Gurbet

1998 – Mayis, Sayı: 147, Sayfa: 021

Tasavvuf, insan fıtratında mevcûd olan ulvîliklere âid temâyülleri, sohbet, zikir, riyâzât ve ihlâs ile geliştirerek ham insandan “insan-ı kâmil” hüviyetini ortaya çıkarmaktır. İnsanlarda istîdâd ve iktidarlar muhtelif olduğundan, tasavvufun metodlarını kullanarak insanı eşyâ ve hâdisâtın esrârından haberdâr etme, her fertte aynı derecede netice vermez. Ancak bazı temâyüllerde bütün insanlık, -aralarında derece farkı olsa da- müştereklik arzeder. Bunlardan biri de, her ferdin, geldiği yere, yâni vatan-ı aslîsine dönme temâyülüdür.

Bundan dolayı tasavvufun bir gâyesi de, insanı “elest bezmi”nde Rabbiyle beraber olduğu vuslat iklîmine dönme husûsundaki arzu ve arayış temâyül ve istîdâdını zikirle tekâmül ettirerek şuuraltından şuûr üstüne yükseltmektir. Bu, kullukta kemâle ermektir ki, âyet-i kerîmede şu şekilde îzâh edilir:

“Bilesiniz ki kalbler, ancak Allâh’ın zikriyle mutmain olur (huzûr bulup doyum noktasına ulaşır)!” (er-Ra?d, 28)

Bu hâl, en güzel şekilde insân-ı kâmilde tezâhür eden bir keyfiyettir. Çünkü insan-ı kâmil:

“Hiç şüphe yok ki biz, Allâh içiniz ve muhakkak O’na döndürüleceğiz!..” (el-Bakara, 156) sırrına ermiştir.

Aslına dönme temâyülü olan bu hâl, varlıklar içinde üstün bir idrâkle techîz edilmiş bulunan ins ü cinde en üst seviyeye ulaştığı nisbette bir hasret ve ızdırap kaynağı olur. İşte o zaman idrâk sâhibi, nefes alıp verdikçe kendisini dâimî bir gurbette hisseder.

Gerçekten gurbet, varlıkların menşeinden itibaren çeşitli safhalardan geçerek gerçekleştiği için bulunduğu yerden bir evvelki mekâna doğru muhtelif tezâhürler arzeder. Meselâ insan, önce rûhlar âleminde bulunmakta iken, bu mekândan ayrılarak ana rahminde mekân tutar. Sonra dünyâya gelir. Dünyâda da çeşitli mekân değişikliklerine uğrayabilir. Oradan “âlem-i berzah”a göçer. Ve nihâyet Rabbine döner.

Nitekim gurbetin bu safhalarını yüreğinde hisseden şâir, onun bazı merhalelerini ne güzel dile dökmüştür:

Bir merhaleden güneşle deryâ görünür,
Bir merhaleden her iki dünyâ görünür.
Son merhale bir fasl-ı hazandır ki, sürer;
Geçmiş gelecek cümlesi rü’yâ görünür!..

Evet gurbet, bütün bu söylediklerimiz dikkate alındığı takdîrde, içiçe, merhale merhale, kat-kat demektir. Onu bertaraf eden bütün ara merhaleleri aşarak geldiği ilk yere, yâni Rabbine dönmektir. Bu hâle nazaran gurbetin rûhta tedirginlik meydana getiren en derin ve en köklü hasreti dindiren neticesi, Rabbe dönüştür. Bu ihtiyâcı idrâk etmeyerek, köyünün, kentinin ayrılığı ile tedirgin olan sıradan insanların bile şuûraltında gurbetin bu büyük ve derin mânâ ve hasreti, bâkî kalır. Ancak üstün idrâk sâhipleri olan evliyâullâh, bu ızdırâbı lâyıkıyla kavrar ve ara merhalelerin derdinden berî ve ilâhî vuslata müştâk bir ömür sürer. Bu sebeple Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri tasavvufu:

“Hakk’ın, seni senliğinde öldürmesi ve kendisi ile ihyâ etmesidir.” diyerek târif eder.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’ne ölümü bir “şeb-i arûs”, yâni düğün gecesi olarak tavsîf ettiren gerçek de, dünyâ gurbetinden kurtuluş, vuslata eriştir.

Ölüm döşeğindeki bir Hakk âşığına sordular:

“-Ölüm ânında iken nasıl gülebiliyorsun?”

Âşık şöyle cevap verdi:

“-Şimdi bütün vücûdum dudak olmuş gülümsüyor!.. Şu an, dudaklarım başka bir gülüşle gülüyor!..”

Pervâne ışığa hasrettir. Işığa olan hasretinden ve onun etrafındaki râbıtasından dolayı kendisine kelebek değil, pervâne denir. Işığı bulunca, cezbeye tutulur, irâdesi gider. Sonunda ışığa çarparak cesedini yakar. Işıkta fânî olur. Vuslata erer.

Hazret-i Mevlânâ da:

“Cesedi yakmadan, ilâhî aşk ve muhabbet lezzetine vâsıl olmak mümkün değildir!” buyurur.

Nitekim Hallâc-ı Mansûr, geçirdiği derin rûhî ihtilaçlar neticesinde ölümü özlemiş:

“Benim dirilişim, hayâtım, vuslatım, ölümümdedir!..” demiştir.

İşte bu derûnî tecellîlere göre gurbet;

Yaradandan firâktır.

Kalbde yanan bir ateştir.

Hasretle kavrulmaktır.

Yalnızlıktır.

Çünkü insan, ilâhî bir yolculuğa tâbîdir. O, bu yolculuğa “elest bezmi”nden başlamış, sonra bir “gurbet” diyârı olan bu dünyâya gönderilmiştir. Hür olan rûhu, cesedin esâretine, beş duyunun emri altına girmiştir. Ancak menşeinden ayrı kalması sebebiyle onda, yukarıda îzâh edilmiş olan husûsiyeti dolayısıyla geldiği âleme bir hasret ve meyil zuhûr eder. Katettiği derece nisbetinde idrâki de berraklaşarak bu hasretin ızdırâbı şiddetlenir ve geldiği yere dönme iştiyâkı artar. Bu demektir ki insan, dâimâ garîbtir ve gurbettedir.

Gurbetin birçok çeşidi vardır.

Bu cümleden olarak, enbiyâ ve evliyâ için bu dünyâ gurbeti içinde ikinci bir gurbet daha mevcûddur ki, o da, dostlardan firâk elemleri ile kavrulmaktır. Nitekim Ya’kûb -aleyhisselâm- ile Yûsuf -aleyhisselâm- arasında şiddetli bir gam ve garîblik takdîr buyuruldu ki, Allâh’a inâbeleri çok olsun! Her zaman O’na dönsünler, O’nunla beraber olsunlar, mâsivâ ile alâkaları kesilsin ve yüksek derecelere nâil olsunlar!..

Bu hikmete binâen nebîler, kendi vatanlarının dışında bir zamana kadar garîb yaşatılarak gurbet, onlara bütün keyfiyeti ile tattırılmıştır.

Nitekim Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e de Tâif’de gurbet en acı bir şekilde tattırıldı. Taşlandı ve kanlar içinde kaldı. Lâkin O, merhameti sebebiyle en şiddetli bir sabrı yaşayarak bedduâ etmedi, kendisine zulmeden Tâif halkına duâ etti. Bunun ardından mükâfât olarak mi’râc vuslatı tecellî etti.

Bunun içindir ki gurbet, elem ve ızdırap meşheri demektir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’nin bir hikmet deryâsı olan Mesnevî’sine:

Dinle neyden çün hikâyet etmede,

Ayrılıklardan şikâyet etmede!

diye başlayarak, ayrılık ve gurbetin kavurucu ateşini eserine sertâc etmesi, bunun ehemmiyetine binâendir.

Diğer taraftan Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- da, hayâta başladığı yer olan cennetten ve dolayısıyla Rabbinden ayrılarak dünyâ gurbetine düşmesi sebebiyle uzun seneler gözyaşı dökmüş, hasret ve ızdırapla inlemiştir. Çünkü onun vatan-ı aslîsi cennet ve nezd-i ilâhîdir. Bundan onun nesline de bir hisse vardır. Dolayısıyla bülbülün altın kafeste bile “vatan, vatan” diye feryâd etmesi düşünülürse, insanın ulvî bir âlemden süflî bir yere geldiğinde ağlayıp feryâd eylemesi daha iyi anlaşılmış olur.

Hazret-i Mevlânâ, gurbeti, ney’le insan arasında münâsebet kurarak şu şekilde îzâh eder:

“Ney der ki: Beni kamışlıktan kopardıklarından beri feryâd ve iniltim, cihândaki herkesi ağlattı.”

“Ayrılık, bağrımı parça parça eylesin, ki aşk derdini anlatabileyim!”

“Her kim aslından uzak ve ayrı olursa o, vuslat ânını bekler durur!”

“Ben ki her meclisin ağlayanı, sâlihlerin de fâsıkların da arkadaşıyım.”

“Herkes kendi zannınca bana dost olur, sohbetimden bir şeyler öğrenmek ister.”

“Gerçi feryâdım, sırrımı ifşâ ediyor, lâkin birçok gönülde bunu sezecek nûr yok!

“Cân ve ten birbirinden gizli değildir. Fakat cânı, görmeye izin yoktur.”

“Ney’in sadâsı ateş oldu, onu boş bir nağme sanma! Kimde bu ateş yoksa yazıklar ona!”

Hazret-i Mevlânâ bir başka rubâîsinde şöyle buyurur:

“Ney’i dinle ki, neler neler söylüyor. Allâh’ın gizli sırlarını ifşâ ediyor. Yüzü sararmış, içi boşalmış, başı kesilmiş, yâhud neyzenin nefesine terkedilmiş olduğu hâlde dilsiz ve kelâmsız feryâd ederek “Allâh.. Allâh..” diyor.”

Çünkü ney, yetiştiği kamışlıktan kesilip ayrılmış, bağrı ateşle dağlanarak delikler açılmıştır. Başına, ayağına, hattâ boğumları arasına mâdenî halkalar ve teller takılmış, yâni kelepçelere mahkûm edilmiş, bundan dolayı da kupkuru ve sapsarı kesilerek benzi solmuştur.

İnsân da aynen böyledir. O, âlem-i ilâhîdeki mevkîinden şu dünyâya getirilmiş ve beşeriyyet kaydına alınarak ayrılık ateşiyle yüreği dağlanmış ve şerha şerha edilmiştir. Ancak her insanda vâkî olan bu gerçek, tefekkür ve tehassüs itibarıyla temâyüz ederek insan-ı kâmil hâline gelindiğinde zâhire çıkar. Yâni idrâk sâhasında tezâhür eder.

Kâinâtta gördüğümüz veya göremediğimiz bütün mahlûklar, Allâh Teâlâ’nın esmâsının (isimlerinin) bir kısmının mazharıdır. İnsanda ise, bütün esmâ-yı ilâhiyyenin kâmil tecellîsi mevcûddur. İnsan “Rûhumdan ona üfürdüm…” âyetinin sırrına nâil olmuştur. Bu sebeble o, bir îcâd bedîası, yâni san’at hârikasıdır. Hakk’ın san’atı, kudreti, yaratma gücü, en kâmil mânâda insanda tecellî etmiştir. Bu itibarla insan, mânevî kirlerden, nefsânî arzulardan arınır ise, tam mânâsı ile kâmil olur. Bir mıknatıs etrafındaki tozlar gibi, geldiği âleme şiddetle iştiyak ve hasret duyar.

Bu, insan rûhunun Allâh’dan geldiği için vâsıl-ı ilâllâh olma istîdâdıyla mücehhez olmasındandır. Bu istîdâdın da harcı, muhabbettir. Muhabbet ise, yürekte bir ateştir ki, gönülde mâsivâ bırakmaz, yakar. İşte bu yanışla insanda geldiği yere dönme meyli tezâhür eder, Rabbine iştiyâk ve arzusu artar; hasreti şiddetlenir.

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, Bilâl -radıyallâhu anh-‘ın bu gurbet âleminden kurtulup Rabbine kavuşma arzusunu ne güzel anlatır:

“Hazret-i Bilâl, zayıflıktan hilâle dönmüştü. Yüzüne ölümün rengi ve gölgesi düşmüştü.”

“Hanımı onun bu hâlini görünce: «-Eyvahlar olsun, evim yıkıldı!» dedi.”

“Bilâl ise ona: «-Hayır, hayır! Şimdi neş’e ve sevinç zamanı.. Evim yapıldı!» dedi.”

“Bilâl devamla: «-Ben şimdiye kadar dünyânın, yâni bu Hakk’dan uzak gurbet hayâtının kederi içindeydim!..» dedi.”

“Bilâl bu sözleri naklederken de yüzünde nergisler, güller ve lâleler açıyordu. Mübârek yüzü daha da nûrlanıyordu.”

“Hanımı ise, Bilâl’in nefesleri zayıflayıp tâkatsizliğinin arttığını gördükçe: «-Ey güzel huylu, yüksek ahlâklı Bilâl! Demek ayrılık zamanı geldi!..» dedi.”

“Bilâl ise: «-Hayır, hayır! Buluşma, kavuşma vakti geldi. Hasret ve bu gurbet bitecek!» dedi.”

“Hanımı dedi ki: «-Sen bu gece gurbete gidiyorsun; akrabâlarından, evlâdlarından ayrılıp kayboluyorsun!..»”

“Bilâl dedi ki: «-Hayır, belki bu gece rûhum gurbetten aslî vatanına dönüyor!»”

“Hanımı Bilâl’e: «-Senin yüzünü artık göremeyecek miyiz?» diye sordu.”

“Bilâl: «-Sen yücelere bakarsan, Hakk’ın has kulları arasında benim yüzümü görürsün! Sakın aşağılara bakma; orada kirli âlemin çirkin yüzleri vardır!» dedi.”

“Hanımı yine: «-Yazık bana evim yıkıldı!» dedi.”

“Bu sefer Bilâl: «-Sen rûha bak; cesede bakma!.. Çoluk çocuğum çoktu, ev de dardı. Allâh benim beden evimi daha güzel, daha ma’mûr olması için yıktı. Şâyet bu beden evim yıkılmasaydı, gurbetim bitmeyecek, aslî vatanıma, o içinde abes bulunmayan güzellikler âlemine dönemiyecek, Hüsn-i Mutlak’a kavuşamayacaktım!..» dedi.”

Bu gurbet diyârına gelip de dünyânın gel-geç sevdâlarına kapılmayıp vuslat ateşiyle yananlardan biri de Yûnus Emre Hazretleri’dir. O, bu âlemde mecnûn misâli mâşûkundan başkasına nazar etmemiş ve fânî cihâna aldananlara teaccüb ederek gurbet diyârında çektiği garîbliği şöyle dile getirmiştir:

Ben bir aceb ile geldim,
Kimse hâlim bilmez benim!
Ben söylerem ben dinlerem;
Kimse dilim bilmez benim!

İnsanın maddî yapısı da topraktan olduğundan o, toprakta yaşar ve topraktan gıdâlanır. Sonunda toprakta fânî olur; toprakla bütünleşerek aslına, yâni toprağa döner.

Bunun içindir ki, bu âlemin kâmil ifâdesi “gurbet” olduğu hâlde, onun gelip geçiciliği sebebiyle bir “misâfirhâne” telâkkî edilmesi, meşhûr olmuştur. Çünkü, gurbette her zaman geri dönme şartı mevcûd değildir. Buna mukâbil, misâfirlikteki muvakkatlik ve eninde sonunda geldiği yere geri dönüş, daha onun başladığı andan itibâren mevzûbahisdir. Nitekim Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, birgün hasırın üzerinde uyumuş ve hasır, mübârek vücûdunda izler bırakmıştı. Bunun üzerine:

“-Hasırla aranıza birşeyler serseydik!” diyen sahâbîlere:

“-Benim dünyâ ile ne işim var? Ben, dünyâda yolculuğu esnâsında bir ağaç altında gölgelenen, sonra da oradan geçip giden bir yolcu gibiyim.” buyurmuştu. (İbn-i Mâce, Zühd, 409)

Diğer taraftan Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, birgün elini Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-‘ın omuzuna koyarak bu âlemdeki muvakkatliği ifâde etmek üzere:

“-Dünyâda ya garîb bir insan gibi, ya da bir yolcu gibi ol!” buyurmuşlardır.

Bir gurbet diyârı olan dünyâya gelen her fânînin ömür takvîmi, ölümle son bulur. Bunun için dünyâya geliş ve gidişin idrâki içinde olup da garîb bir yolcu gibi yaşayanlar, ilâhî nasîblerin heyecanıyla, dünyânın çile, ızdırap, gam ve keder dolu imtihânlarında muvaffak olmaya gayret gösterirler. Onlar, gurbet hayâtının gâh sürûr, gâh elem olarak tecellî eden muhtelif tezâhürleri karşısında dâimâ tevekkül, teslîmiyyet, sabır ve rızâ hâlinde yaşarlar. Böyle bahtiyar kimselerin ölümleri, sonsuz rahmet kapılarını aralatan bir vuslat, yâni Rabbe kavuşma şeklinde tezâhür eder.

Bu sebepledir ki, büyük mutasavvıf Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de, dünyâ hayâtını bazen bir gurbet, bazen bir yolculuk âlemi olarak tasvîr eyler. Vefâsız, fânî ve aldatıcı olması dolayısıyla ona bel bağlayanların hüsrâna uğradığını ifâde eder. Mevlânâ Hazretleri, dünyânın muvakkatliği bakımından onu bazen de bir misâfirhâneye teşbîh eder. Hattâ rûhun bile bedende muvakkatliği dolayısıyla bir misâfirlik hâli yaşadığını ifâde buyurur.

Böylece misâfirliğin, içiçe, birçok safha ve tezâhür şekli arzettiği görülmektedir. Ki bunu, Mevlânâ Hazretleri, bu âlemde zıdların dâimâ bir arada ve içiçe bulunduğu gerçeğine de temâs ederek o eşsiz hikmetli üslûbuyla şöyle anlatmaktadır:

“-Ey delikanlı! Bu ten bir misâfirhânedir. Her sabâh, senin misâfirlerin olan gam ve neş’e oraya koşarak gelirler.”

“Âgâh ol; sakın bu misâfir benim boynumda kalır, deme! O yokluğa uçar gider. Yâni sürûr ve gamın bekâsı yoktur.”

“Gayb âleminden ne gelirse gelsin, o senin gönlünün bir misâfiridir. Onu dâimâ hoş tut! Yâni, gamdan ötürü üzgün; sürûrdan dolayı da çok neş’e içinde kalma!”

“Gam düşüncesi, neş’e yolunu tıkar, aldırmaz! Hakîkatte ise gam, bambaşka bir sürûr ve neş’enin yollarını açar.”

“Fikirler ve gam, gönül evini başka efkârdan süpürür. Tâ ki, kalbe yeni hayır ve sürûrlar gelmiş olsun!”

“Gam eli, gönül dalından sarı yapraklar silkmektedir. Tâ ki, bu dallardan birbiri ardınca yeşil yapraklar gelmiş olsun!”

“Gam, gönülden neyi döker ve götürürse, onun yerine daha iyisini getirir!”

Zamanımız şâirlerinden Kadir Mısıroğlu, vatandan cüdâ kaldığı zamanlarda yazdığı “Gurbet” isimli bir şiirinde bu gerçekleri şöyle terennüm etmektedir:

………….

Yurda değil, Rabbime
Sekînet âlemine,
Dönünce biter gurbet,
Mutlak olan âkıbet!..
Lâkin o vakte kadar,
Binbir iniş çıkış var!..

Bunca yanlış ve yalan
Arasında tek kalan,
Bir gerçek şudur ancak:
Her fânî bir oyuncak!
Ki, kırılmaya mahkûm!..
İstisnâsız bir hüküm!..
Bir kânûn-i ezeldir,
Meşhûr darb-ı meseldir:
Yeter!..
Tüketme nefes,
“Allâh bes, baakî heves!..”

Rabbimiz, bizleri, bu gurbet diyârında vuslat hâlini yaşamayı nasîb buyurarak cemâlini müşâhede eden sâlihler zümresine dâhil eylesin!

Âmîn!..