Hacc-ı Mebrur

2004 – Ocak, Sayı: 215, Sayfa: 032

Hazret-i Âdem ve Havvâ -aleyhimesselâm- ile başlayan insanlık âilesi, dînî huzur ve saâdet iklîminde yaşamak üzere; bugün Mekke’deki Kâbe’nin yerini ilk ibâdethâne edinmişlerdir. Âdemoğulları değişen hayâtî ve ictimâî sebeplerle muhtelif beldelere yayılmış, aradan asırlar geçmiş, nesiller değişmiş, hak dînden sapmalar olmuş ve bir müddet sonra bu mukaddes mâbed kaybolmuştur. Hazret-i İbrâhim -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’ın emriyle onu tekrar binâ etmiş ve duâsı ile o beldenin bereketlenmesine vesîle olmuştur. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Hatırla ki İbrâhim şöyle demişti: «Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular. Rabbim, şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok bağışlayan, pek esirgeyensin. Ey Rabbimiz, ey sâhibimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını Sen’in Beyt-i Harem’inin (Kâbe’nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nîmetlere şükrederler.»” (İbrâhim, 35-37)

Nihâyet, dünya gününün ikindisine benzeyen asr-ı saâdet gelmiş ve Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed

-aleyhissalâtü vesselâm- ile dînî hayat ilk başladığı yerde, son bir kemâl zirvesi göstermiştir. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Mekke ve Medîne merkezli bir asr-ı saâdet yaşamış ve yaşatmış, böylece o beldeler, kıyâmete kadar İslâm’ın ve Müslümanların nabzının attığı mübârek bir mekân hâline gelmiştir.

Nebîler silsilesinin muazzez hâtıraları ile dolu olan, îmânlı yüreklerin rûhâniyetleriyle beslenen ve âşıkâne gözyaşlarıyla sulanmış olan bu mübârek topraklarda ârif bir gönülle hac ve umre yapanlar, orada birçok peygamberin aziz hâtıralarından feyz alırlar. O kudsî mahallerde îfâ edilen Hac ve umre ibâdetleri, kulluk hayatının müstesnâ bir terakkî vesîlesidir. Hacda azamet-i ilâhî karşısında kul hiçliğini hatırlar ve giyilen ihramlarla bir nevî kefen iklîmine girmenin tahassüs ve tefekkürü içinde yaşar. Bu bakımdan hacda belki de en mühim istifâde, “ölmeden evvel ölmek” sırrını defâlarca yaşayarak kalben diri kalabilmek ve “Rabbine dön…” (el-Fecr, 28) şeklindeki ilâhî dâvetin vecdi içinde bulunmaktır.

Ayrıca ihrâma bürünenler, belli bir vakit bâzı helâllerin bile yasaklanması sebebiyle, şüpheli ve haramlardan ne kadar uzak durmak gerektiğinin bir başka telkînini hissederler. Yine ihrâm hâlinde iken, ot koparma, av avlama, avcıya avı gösterme gibi fiillerin yasaklanması ile de merhamet, nezâket ve zarâfet dolu bir îmân hassâsiyetine ulaşırlar.

Bütün ibâdetler gibi hac ve umre ibâdetlerinin de, ind-i ilâhîde makbûl olabilecek bir kıvamda edâ edilmesi, bir îmân ve irfân ufkudur. Zîrâ hac ve umreyi -mâruf tâbiriyle- “mebrûr” olarak îfâ edebilmek, günahlardan temizlenmeye ve Hakk’ın rızâsına vesîledir. Yâni bu ibâdetlerden arzu edilen netîce, onları ancak Hak Teâlâ’nın râzı olduğu kıvâmda yerine getirebilmekle hâsıl olur.

Bu meyanda Şiblî Hazretleri’nin haccetmiş birine, haccın kalbî cihetine işâret ederek söylediği şu sözler, çok ibretli bir îkaz ve irşâd mâhiyetindedir:

“Hacca niyet ettiğinde, bugüne kadar işlediğin mâsiyetlere tevbe edip sırât-ı müstakîme yönelmediysen, hakîkatte niyet etmiş olmazsın.

İhrâm için elbiseni çıkarırken her mâsiyetten de soyunmadıysan hakîkatte elbiseni çıkarmış olmazsın. Hac için guslederken bu temizlik, sendeki mânevî kirleri ve kalbî illetleri de temizlemediyse hakîkatte temizlenmiş olmazsın.

Harem-i Şerîf’e girerken her harâmı ve Hak’tan uzaklaştıran her söz ve davranışı terk etmeğe söz vermediysen gerçekte Harem’e girmiş olmazsın.

Kurban keserken aşırı nefsânî isteklerini ve irâdeni Hakk’ın rızâsında yok etmediysen gerçekte kurban kesmiş olmazsın.

Şeytana taş atarken içindeki cehâleti ve vesveseleri de taşlayamamışsan, sende ilim ve irfân hâsıl olmamışsa hakîkatte taş atmış sayılmazsın.

Kâbe’yi ziyâret vesîlesiyle sende ilâhî ikramlar arttı mı, gönlün huzur ve sürûr ile doldu mu? Zîrâ hadîs-i şerîfte:

«Hacılar ve umre yapanlar Allâh’ın ziyâretçileridir. Ziyâret edilenin, kendisini ziyâret edene ikrâm etmesi bir haktır.» buyrulur. Sen bu ikrâmı fark edemediysen hakîkatte ziyâret etmiş sayılmazsın…”1

Hülâsa, Şiblî Hazretleri’nin dikkat çekmek istediği husus:

“Haccı ve umreyi Allâh için tam îfâ edin!..” (el-Bakara, 196) fermân-ı ilâhîsine riâyettir. Şiblî Hazretleri’nin de işâret ettiği gibi Allâh katında mebrûr olacak bir hac ve umre için riâyet edilmesi gereken ölçülerin başlıcaları şunlardır:

1. Hacca ihlâsla niyet edip buna aykırı niyet ve davranışlardan vazgeçmek

Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına nâil olup ilâhî lutuflardan istifâde edebilmek için hac ibâdetine hâlisâne niyet edip bu hususta Allâh Teâlâ’ya söz verirken, içimizde yer eden nefsânî sözleşme ve beşerî zaaflara da iptal mührünü basabilmemiz îcâb eder ki ilâhî sır sarayının misâfiri olabilelim. O mübârek mekânlarda bilhassa varlık kitabını dürmek ve benlikten sıyrılmak gerekir. İşte hac ve umreye böyle bir hâlet-i rûhiye ile yönelenler, ilâhî rahmet ve berekete nâiliyyet kapısından geçmiş olurlar. Bundan sonra onlara düşen şudur:

2. İhram için elbiseleri çıkarırken mâsivâ elbiselerini de çıkarmak

Allâh rızâsı istikâmetinde hac ve umre için yapılan gönül akdinin bir tezâhürü ve bu husustaki ihlâs ve samîmiyetin bir tecellîsi olarak ihram için sâdece zâhirî elbiselerden değil, iç âlemimizdeki mal, makam ve mevki gibi ihtiraslardan da sıyrılarak takvâ libâsına bürünmek îcâb eder ki, ilâhî sır ve tecellîlerden gönüller lâyıkıyla nasîb alabilsin. Zîrâ Cenâb-ı Hak:

İç âlemini temizleyen felâha erdi.” (eş-Şems, 9) buyurmuştur.

O kudsî iklîmde gönlü Allâh’a bağlayıp dünyâlık işlerle meşgûl olmaktan ve zarûret dışında çarşı-pazar gezmekten sakınmak gerekir. Çünkü bu tür işlere daldıkça gönüllerde bir gevşeme ve gaflet zuhûr eder, o mübârek beldelerin mânevî iklîminden istifâde zorlaşır. Bunun içindir ki Hazret-i Ömer

-radıyallâhu anh-, hac ve umre vazîfelerini îfâ edenlere, vazîfelerini tamamladıktan sonra tâzim hislerinin zedelenip lâubâlilik meydana gelmemesi için hemen memleketlerine dönmelerini tavsiye etmiştir.

Orada Kâbe’nin Rabbini aramak ve “O’nun, kullarına şah damarından daha yakın”2 olduğunu idrâk etmek îcâb eder. Yine “Allâh, kişi ile kalbi arasına girer.”3 âyet-i kerîmesi mûcibince hiçbir şeyin O’ndan gizli kalamayacağının şuuruna varabilmek gerekir. Yâni dünyevî gel-geç sevdâlardan sıyrılıp kalbin Hak ile berâber olmasına dikkat edilmelidir. Çünkü hac ve umrenin özü şudur:

3. Madden ve mânen temizlenmek

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, hac ve umre çerçevesinde yapılan sâlih ameller vesîlesiyle hâsıl olan netîceyi ifâde ederken, bir bakıma bu mübârek ibâdetlerdeki maksadı da şöyle beyân buyurmaktadır:

“Haccediniz! Çünkü (makbul bir) hac, suyun kiri yıkadığı gibi günahları temizler.” (et-Tergîb ve’t-Terhîb)

Mesele böylesi bir temizlenme olunca, elbette Hicaz yolcularının dikkat ve riâyet edeceği diğer bir husus da şudur:

4. Haram ve şüphelileri terk ederek Harem-i Şerîf’e edeble girmek ve dînî alâmetlere tâzîm göstermek

Hak Teâlâ buyurur:

“Hac (ayları) bilinen aylardır. İşte kim onlarda (o aylarda) haccı (kendine) farz eder (ihrama girerse artık) hacda refes, füsûk ve cidâl yoktur. Siz ne hayır yaparsanız Allâh onu bilir. Bir de (hac seferine yetecek miktarda) azıklanın. Muhakkak ki azığın en hayırlısı (dilenmekten, insanlara yük olmaktan) kaçınmaktır. Ey kâmil akıl sahipleri, Ben’den korkun.” (el-Bakara, 197)

Bu meyanda refes, füsûk ve cidâl, yâni şehevî arzular, fısk u fücûr ve münâkaşa gibi mâlum yasakların yanısıra, bir kulu incitmemek hususuna da çok dikkat etmek gerekir. Çünkü oradaki izdiham dolayısıyla hacılar, her an bir mü’mini incitme tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Bundan sakınabilmek için bilhassa tavaf esnâsında saygı ve nezâkete çok îtinâ göstermek îcâb eder. Tavafta, dönüş istikâmetine zıt çıkış yaparak tavaf edenlere eziyet vermemek gerekir.

Ayrıca Harem-i Şerîf’in kalabalıklarında ve otel asansörlerinde kadın-erkek ihtilâtından da titizlikle sakınılmalı, giriş ve çıkışlarda tertip ve vakar içinde olunmalıdır. Orada bir ot koparmanın bile yasak olduğunu hatırdan çıkarmamamız îcâb eder ki, bir ibâdet vecdiyle yaptığımız beşerî davranışlar bizi Hakk’a yaklaştırsın; kaba ve sert davranışlar, yerini sevgi, merhamet, hürmet, nezâket ve zarâfete tebdîl eylesin.

Bu nevî hassâsiyetler, merhamet ve nezâket âbidesi olan Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-Efendimiz’in de üzerinde çokça durduğu mühim inceliklerdir. Nitekim Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz birgün Hazret-i Ömer

-radıyallâhu anh-’a:

“Yâ Ömer! Sende fazla kuvvet var. (Haceru’l-Esved’i öpeceğim diye) zayıfa eziyet vermeyesin. Rüknü boş görürsen yanaşarak istilâm et, değilse tekbir getirip geç!..” (İbn-i Hanbel, I, 23) buyurmuştur.

Bu şekilde kul hakkına riâyet etmekle birlikte o mübârek mekânlarda zâhirî ve bâtınî edebe de çok dikkat edilmelidir. Zîrâ haccın bir gâyesi de, o mübârek mekânlara hürmet ve oradaki mukaddes makamların hâtırası ve tedâîsi ile feyizlenip gönüllere seviye kazandırmaktır.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Her kim Allâh’ın şiarlarına (dînin alâmetlerine) tâzim gösterirse, şüphesiz bu, kalblerin takvâsındandır.” (el-Hac, 32)

Buna göre Kur’ân-ı Kerîm, ezân-ı Muhammedî gibi nice mukaddes varlıklar ile Kâbe-i Muazzama, Safâ-Merve tepeleri gibi nice kudsî mahaller, hep Allâh’ın birer şiârı hükmündedir. Hac ve umrede bunlara hürmette kusur etmeyip bilhassa tâzim göstermek îcâb eder. Kâbe’ye doğru ayak uzatarak oturmak veya yatmak, boş ve mâlâyâni konuşmalarda bulunmak, bilhassa Kur’ân-ı Kerîm’i saygısız bir şekilde tilâvet etmek ve tâzimi zedeleyecek şekilde onu yere koymak gibi nâhoş davranışlardan sakınmak gerekir.

Diğer taraftan o mübârek beldelerde, hastalanan, yolda kalan, imkânlarını yitiren, yakınlarını kaybeden, yâni müşkil duruma düşen mü’min kardeşlerimizin hâlinden anlamaya ve dertlerine dermân olmaya çalışılmalıdır. Gönüllerin nazargâh-ı ilâhî olduğunu düşünüp gönül incitmemeye ve gönül kazanmaya gayret edilmelidir. Zîrâ kalblerin pencereleri Allâh’a açıktır ve çoğu zaman kimin ne olduğu da bilinemez.

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin tasavvuf yoluna sülûk etmeden evvel yaşadığı şu hâdise, ne kadar mânidardır:

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, hac için yola çıkıp Medîne-i Münevvere’ye vardığında orada nur yüzlü bir zâta rastlamıştı. Yemenli olan bu Hak dostunun mânevî câzibesine kapılarak tıpkı câhil bir kimsenin âlim bir kimseden nasîhat istemesi gibi ondan öğüt taleb etti. O zât da şöyle dedi:

“–Ey Hâlid! Mekke’ye vardığında Kâbe’de şâyet edebe mugâyir bir şey görürsen, muhâtabın hakkında hemen sû-i zanna kapılıp kendi kendine yanlış bir hüküm verme! Gözünü ve kalbini tecessüsten uzak tut! İç dünyânı tezyîn etmekle meşgul ol!”

Ancak Mekke-i Mükerreme’ye gittiğinde oradaki mânevî feyzin heyecânıyla âdeta bir gönül sarhoşluğu içine düşen Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, bu zâtın nasihatini unutmuş olduğu hâlde bir Cuma günü dağınık kıyâfetli, garip ve nûrânî bir dervişin Kâbe’ye sırt çevirip kendisine nazar etmesi dikkatini çekti. İçinden:

«–Şu ne gâfil bir kimse ki, edebe mugâyir olarak Kâbe’ye sırt çevirmiş! Bu mübârek makamdan haberdar değil!» diye düşündü.

Bu esnâda sadır sadıra olan o zât, Hâlid-i Bağdâdî’ye:

“–Ey Hâlid! Bilmez misin ki mü’mine hürmet, Kâbe’ye hürmetten daha fazîletlidir. Çünkü kalb, nazargâh-ı ilâhîdir. Selîm bir kalb, beytullâhtır. Medîne’deki o sâlih zâtın nasihatini gönlünde mahfuz tut!..” dedi.

Bu sözler üzerine Mevlânâ Hâlid Hazretleri irkildi, bu kimsenin sıradan biri değil, büyük velîlerden biri olduğunu anlayarak hemen ellerine sarıldı ve af diledi.

Bu kıssadan hisse meyânında merhum pederim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-’un şu nasihatlerini dile getirmek isterim:

“Gidenlere tenbihâtım şudur ki; orada huşûu ihmâl etmeyin. Kendi kalbî dünyanızla meşgul olun, mâlâyânîye girmeyin. Oradaki mânevî tecellîlerden istifâde etmeye bakın.

 Tabiî hacca gittikçe de insanın rûhâniyeti farkında olmadan inkişâf eder. Büyük hayır hizmetlerinde bulunanlar, ekseriyetle mükerreren haccedenlerdir. Haccın mânevî tecellîleriyle sehâvet, merhamet ve şefkat inkişâf eder. Böyle kimselerin gönlü ve eli açılır, îmân lezzet ve heyecânı içinde en sevdiklerinden Allâh için kolaylıkla ve seve seve infâk ederler.”

Elhâsıl bütün mesele:

5. İrâdeyi Hakk’ın rızâsına kurban etmek

Zaten hac ibâdetinde kurban kesmekten asıl maksat da, Hazret-i İbrâhim ve Hazret-i İsmâil’in teslimiyetlerinin hatırlanıp onlardaki ilâhî hikmetten nasîb alınması ve Allâh’a ihlâs ve takva ile kulluk edilmesi hususunda gönüllerin âgâh olmasıdır. Yâni orada maddî varlığından sıyrılan, kendinde bir varlık vehmetmeyen, kısacası irâdesini Hakk’a teslîm eden ve ilâhî aşk ateşi ile tutuşmaya meyyal bir derviş edâsı içinde bulunmak gerekir. Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:

(Kurbanların) ne etleri, ne de kanları Allâh’a ulaşır. Allâh’a ulaşan, ancak takvânızdır…”

(el-Hac, 37)

Düşünmeli ki; Hazret-i İbrâhim -aleyhisselâm-oğlunu fedâ etti; oğlu Hazret-i İsmâil -aleyhisselâm-da canını ortaya koydu. Biz nefsimizi ve malımızı Allâh yolunda ne kadar sarf edebiliyoruz? Âyet-i kerîmede buyrulan; “Canları ve malları mukâbilinde cenneti satın alan mü’minler” vasfına ne ölçüde liyâkat gösterebiliyoruz?

İşte bu fedâkârlıklar için ömür boyu üzerimize düşen bir vazife vardır:

6. Şeytanı ve nefsi taşlamak

Şeytan taşlama, daha ziyâde içteki şeytanı taşlama ile başlar. Bu, Hazret-i İbrâhim, Hazret-i İsmâil ve Hacer annemizin, şeytanı verdiği vesveseler sebebiyle kovup taşlamalarının bir hâtırasıdır.

Bütün bu merhalelerle kulun Hak huzurunda ulaşması arzu edilen seviye ve kıvam şudur:

7. Devamlı zikir ve duâ hâlinde olmak

Allâh Teâlâ buyurur:

“… Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde Meş’ar-i Haram’da Allâh’ı zikredin ve O’nu size gösterdiği şekilde anın. Şüphesiz siz daha önce yanlış gidenlerden idiniz.” (el-Bakara, 198)

“Hac ibâdetlerinizi bitirince, babalarınızı andığınız gibi, hattâ ondan daha kuvvetli bir şekilde Allâh’ı zikredin. İnsanlardan öyleleri var ki: «Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!» derler. Böyle kimselerin âhiretten hiç nasîbi yoktur.” (el-Bakara, 200)

Nitekim hac ve umrede bol bol getirilmesi emredilen telbiye de devamlı zikir ve duâ hâlinde olmayı telkin eder.

Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, zikir ve duâ hâlinin muhafazası için mübârek mekânlarda namaz dışı ibadetlerdeki konuşmaların bile ne keyfiyette olması gerektiğini şöyle beyan buyurmuştur:

“Beytullâh etrafındaki tavaf, namaz gibidir. Ancak bunda konuşabilirsiniz. Öyle ise, kim tavaf sırasında konuşursa sadece hayır konuşsun.” (Tirmizî, Hacc, 112)

Buraya kadar saydığımız düsturlar neticesinde murâd olan da şudur:

8. Gönlün ilâhî af, feyiz ve mükâfâtı tatması

Hadîs-i şerifte buyrulur:

“Bir umre, diğer umreye kadar arada işlenenler için keffârettir. Hacc-ı Mebrûr’un karşılığı cennetten başka bir şey olamaz!” (Buhârî, Umre, 1)

İşte Harameyn’e vâsıl olan her mü’min kalbinin arzusu, hac ve umre ibâdetini böyle bir müjdeyle tamamlamak ve bu müjde etrafında takdîm edilen yüce nasip ve hisselere kavuşmak olmalıdır.

Medîne-i Münevvere ziyâreti:

Hac ve umreden evvel veya sonra ziyâret edilen Medîne-i Münevvere’nin, sînesinde kâinâtın en yüce cevherini taşıdığı unutulmamalıdır. O’na ümmet olmanın heyecânı ile apayrı bir edep ve tâzim gösterilmelidir.

Zîrâ Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“…İbrâhim -aleyhisselâm-’ın Mekke-i Mükerreme’yi harem (bölgesi) kılması ve onun için duâ etmesi gibi ben de Medîne-i Münevvere’yi harem bölgesi kıldım…” (Buhârî, Fezâilü’l-Medîne, 6)

Bu sebeble Medîne-i Münevvere’ye de tıpkı Mekke-i Mükerreme gibi belki daha da fazla tâzim göstermek îcâb eder. Çünkü İmâm Mâlik Hazretleri ve Medîne ulemâsı, Medîne-i Münevvere’nin Mekke-i Mükerreme’den daha fazîletli olduğunda ve Fahr-i Kâinât -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in kabr-i şerîfinin bulunduğu mekânın, yeryüzünün en mukaddes köşesi olduğunda ittifak hâlindedirler.4 Zîrâ bütün kâinât, O’nun için halkolunmuş ve O’na ithâf edilmiştir.

Bu hassâsiyetin bir tezâhürüdür ki Mescid-i Nebî’nin imâmı olan İmâm Mâlik Hazretleri Rasûlullâh’ın bastığı toprağa hürmeten, Medîne-i Münevvere’de hayvan üstüne binmez, ayakkabı dahî giymezdi. O kadar edeb sâhibi idi ki, abdest tâzelemek için Medîne-i Münevvere dışına çıkardı.

İşte hac ve umre yapanların o iklîmin aziz hatıralarından lâyıkıyla istifâde edebilmeleri için o ulvî mekânlarda edeb ve hürmet duyguları içinde bulunmaları zarûrîdir. Zîrâ hakîkî istifâdenin ilk şartı edeptir.

Hülâsa, makbul ve mebrûr bir hac ve umrenin mümin gönüllere kazandıracağı fazîletler sayısızdır. Ne var ki hac ve umrenin âdâbına riâyet edilmeyip o mübârek beldelerde gâfilâne vakit geçirilirse lâyıkı vechile bir istifâde mümkün olmaz. Bu hususta şu nükte ne büyük bir îkâz mâhiyetindedir:

Pakistan’ın mânevî mîmârı Muhammed İkbâl, birgün Medîne’den dönen hacıları ziyaret ederek onlara bir müslüman gönlünü sergileyen şu suâli sorar:

“–Medîne-i Münevvere’yi ziyâret ettiniz; uhrevî Medîne çarşısından gönlünüzü ne gibi hediyelerle doldurdunuz? Getirdiğiniz maddî hediyeler; takkeler, tesbihler, seccâdeler bir müddet sonra eskiyecek, solacak ve bitecek. Medîne’nin solmayan, gönüllere hayat veren, rûhânî hediyelerini getirdiniz mi?..

Hediyeleriniz içinde Hazret-i Ebûbekr’in sıdk ve teslîmiyeti; Hazret-i Ömer’in adâleti; Hazret-i Osman’ın hayâ ve cömertliği; Hazret-i Alî’nin irfân ve cihâdı var mı? Bugün binbir ıztırap içinde kıvranan İslâm dünyâsına gönlünüzden bir asr-ı saâdet heyecanı verebilecek misiniz?”

Yâ Rab, bizleri Harameyni’şŞerîfeyn’i ziyaret ile müşerref kıl! Hac ve umre muhtevâsında yapacağımız ibâdet ve kulluk tezâhürlerimizi mebrûr eyle!..

Âmîn!..

Dipnotlar: 1) Bkz. tahkik, Osman Yahya, İbn-i Arabî, Fütuhâtü’l-Mekkiyye, c. X, s. 133-138. 2) Bkz. Kâf, 16. 3) Bkz. el-Enfâl, 24. 4) Bkz. Kadı Iyâz, Şifâ-i Şerîf, c. II, s. 95-96.