Hak Katında Din, İslâm’dır

Yıl: 2013 Ay: Ağustos Sayı: 102

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir gün arkadaşlarıyla beraber yolda yürürken, bir manastır görürler. Hazret-i Ömer, manastırın yanına iyice yaklaştığında durur ve hafif bir nidâ ile:

“–Ey râhip, ey râhip!” diyerek seslenir.

Bir müddet sonra râhip, yukarıdaki pencereden başını uzatarak «Ne istiyorsun?» dercesine Hazret-i Ömer’e bakar. Onu gören Hazret-i Ömer ise, birdenbire kendisini tutamayarak arkadaşlarının önünde ağlamaya başlar. Hem râhibe bakmakta, hem de içli içli ağlamaktadır. Çevresindekiler büyük bir merakla:

“–Ey Mü’minlerin Emîri, bu râhip sebebiyle sizi ağlatan nedir?” diye sorduklarında, nebevî terbiye ile yoğrularak hassas ve rakîk bir gönle sahip olan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Râhibi gördüğüm esnâda, Allah Teâlâ’nın; «Çalışmış fakat boşuna yorulmuştur. Kızışmış bir ateşe atılır.» (el-Ğâşiye, 3-4) âyetini hatırladım. (İslâm ile şereflenmediği takdirde, râhibin de bu âyetin muhâtabı olacağı gerçeği, beni ziyâdesiyle üzdü.) İşte beni ağlatan budur.” cevâbı verir. (İbnü’l-Cevzî, Menâkıb, s. 210)

Bâzen insan, bütün gayretini güzel ve doğru olduğunu düşündüğü bir konuda sarf eder. Lâkin gittiği yol, İslâm’a ters olduğundan, bu gayreti onu sadece hakikatten daha da uzaklaştırır. Âhiret saâdetini ve saltanatını ziyan edenler de işte bu kimselerdir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“De ki: Size, (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları bildireyim mi? (Bunlar) iyi ve güzel işler yaptıklarını zannettikleri hâlde, dünya hayatındaki çabaları boşa giden kimselerdir. İşte onlar Rab’lerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr etmiş, bu yüzden de yaptıkları iyi işler boşa gitmiştir. Tartılacak şeyleri kalmadığından kıyamet günü onlar için artık hiçbir terazi koymayacağız.” (el-Kehf, 103-105)

Dolayısıyla bizlere düşen; “Allah nezdinde hak din İslâm’dır…” (Âl-i İmrân, 19) hakikati gereği, niyetlerimizin ve gayretlerimizin Allah katında geçerli ve makbul olmasına büyük bir ehemmiyet göstermektir.

Zira; “…Bugün size dîninizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim…” (el-Mâide, 3) âyeti mûcibince Cenâb-ı Hak, kullarının ilâhî huzura sadece İslâm ile gelmesini arzu buyurmaktadır.

Lâkin günümüzde bir kısım insanlar:

 “Şüphesiz îman edenler; yahudilerden, hristiyanlardan ve sâbiîlerden de Allâh’a ve âhiret gününe inanıp sâlih amel işleyenler için Rab’leri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur, onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.” (el-Bakara, 62) âyet-i kerîmesini öne sürerek, hâlâ diğer dinlerin de Hak katında geçerli olduğu mânâsına gelebilecek ifâdelerde bulunabilmektedirler.

Bu âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, İslâm gelmeden evvelki hristiyan ve yahudilerin sâlihlerini methetmektedir. Bu övgü, Âlemlere Rahmet Efendimiz’in nübüvvetinden evvel yaşamış olanlar için geçerlidir. Zira Efendimiz’in teşrifinden sonra, İslâm dışındaki bütün dinler geçersiz sayılmıştır.

Bu sebeple diğer dinlere mensup kimselerle aramızda hak-hukuk, adâlet ve hakkı tebliğ çerçevesinde beşerî münâsebetler kurulabilir. Fakat gerçek dostluk ve kardeşlik, yalnızca mü’minler arasındadır.

Şu husûsu bilhassa ifâde etmek gerekir ki; hak din, tevhîdi kabulle başlar. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bu sebeple her tarafa tevhîde davet mektupları göndermiştir. Mektuplarında; “Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze (kelime-i tevhîd’e) geliniz: Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allâh’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: «Şahit olun ki biz müslümanlarız!» deyiniz.” (Âl-i İmrân, 64) ifâdelerine yer vermiştir.

Hristiyanlarda teslis, yahudilerde antropomorfik Allah inancı varken, bunlar tevhid inancını benimseyen İslâm ile nasıl aynı çerçeve içerisinde değerlendirilebilir?

Bizdeki îman esaslarıyla, onlardaki esasların hiçbiri birbirine uymaz.  Onların peygamberlik anlayışıyla bizim peygamberlik anlayışımız arasında büyük farklılıklar vardır. İslâm’da bütün peygamberlerin beş sıfatı[1] varken, onlarda ise iki sıfatı bulunmaktadır. Onlara göre peygamber; Allah’tan aldığı emirleri bildirir ve istikbâlden haber verir. Yalnızca bu kadar… Peygamberler -hâşâ- günah işleyebilir, yalan söyleyebilir, içki içebilir, hattâ zina bile yapabilirler. Bizde ise peygamber ümmete örnek olmalı, dini en güzel bir sûrette yaşayarak tebliğ etmelidir.

Hristiyanlıkta ukûbat, muâmelât ve ahlâk kâideleri yoktur. Fakat İslâm’da fâil-i mutlak, Cenâb-ı Hak’tır. Cenâb-ı Hakk’ın kânunları geçerlidir. Bu gerçekler ortadayken nasıl bir te’lif yoluna gidilebilir?

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in, 10 Muharrem günü tutulan orucu, 9-10 veya 10-11 Muharrem’de tutmamızı istemesi, hangi gâyeye mâtuftur?

“Herhangi bir topluluğa benzemeye çalışan, onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031) buyurması, hangi hikmet gereğidir?

Yine “Muhammed’in nefsini kudret eliyle tutan Zât’a yemîn ederim ki, bu ümmetten her kim -yahudî olsun, hristiyan olsun- beni işitir, sonra da bana gönderilenlere (risâletime) inanmadan ölecek olursa mutlaka cehennem ehlinden olacaktır.” (Müslim, İman, 240) hadîs-i şerîfi, idrâk sahibi bir gönülde nasıl yankılanmalıdır?

Yahyâ ibn-i Ca’de’den rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in ashâbından bâzı kimseler, yahudilerden duyarak bir kürek kemiğine yazmış oldukları bâzı yazıları Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e getirmişlerdi. Allâh’ın Rasûlü onlara baktı, yere attı ve:

“Kendi peygamberlerinin kendilerine getirmiş olduğundan, başkalarına gelmiş olan peygamberlerin getirmiş olduklarına veya kitaplarından başka bir kitaba meylederek onlara rağbet etmeleri, bir kavmin dalâletine (sapıklığına) kâfî bir alâmettir.” buyurdu. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Kendilerine okunan bu kitabı, Sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Bunda elbette îman eden bir kavim için rahmet ve öğüt vardır.” (el-Ankebût, 51) (Dârimî, Mukaddime, 42/484; Taberî, XXI, 6)

Velhâsıl Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, insanlığı tevhîde davet etmiştir. İslâm, bir tevhîd dinidir. “İbrahimî dinler” diye bir şey olamaz. Çünkü Yahudilik ve Hristiyanlık, İbrahimî din olmaktan çıkıp aslını kaybetmiştir.

Meselâ tahrif edilmiş şekliyle günümüzdeki Yahûdîlik, sadece Benî İsrâil’e hasredilmiştir. Yine tahrife uğramış olan Hristiyanlık da sadece kulun kalbi ile Allah arasına hapsedilmiş, hayatın diğer sahaları üzerinde herhangi bir bağlayıcı müeyyidesi, tanzim ve tatbikâtı olmayan bir sistem hâline getirilmiştir. Akâid/îman esasları bile konsillerde insanlar tarafından tespit edilmiş ve zaman zaman değiştirilmiştir. Hâlen de değiştirilmektedir.

Zaten bu dinler, aslî menşeinden kaydıkları için Cenâb-ı Hak, Efendimiz’i göndermiştir. Bu sebeple yahudi ve hristiyanlara karşı söylenecek tek söz, “Sizin dîniniz size, benim dînim de banadır.” (el-Kâfirun, 6) âyet-i kerîmesidir.

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“Müslümanlar, yahudiler ve hristiyanların durumu, şu zât ile işçilerinin misâline benzer:

Bir kişi bir grup insanı, akşama kadar kendisine çalışmaları şartıyla belli bir ücret karşılığında tutmuştur. Bunlar da günün yarısına kadar çalıştıktan sonra:

«‒Senin bize vereceğin ücrete ihtiyacımız yok. Yaptığımız iş de boşa gitsin.» dediler.

Kiralayan zât:

«‒Yapmayın, işinizin kalan kısmını tamam­layın ve ücretinizi tam olarak alın!» dedi. Onlar bu teklifi kabul etmeyip işi terk ettiler.

O zât da onlardan sonra başka insanlar kiraladı ve onlara:

«‒Günün kalan kısmını tamamlayın, onlara vaad ettiğim ücreti size vereyim!» dedi. Onlar da çalıştılar. İkindi vakti olunca onlar da:

«‒Şimdiye kadar yaptığımız işler senin olsun, biz anlaşmayı bozuyoruz. Çalışmamız karşılığında bize vaad ettiğin ücret de senin olsun, onu da istemiyoruz.” dediler.

Kiralayan zât onlara da:

«‒Çalışmanızın kalan kısmını tamamlayın, zâten günün bitmesine az bir şey kaldı!» dedi. Fakat direttiler ve çalışmadılar.

O zât günün kalan kısmında çalışmak üzere bir top­luluk daha kiraladı. Onlar günün kalan kısmında çalıştılar, güneş batınca evvelki iki gruba da verilecek ücreti tam olarak aldılar. (Yani öncekilere teklif edilen ücretin iki katını aldılar.) İşte bu, müslümanların ve bu nûrdan ka­bul ettikleri şeyin misâlidir.” (Buhârî, İcâre, 11)

Bir gün Hazret-i Ömer t, elinde bir kısım Tevrat sayfaları ile Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e gelip:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bunlar Tevrat’tan bazı kısımlar… Onları Zurayk Oğulları’na mensup bir arkadaşımdan aldım.” dedi.

Peygamber Efendimiz’in yüzünün rengi birden değişiverdi. Bunun üzerine Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh-, Hazret-i Ömer’e:

“–Allah senin aklını başından mı aldı? Rasûlullâh’ın yüzü ne hâle geldi, görmüyor musun?” dedi.

Hatâsını anlayan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hemen büyük bir aşk ile:

“–Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak Muhammed -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’den, önder olarak Kur’ân’dan râzı olduk.” dedi.

Bunun üzerine Allah Rasûlü’nün yüzünde güller açtı, üzüntüsü gitti. Sonra da O Gönüller Tabîbi şöyle buyurdu:

“–Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, eğer Mûsâ -aleyhisselâm- aranızda olup da ona uyarak beni terk etseydiniz, derin bir dalâlete düşmüş olurdunuz. Siz ümmetler içinde benim nasîbimsiniz, ben de peygamberler içinde sizin nasîbinizim.” (Heysemî, I, 174)

Velhâsıl âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhirette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

Cenâb-ı Hak, bizleri nasîbi olmakla şereflendirdiği Habîb-i Ekrem Efendimiz’in yüzü suyu hürmetine, Yüce Zât’ına lâyık bir kul, Habîb’ine lâyık bir ümmet eylesin.

Âmîn…


Dipnot:

[1] Bu beş sıfat şunlardır: Sıdk, Emânet, Fetânet, Tebliğ, İsmet.