Gönül İkliminden İnciler 8

Yıl: 2016 Ay: Şubat Sayı: 132

İlmin hakîkati, Hakk’ın rızâsı istikâmetinde yaşanmasıyla ortaya çıkar. Zira yaşanmayan bir ilim, âyet-i kerîmede de buyrulduğu üzere; “kitap yüklü merkep”[1] misâli, mânâsız bir hamallıktan başka bir şey değildir. Dolayısıyla ilim, kişiyi Hakk’a, hakîkate, takvâya sevk ediyorsa, irfâna dönüşerek sâlih amellerin vücut bulmasına vesîle oluyorsa ilimdir. Yoksa İblis’te de ilim vardı, Kârun da ilim sahibiydi. Fakat onlar, ilmi, benliklerini palazlandırmanın vâsıtası kıldılar, bunun neticesinde de dehşetli bir gurur ve kibir bataklığına sürüklendiler.

Şeyh Sâdî Hazretleri ne güzel buyurmuştur:

“Ne kadar okursan oku, ne kadar bilgi edinirsen edin, bilgine yakışır şekilde davranmazsan (yani takvâ hayatın yoksa) câhilsin demektir.”

“Üzerine birkaç kitap yüklenmeyle, merkep âlim olur mu? O beyinsiz, sırtındakinin odun mu, yoksa kitap mı olduğunu bile fark edemez.”

***

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- buyurur:

“Dört şey vardır ki zâhiri fazîlet, bâtını ise farzdır:

  1. Sâlihlerle oturup kalkmak fazîlet, onlara uymak farzdır.
  2. Kur’ân okumak fazîlet, onunla amel etmek farzdır.
  3. Kabirleri ziyaret etmek fazîlet, ona hazırlanmak farzdır.
  4. Hastayı ziyaret etmek fazîlet, ondan ibret almak ise farzdır.” (İbn-i Hacer, Münebbihât, s. 14)

***

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede;

“…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar…” (Fâtır, 28) buyurmaktadır. Yani gerçek bir âlimde öncelikle, “takvâ / Allah korkusu” şarttır. Cenâb-ı Hak, ancak böyle bir kuluna “âlim” demektedir. Yoksa Allah’tan korkmadan, Rasûlʼünden utanmadan, kendi nâkıs akıllarını yegâne hakîkat ölçüsü zannedip, dîni onun süzgecinden geçirerek, aklına uyanı alan, uymayanı atan gâfillere değil!..

***

Ebuʼl-Hasan Harakānî Hazretleri şöyle buyurur:

“İki kişinin dinde çıkardığı fitneyi şeytan bile çıkaramaz:

  1. Takvâdan uzak, dünya hırsına kapılmış âlim.
  2. İlimden mahrum ham sofu.”

***

Takvâdan uzak bir dînî tahsil; ilâhî hakîkatleri dahî nefsânî kaygılarla değerlendiren, “din âlimi” etiketli “din tahripçileri”nin ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Bunlar da servet, şehvet ve şöhret gibi nefsânî ihtiraslara tamah ederek verdikleri fetvâlarda “Kitap ve Sünnet’e uyma” hassâsiyetini yitirerek “kitabına uydurma” menfaatçiliğine meylederler. Yani âyet-i kerîmede ifâde buyrulduğu üzere; Allâh’ın âyetlerini az bir dünyalığa değişirler. Hâlbuki yaptıkları bu alış-veriş ne kadar da kötüdür. (Bkz. Âl-i İmrân, 187) Bu sebeple bir âlimde ilim var, fakat amel ve takvâ yoksa, âkıbeti hüsrandır.

***

Kurʼân ve Sünnetʼin rehberliğinde kalben seviye kat etmemiş bir insan, -ne kadar bilgili olursa olsun- ham kalmaya mahkûmdur. O, bu hamlığıyla ilim tahsil edip, meselâ bir doktor olsa, insanlara şifâ tevzî edeceği yerde, organ kaçakçılığı yapan bir insan kasabı oluverir. Bir hukukçu olsa, adâlet tevzî edeceği yerde, bir suç şebekesi lideri veya zâlim bir cellât kesilir. Çünkü ihtiraslarının esiri olan ham bir nefis, sahip olduğu ilmi, dâimâ süflî menfaatlerine âlet eder.

Günümüz Suriye’si bunun bâriz bir misâlidir. Nitekim oradaki zulümleri irtikâb edenler de aldıkları ilimle bunları yapmaktadır. Lâkin takvâdan mahrum bir ilim, insanı böyle zalimleştirmektedir. Yani ilim, iki uçlu bir bıçak gibidir. Eğer takvâlı bir gönülde yeşerirse, kulu Allâh’a yaklaştırır, aksi takdirde kişiyi zulme sevk eder ve böylece sahibini cehennem yolcusu eyler.

***

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyurur:

“Dört şey devam ettiği müddetçe din ve dünya, huzur ve selâmetle ayakta duracaktır:

  1. Zenginler, kendilerine verilen mal ile cimrilik etmedikçe.
  2. Âlimler, öğrendikleri ve bildikleri şeyle amel ettikçe.
  3. Câhiller, bilmedikleri şeyle kibirlenmedikçe.
  4. Fakirler, âhiretlerini dünyaları için satmadıkları müddetçe.”

***

Sâdî-i Şîrâzî buyurur:

“İki kişi boşuna zahmet çekmiştir. Birincisi kazanıp sarf etmeyen, ikincisi de ilim öğrenen, ancak onunla amel etmeyen.”

***

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

“Darda kalan bir kişi Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gelmişti. Fahr-i Kâinât Efendimiz, ashâb-ı kirâmı o zâta yardım etmeleri için teşvik etti. Sahâbe-i kirâmdan biri:

«–Benim yanımda şu kadar mal var!» dedi ve getirip yardımda bulundu. Cemaatte bulunup da adama yardım etmeyen kimse kalmadı, herkes az veya çok bir yardımda bulundu. Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

«Kim bir hayrı başlatır ve başkaları da onu devâm ettirirse, o kimse yaptığı hayrın sevâbını eksiksiz alır ve o hayrı takip edenlerin sevâbının bir misli de kendisine verilir. Fakat onların ecirlerinden hiçbir şey eksilmez.

Kim de kötü bir çığır açar ve bu çığırdan başkaları da giderse, bu kişiye, o kötü işin günâhı eksiksiz verilir; ayrıca başlattığı kötü yoldan gidenlerin günâhının bir misli de yazılır. Fakat onların günahlarından da hiçbir şey noksanlaşmaz.»” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 14)

***

Şeyh Sâdî ne güzel buyurmuştur:

“Cenâb-ı Hak önce kulunun gönlüne istek ve sevgi bırakır, sonra da o kul, başını Allâh’ın eşiğine koyarak ibadete koyulur. Yüce Allah iyilik yapmak hususunda kuluna tevfîkini ihsan buyurmazsa, o kul hiç kimseye bir iyilik edemez.

Dil konuşuyor ve Allâh’ı ikrar ediyor. Fakat sen dile bakma; ona bu kudreti verene bak. Gözlerin, yere ve göğe açılmış marifet kapılarıdır. Allah lûtfedip yüzüne bu kapıları açmasaydı, inişi yokuşu nereden bilecektin?

Cenâb-ı Hak kulunu yoktan var etti. Kalbine cömertlik, başına da secde kābiliyeti verdi. Aksi takdirde ne kalp cömertlik, ne baş secde edebilirdi.

Çok hayır işledim diye övünme. İyi bak! Hangi hayra muvaffak olduysan tevfik-i ilâhî iledir. Bahçıvanın padişaha takdim ettiği meyve, yine padişahın bahçesindendir.”

***

Bir mü’minin en hayırlı günü, dününden üstün olandır. O hâlde her gün evvelki güne göre daha fazla âhiret azığı edinmek sûretiyle günlerimizi bereketlendirmeliyiz. Bizden öncekiler geçti, gitti; bizler de bir müddet sonra onların kervanına katılacağız. Uyur gibi ölecek, uyanır gibi dirileceğiz.

***

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“Kitâbı (Tevrât’ı) okuduğunuz hâlde, kendinizi unutup insanlara iyiliği mi emrediyorsunuz? (Yaptığınız işin kötülüğünü) düşünmüyor musunuz?” (el-Bakara, 44)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, bu hususta şöyle buyurmaktadır:

“Kıyâmet günü bir adam getirilir ve cehenneme atılır. (Ateşin harâretiyle) karın bölgesinde bulunan bütün muhteviyât (bağırsaklar, böbrekler vs.) dışarı çıkar. Bu adam eşeğin değirmen etrafında döndüğü gibi dönmeye başlar. Cehennem ehli toplanarak:

«–Ey falan, sana ne oluyor? Sen bize iyilikleri emredip kötülüklerden sakındırmaz mıydın?» derler.

Adam şöyle cevap verir:

«–Evet, ben size iyiliği emrederdim, fakat kendim yapmazdım. Sizi kötülüklerden sakındırırdım, ancak onları kendim yapardım.»” (Müslim, Zühd, 51/2989)

***

Yine Şeyh Sâdî şöyle buyurmuştur:

“Kötülük ettiysen, iyilik arama. Her ağaçtan üzüm bekleme. Sonbaharda arpa eken kimse ürün biçme zamanı buğday elde edemez. Zakkum ağacını canınla beslesen ondan meyve alamazsın. Ebû cehil karpuzu hurma vermez. Ne ekersen onun meyvesini bekle.”

“İyilik tohumunu eken hasat zamanı harmanını muradı üzere kaldırır. Kötüye gelince, kötü bir adamın iyilikle karşılaştığını ben ömrüm boyunca hiç işitmedim.”

Cenâb-ı Hak, içinde yaşadığımız hikmetler dershanesinden gerekli dersleri alabilmeyi ve aldığımız dersleri hâl ve davranışlarımıza yansıtabilmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..


Dipnot:

[1] el-Cum’a, 5.