış içinde geçen karanlık bir dünya gecesinin, aydınlık bir ebediyet sabahı getirmeyeceği muhakkaktır. Aynı şekilde, dünya hayatının nefsânî pembelikleri, âkıbet solgunluğunun; gâfilâne kahkahaları da, Cehennem çatırtılarının habercileridir.

Ebedî saâdet güneşi; ancak ilâhî beyanlar ışığında ve istikâmet üzere bir ömür sürüp müsterih bir vicdan, selîm bir kalp ve yüz aklığıyla âhirete irtihâl etmesini bilenlerin gönül ufuklarından doğar.]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Bir şeyi bulunmadığı yerde aramak, onu aramamak demektir.”

[Dünya, âhiretin satın alındığı bir pazar yeri hükmündedir. Fakat bu pazar, aynı zamanda bir imtihan sahasıdır. İnsana bu dünyaya gönderilme gayesini unutturacak binbir câzibeyle donatılmıştır. Dolayısıyla kul, esas hayatın âhiret hayatı olduğunu ve dünya pazarında neyi araması gerektiğini hiçbir zaman hatırından çıkarmamalıdır.

Ayrıca bu imtihan âleminde her ürünün pazarı ayrı ayrıdır. Saâdet arayan bir kul, sefâlet çarşılarında dolaşıp nefsânî ve şeytânî vitrinleri seyretmekten sakınmalıdır.

 “Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını kendilerine (verilecek) Cennet mukâbilinde satın almıştır…” (et-Tevbe, 111) âyet-i kerîmesi muktezâsınca, bu dünya pazarındaki en mühim vazifemiz, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını tahsil edebilmektir. Bunun yegâne yolu da Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’nin nurlu ikliminden geçmektedir. Dolayısıyla ancak bu istikâmete girebilirsek; ebedî kurtuluş, Cennet ve Cemâlullah yolunu aydınlatacak olan ilâhî nûra kavuşabiliriz.

Bunun aksine ilâhî nûra sırt çevirerek, nefsânî vehimlerden, şeytânî hayallerden, beşerin sakat felsefelerinden veya tahrif edilmiş dinlerden medet ummak, kişinin kendi eliyle kendini acı bir azâbın girdabında helâk etmesi demektir.

Asıl hayatın âhiret hayatı olduğu hakîkatine âmâ kesilen gâfil insan, misafireten bulunduğu dünya konağının geçici nîmetlerine dört elle sarılmaya çalışır. Mal-mülk gibi fânî imkânlarının kendisini koruyup kollayacağını, hattâ bu dünyada ebedî kılacağını zanneder. Bu nevî gaflet şaşkınlarına bir ârif zât şöyle seslenir:

“Dünyadan ebedîlik isteme! Kendinde yok ki sana da versin!”]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Ey bülbül! Kara kış yüzünden ne vakte kadar feryâd edeceksin? Ey bülbül! Durmadan cefâdan bahsetmek revâ mıdır? Eğer gönlün, yârine gerçekten bağlı ise, gözünü aç da şükret; vefâdan bahset! Dikeni bırak, gülden bahset! Gülün sap ve köke âit sıfatlarından geç; onun zâtına bak! Şu fânî âlemle niçin bu kadar meşgulsün?! Yoksa varmak istediğin yer, ötelerin ötesi değil mi?”

[Mevlânâ Hazretleri bu ifadeleriyle, güle âşık olup dertli dertli inleyen bülbülün şahsında, Cenâb-ı Hakk’ı seven kullara gerçek bir aşkullah ve muhabbetullâh’ın âdâbını tâlim etmektedir. Buna göre, Allâh’ı seven bir mü’min, bu sevgisindeki samimiyeti husûsunda birçok vesîleyle teste tâbî tutulacaktır. Tıpkı altının mihenk taşına vurulup gerçeğiyle sahtesinin ayırt edilmesi gibi…

Mü’min; kendisini Allâh’ın rızâsına nâil edecek ibadet, hizmet ve gayretlerde karşısına çıkan zorlukların, Allah muhabbeti hususundaki imtihanın bir parçası olduğu şuur ve idrâki içinde bulunmalıdır.

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «Îmân ettik» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?” (el-Ankebût, 2) ilâhî beyanının, kendisi için de her an cârî olduğunu unutmamalıdır. O imtihanlardan şikâyet etmek ve âdeta imtihansız bir hayat arzulamak yerine, o zorlukları gönül hoşluğuyla karşılayıp Rabbine her dâim sadâkat ve teslîmiyet hâlinde olduğunu ispat etmeye çalışmalıdır.

Bundan dolayıdır ki tasavvuf, “şikâyeti unutma sanatı”dır. Allâh’ın acı-tatlı her türlü takdîrine rızâ göstererek O’nun rızâ-yı ilâhîsini tahsil yoludur.

Zira gerçek bir mü’min, hayır gibi şerrin de Allah’tan olduğuna îman etmiş kimsedir. O bilir ki Cenâb-ı Hak, kulunu dilerse lûtuf, dilerse kahır tecellîleriyle imtihan eder.

Hattâ bu şuur içindeki Hak âşıkları, Mâşuk’larından gelen acıları bal, zahmetleri rahmet bilmişlerdir. Çektikleri meşakkatlerin, kendileri için bir tezkiye, günahlara kefâret ve terfî-i derecât, yani mânen seviye kazanma fırsatı olduğunu idrâk etmişlerdir. O iptilâları, âdeta hastalıklardan selâmet bulmalarına vesîle olan mahâretli bir hekimin acı reçetesi, yahut vücutlarındaki öldürücü mikrobu kesip atan bir cerrahın keskin neşteri gibi, son derece hayâtî bir nîmet olarak telâkkî etmişlerdir.

Bu yüzden onlar, hayatın acı-tatlı sürprizleri karşısında dâimâ Rab’lerinden gelene hamd, şükür ve rızâ hâlindedirler. Nice ham ruhları feryâd ü figâna, hattâ isyana sevk eden acı hâdiseler, onların yüzünü buruşturamaz. Çünkü o Hak âşıklarının gönülleri, yoldaki dikenlere değil, varacakları menzile teksif olmuştur. Bu itibarla, tenlerini inciten dikenleri dahî, gülün hatırına hoş görürler. Kahır içinde gizli lûtuf, çilelerde saklı ilâhî muhabbet sırlarının âşinâsı olurlar.

Öte yandan, belâ ve musibetlerle imtihan olunmak, Allah indinde menfî bir durum olsaydı, Cenâb-ı Hak sevdiği kullarına dünyada hiçbir zorluk yaşatmazdı. Hâlbuki Allah Teâlâ en ağır imtihanları, en sevdiği kullarına yaşatmıştır. Fakat insanlığın en huzurlu şahsiyetleri, yine o sâlih kullar olmuştur.

Nitekim hayatı boyunca en ağır çilelerin çemberinden geçmiş olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Tâif’te taşlandığında, ellerini yüce dergâha açıp;

“Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam!.. İlâhî! Sen râzı oluncaya kadar işte affını diliyorum…” niyâzında bulunmuştur. (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35)

Bu sırra vâkıf olan ârif ve âşık gönüller için Allah’tan gelen iptilâlar; hakîkî aşk ehli ile sahte âşıkları ayırt etmek için bir mihenk taşı mevkiindedir.

Şâir bu hissiyâtı ne güzel ifade eder:

Yârin cefâsı, cümle vefâdır; cefâ değil,

Yâri cefâ kılar diyen, ehl-i vefâ değil!..

Şüphesiz ki bu mânevî olgunluk da herkesin kârı değildir. Ancak kalbî merhaleler katetmiş bulunan, yüksek ruhların kârıdır.]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Henüz kanadı çıkmayan bir kuş uçmaya kalkarsa, yırtıcı kedilerin lokması olur.”

[Her hâl ve makâmın bir liyâkat şartı vardır. O şartı taşımayan birinin ortaya atılması, aslında kendini helâke sürüklemesi demektir. Bir kuşun henüz uçmayı öğrenmeden yuvadan ayrılmaya kalkması, yahut yüzme bilmeyen birinin boyunu aşan sulara dalması gibi…

Bu itibarla insan, maddî-mânevî her hususta, önce haddini bilmelidir. Nitekim ârif zâtlar; “Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz!” demişlerdir.

Dolayısıyla kendi eksiklik ve noksanlıklarının farkında olmadan, kemâlât sahibi yüksek şahsiyetlerin hâl ve makamlarına has tavırları sergilemeye kalkmak, riyâ tehlikesiyle karışık son derece yanlış bir tavırdır. Zira mâneviyat büyüklerinin kalbî seviyesine ulaşmadan, sırf kuru bir taklit meyliyle onların hâl ve makamlarına âit sözleri kendine mâl edercesine, sun’î ve samimiyetsiz bir şekilde diline dolamak, kişiye mânen zarar verir.

Meselâ, rızâ makamına ermiş yüksek ruhların hâlet-i rûhiyesini aksettiren; “Kahrın da hoş, lûtfun da hoş… Âbâd olsak da bir, berbâd olsak da bir…” gibi ifadeler, o makâmı idrâk etmemiş ham kimselerden sâdır olursa, bu, ilâhî takdîre karşı bir nevî meydan okuma mâhiyeti taşır ki, Cenâb-ı Hak o hususta kulunu imtihan ederse, kul perişan olur.]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Allah yolunda ateşe girmek vardır. Lâkin ateşe atılmadan önce, kendinde İbrahimlik olup olmadığını araştır! Çünkü ateş seni değil, İbrahimleri tanır ve yakmaz!..”

“Tutalım ki İbrahim gibi put kırdın, peki beden putunu onun gibi ateşe atabilir misin?”

“Meselâ sen, Hazret-i Mûsâ’nın asâsını elinde tutabilirsin. Fakat Mûsâ’daki kuvvet sende var mı ki, onu ejderha yapabilesin ve onu zaptetmeye kâdir olabilesin.”

“Diyelim ki, ölüleri dirilten Hazret-i Îsâ’nın nefesine mâliksin, onun duâsı da aklında. Fakat ey gâfil! Sende Hazret-i Îsâ’nın günahsız ağzı var mı ki nefesinle ölü gönülleri diriltesin, on­ları muhabbet zevkiyle canlandırasın?”

“Diyelim ki, Hazret-i Ali’nin Zülfikâr adlı kılıcı sana mîras kaldı. Sende Allâh’ın arslanı Hazret-i Ali’nin kolu, kuvveti var mı ki Zülfikârı kullanabilesin?!.”

[Enbiyâ ve evliyânın, Cenâb-ı Hakk’a olan müstesnâ yakınlık, tevekkül ve teslîmiyetleri sebebiyle sergiledikleri birtakım fevkalâde hâl ve davranışlar, bizler için aynıyla taklit edilecek ölçüler değildir. Bunlar, ancak hayranlıkla seyredip kendi hâl ve şartlarımız içinde gayret ve heyecanımızı artırmamız için bildirilmiş hakîkatlerdir.

Kalp ve hâl bakımından zayıf ve noksan birinin, bir anlık coşkunlukla, mânâ semâsının yıldız şahsiyetlerindeki müstesnâ tavırları sergilemeye kalkışması, kendini bilmezliktir. “Ben de Âlemlerin Rabbi’ne teslim oldum” diyerek ateşin Hazret-i İbrahim’i yakmaması hâdisesinin, kendisi için de aynı şekilde gerçekleşmesini beklemek gibi… İbrahim -aleyhisselâm-’ın kalbî kıvamına erişmemiş bir kimse için böyle bir teşebbüsün neticesi, apaçık bir hüsrandır.

Ayrıca Hak dostları hiçbir zaman, Allah’tan belâ ve musibetlerle sınanmayı talep etmezler. Bununla birlikte başlarına bir musibet geldiğinde; onu sükûnet, sabır ve metânetle karşılarlar. Zira Allâh’ın hiçbir kuluna tâkatinin üstünde yük yüklemeyeceğini, Allah’tan gelen iptilâların sabrının da muhakkak beraberinde geleceğini bilirler. Bir musîbete mâruz kaldıklarında, acziyetlerini îtiraf ederek Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine sığınır, Rab’lerine karşı kulluk edebini titizlikle muhafaza ederler.

Fakat bu sırrı idrâk etmeden; “Allah en büyük iptilâları en sevdiği kullarına veriyor” diye Allah’tan musîbet talep etmek ise, câhilâne bir cür’ettir. Zira Cenâb-ı Hak, kulunun talep ettiği iptilâyı verip de ona tahammül gücünü ihsân etmeyecek olursa, kul bu yükün altında ezilip mahvolmaktan kurtulamaz.

Asr-ı saâdette yaşanmış olan şu hâdise, bu hakîkati ne güzel îzah etmektedir:

Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son derece zayıflamış bir hastayı ziyaret etti ve:

«–Allâh’a bir şey için duâ ediyor muydun, veya O’ndan bir şey istiyor muydun?» diye sordu. Hasta:

«–Evet, “Allâh’ım, bana âhirette vereceğin cezâyı bu dünyada hemen peşin olarak ver!” diye duâ ederdim.» dedi.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

«–Sübhânallah! Senin buna gücün yetmez. Şöyle duâ etseydin olmaz mıydı:

رَبَّنَاۤ اٰتِنَا فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

“…Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi Cehennem azâbından koru!” (el-Bakara, 201)»

Bunun üzerine o hasta bu duâyı yaptı ve şifâ buldu.” (Müslim, Zikir, 23; Tirmizî, Deavât, 71/3487)

Diğer taraftan nice insan; “Ben şöyle şöyle duâ ettim, fakat kabul olmadı.” der. Şunu unutmamak gerekir ki duânın kabûlü, ağızdan ziyade bir kalp meselesidir. Yani ağızdan çıkan sözden çok, kalbin Cenâb-ı Hakk’a olan yakınlık ve samimiyetine bağlı bir keyfiyettir.

Demek ki duânın da sözün de âdâbına riâyet etmek gerekir. Bir anlık heyecanla büyük konuşmak, kaldıramayacağı yükün sözünü vermek ve haddi aşmak, kulu müşkül vaziyetlere dûçâr eder.

Sahâbeden Abdullah bin Amr -radıyallâhu anh-, her gün oruç tutup her gece Kur’ân’ı hatmetmeye ve geceleri uyumamaya karar vermişti. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunu haber alınca ona îtidâl tavsiyesinde bulundu. O ise bundan fazlasını yapmaya gücünün yeteceğini söyleyerek Efendimiz’in işaretindeki sırrı idrâk edemedi. Gün gelip ihtiyarladığında, eski güç ve tâkati kalmadığı için, vaktiyle verdiği sözü tutmakta zorlandı ve;

“–Keşke Allah Rasûlü’nün verdiği ruhsatı kabul etmiş olsaydım.” diyerek pişmanlığını ifade etti.[1]]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Kur’ân-ı Kerîm, peygamberlerin hâl ve vasıflarıdır. Okuyup tatbik edersen, kendini peygamberlerle, velîlerle görüşmüş farzet! Kur’ân okuduğun hâlde, onun emirlerine uymaz ve Kur’ân ahlâkını yaşamazsan, peygamberleri ve velîleri görmenin sana ne faydası olur?!.”

[Tasavvuf; Kur’ân ve Sünnet yoludur. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve O’nun vâris-i hakîkîleri olan takvâ ehli âlim ve âriflerin bütün gâyesi, insanları ellerinden tutarak Kur’ân ve Sünnet’in huzurlu iklimine sevk etmektir. Dolayısıyla Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve mürşid-i kâmillerden gerçek mânâda istifademizin en büyük alâmeti, hayatımızın ne derece Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde olduğudur.

Bu hakîkatin en câlib-i dikkat misallerinden biri, İmam Hatip’te okuduğum yıllarda Farsça dersimize girmiş olan Abdülkadir Keçeoğlu hocamızın, yani meşhur adıyla “Yaman Dede”nin hâlidir.

Önceleri bir hristiyan iken Hazret-i Mevlânâ ve Mesnevî’si vesîlesiyle hidâyete eren ve bağrı yanık bir Allah ve Peygamber âşığı olan rahmetli hocamız, Farsça dersinde birkaç gramer mâlumâtı verir, ardından Mevlânâ Hazretleri’nin Farsça beyitlerinden birini tahtaya yazar, onu gözyaşları içinde uzun uzun şerh ederdi. Bir gün kendisine:

“–Hocam siz niye Mevlânâ ve Mesnevî’den bu kadar çok bahsediyorsunuz?” diye sorulduğunda şu ibretli cevabı verdi:

“–Oğlum, benim elimden Mevlânâ tuttu. O beni Hazret-i Peygamber’in kapısına götürerek hidâyetime vesîle oldu. Beni ateşten kurtaran birini bu kadar anmam az bile!”

O hâlde bizler de peygamberler ve velîlerin gönül dokusundan ne kadar istifâde edebildiğimiz hususunda kendimizi bir mîzân edelim. Düşünelim ki; Peygamber Efendimiz’i ve Allâh’ın sevdiği sâlih zâtları seviyorsak, onlara ne kadar benzeyebilme gayreti içindeyiz? Acaba Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve Hak dostu mürşid-i kâmiller yanımızda olsalardı, bizim hâl ve davranışlarımızı ne kadar tasvip ederlerdi? Onlara olan bağlılık ve vefâmızın seviyesi, onların yüzünde memnuniyet dolu tebessümlere mi, yoksa -Allah korusun- sitem ve serzeniş dolu nazarlara mı vesîle olurdu?..]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Ten midesi, insanı samanlığa doğru çeker götürür; gönül midesi ise reyhanlığa ulaştırır!”

“Samanla, arpayla beslenen hayvan kurban olur; Hak nûru ile gıdalanan insan da yaşayan bir «Kur’ân» olur!”

[İnsanın iki yapısı vardır: Biri türâbî, diğeri rûhî yapısıdır. Beden denilen ve topraktan yaratılmış olan türâbî yapımızın hayatiyetini idâme için, nasıl ki maddî gıdalarla beslenmeye ihtiyacı varsa, Cenâb-ı Hakk’ın kendi rûhundan üfleyerek ihsân ettiği, dolayısıyla lâhûtî âleme mensup olan rûhî yapımızın da mânevî gıdalara ihtiyacı vardır.

Rûhun gıdâsı, başta “îman” olmak üzere, mârifetullah, muhabbetullah, ihlâs, takvâ, ilim ve hikmet gibi mânevî lezzetlerdir. Bu gıdâları alan bir gönül, Hakk’ın dergâhına güçlü-kuvvetli ve emin adımlarla yürür. Bunun aksine rûhânî rızkını ihmâl edip sırf midesinin gıdasına ehemmiyet verenler; hantallaşır, ahmaklaşır, gaflete dûçâr olurlar.

Ârif bir zât ne güzel söyler:

“Bu cihan, âkiller için seyr-i bedâyî (akıl sahipleri için sır, hikmet ve ilâhî sanatı kalben seyredebilmek), ahmaklar içinse yemek ile şehvettir.”

Gâfil insan, bir gün toprağa vereceği bir kurban hükmünde olan türâbî yapısını her türlü zarardan koruyup en leziz gıdalarla beslemenin derdinde olur, cismânî zevklerin peşinde koşar da, rûhî yapısı için bu gayretin cüz’î bir miktarını bile gösteremez.

Hâlbuki insanı insan yapan, onu sâir mahlûkâttan ayıran husûsiyeti, mânevî hayatına ne kadar ehemmiyet verebildiğidir. Dolayısıyla insan ne kadar rûhî ihtiyaçlarını karşılayabilmenin derdinde olup Rabbine vuslat iştiyâkı içinde bir ömür yaşarsa, Kur’ân’ın tâlim ve telkin ettiği “insan-ı kâmil” hüviyetine, yani gerçek insanlık şeref ve haysiyetine o nisbette yaklaşmış olur.]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Gençlerin aynada gördüklerinin daha fazlasını, ihtiyarlar bir tuğla parçasında görürler.”

[İnsan umûmiyetle çocuklukta toyluk, kırk yaşına kadar bir cevvâliyet, kırk yaşından sonra ise yoğun bir tefekkür devresi yaşar. Zira yaşlandıkça hayata dair tecrübeleri de artar. Hâdisat ve vukuâtın sebep-netice alâkasını müşâhede ettikçe, artık karşılaştığı hâdiselerin ne gibi neticeler verebileceğine dâir, daha isabetli fikirlere sahip olur.

Nitekim mâzideki hatalara tekrar düşmeyelim diye, Cenâb-ı Hak da Kur’ân-ı Kerîm’de geçmiş kavimlere dâir kıssalar zikretmektedir. Böylece müsbet veya menfî hâl ve davranışların, fert ve toplumları hangi neticelere götüreceğini haber vermektedir.

Bu bakımdan istikbâle emin adımlarla yürümek isteyenler, mâzideki hâdiseleri ibret nazarıyla okumalı ve tecrübe zenginliğine sahip insanların öğütlerine kulak vermelidirler. Zira güngörmüş büyüklerin tatlı îkazlarını güzelce dinlemeyenler, karşılaşacakları musibetlerin acı neticelerini tatmak zorunda kalırlar…]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Gece, neye gebeyse onu doğurur.”

[Gecesi mânen karanlık olanın gündüzü de mânen aydınlık olmaz. Gecenin kıymetini bilmeyenler için gündüzün hayrını düşünmek mümkün değildir. Bütün bir gecesini gaflet içinde uykuya mahkûm edenin gündüzü de umûmiyetle feyz ve rûhâniyetten mahrum hâlde geçer. Bu yüzden geceleri büsbütün uykunun esiri olup gönlümüzü hantallaştırmaktan sakınmamız îcâb eder.

Seher vakitlerinde Cenâb-ı Hakk’ın duyan ve hisseden gönüllere ayrı ayrı îkazları vardır. Havanın âdeta tatlı bir meltem gibi ferahladığı, çiçeklerin latîf râyihalar yaydığı, horozların âdeta bir çalar saat gibi ötmeye başladığı o demde, Cenâb-ı Hak kendisine yaklaşmak isteyen kullarına da müstesnâ bir fırsat ihsân etmektedir.

Seher vakti ibadetlerle ihyâ edilip o rûhânî ziyafet sofrasından gerekli mânevî gıdalar alınacak ki, kul gündüze yüksek bir feyz ve rûhâniyetle girebilsin. O feyz ve rûhâniyet, gün boyu gönlü günahlardan, gafletten ve mâsivâdan, yani Allah’tan uzaklaştıran her türlü şerden koruyabilsin. Gönlün hayra iştiyâkını, şerre karşı da mukâvemetini / direncini artırabilsin.

Geceye aynı gönül feyziyle ulaşabilmek için de gündüz vakti gözü, kulağı, dili, velhâsıl bütün âzâları mâsiyetten korumak îcâb etmektedir. Yani Güneş batınca Ay’ın doğup mehtap hâline gelmesi gibi, biz de gündüzden geceye, geceden gündüze mânevî hayatımızı sürekli takviye ederek feyizli bir ömür yaşamanın gayretinde olmalıyız.

Bütün Hak dostları, bu şuur ve idrâk içinde seher vakitlerinin feyzinden istifâde etmiş ve o müstesnâ vakti ibadetlerle ihyâ etmenin ehemmiyetine dikkat çekmişlerdir. Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri:

“Geceler gündüz hâline gelmeden bana hiçbir sır fetholunmadı.” buyurmuştur.

Bizler de gecelerimizi dikkatli kullanır, seher vakitlerini teheccüd, zikir, istiğfar ve duâlarla ihyâ edebilirsek, -inşâallah- gecelerimiz gündüzlerimizden daha aydınlık hâle gelir.]

Rabbimiz cümlemize bu güzel hâli nasîb eylesin.

“İnsanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar.” hakîkati muktezâsınca, ölüm gelmeden evvel ölümün kardeşi olan uykulardan Allah için uyanabilmeyi, böylece bir nevî “ölmeden evvel ölünüz” sırrından hisse alabilmeyi, Cenâb-ı Hak cümlemize lûtf u keremiyle ihsân eylesin.

Âmîn!..

[1] Bkz. Buhârî, Savm 55, 56, 57, Teheccüd 7, Enbiyâ 37, Nikâh 89; Müslim, Sıyâm, 181-193.