Gönül İkliminden İnciler 31

Yıl: 2018 Ay: Mart Sayı: 157

Bu dünyada her şey, insanoğluna bir emanet. Can, mal ve evlât emanet. Hattâ hayvanat ve nebâtat dahî emanet. Mü’min, mü’mine emanet. Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de mü’minlerin vasıflarını zikrederken şöyle buyuruyor:

“Yine onlar (o mü’minler) ki, emanetlerine ve ahidlerine riâyet ederler.” (el-Mü’minûn, 8)

Meselâ âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e câhiliye insanı emanet edilmişti. Bu insanlar öyle derin bir cehâletin içerisindeydiler ki, gönül pınarları merhametsizlikten kurumuştu. Vicdanları zulümle kararmıştı. Şefkat, rahmet, ihsân gibi kelimeler, lügatlerinden silinmişti. Güçlü olanın haklı addedildiği, haksızlığın revaç bulduğu bir cehâlet devriydi. İnsanlık âdeta dizginlerini şeytana kaptırmıştı.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise yüksek fazîleti, eşsiz merhameti ve müstesnâ şefkatiyle onları öyle bir terbiye ve tezkiye etti ki, cehâletle katranlaşmış yürekler, İslâm ile mâmur oldu. Gönüller nûra ve huzura kavuştu. Kalplerde merhamet filizleri yeşerdi. Nefs ve şeytanın kölesi hâline gelmiş insanlar, fazîlet semâsında birer hidâyet yıldızları oldular.

Dâimâ hatırlayalım ki, bugün de insanlık, ebedî saâdete erebilmek, şu mahdut hayat sermâyesiyle sonsuz mükâfatlara nâil olabilmek için mü’minlere bir emânettir.

Kundakla teneşir arasında kısa bir yolculuk olan şu dünya hayatında, yarının gençleri olan çocukların, en güzel bir sûrette yetiştirilmek üzere bugün anne-babalara verilmiş emanetler olduğunu unutmayalım. Rabbimiz âyet-i kerîmede bu emanetlere iyi sahip çıkılması hususunda mü’minleri şöyle îkaz etmektedir:

“Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” (et-Tahrîm, 6)

Peki, bu koruma ne ile gerçekleşecek? Elbette ki yavrularımızın gönüllerini takvâ ile tezyîn etmekle. Zira Allah korkusu ve sevgisiyle sulanmayan gönül bahçelerinden; sâlih amel, güzel ahlâk ve istikâmet tomurcuklarını beklemek hayal olur.

Nasıl ki bir hocanın, talebelerine ders verebilmesi için evvelâ belli bir eğitimden geçmesi gerekiyorsa, her insanın da, âhiret saâdetine nâil olabilmesi için, takvâ mektebinde ders görmesi elzemdir. Bu sebeple bilhassa sâliha annelerin engin yürekleri, yavrularının ilk eğitimlerini aldıkları bir takvâ mektebi olmalıdır.

Nitekim Çanakkale Zaferi her ne kadar zâhiren Mehmetçiğin zaferi gibi görünse de, aslında sâliha annelerin bir zaferidir. Çünkü Allah yolunda gözünü kırpmadan savaşan ve şehid olmak için can atan yiğitleri takvâ üzere yetiştiren, gönüllerine vatan aşkını nakşeden o eli öpülesi annelerdir. İşte ömürlük bir teşekküre lâyık olan o anneler sebebiyledir ki; Avustralya’dan Hindistan’a, Büyük Britanya, Fransa ve İtalya’nın önce deniz sonra kara yoluyla geçmek için var güçleriyle saldırdıkları Çanakkale Harbi’nde, o haçlı ordularının hayâsızca akınları, aziz milletimizin îman dolu göğsünü siper etmesiyle bertaraf edilmiş, düşmana geçit verilmemiştir.

Askerin İstanbul’dan Çanakkale’ye gidene kadar ayağındaki postalın paramparça olduğu, sırtına giyebileceği bir palto bile bulamadığı o zor zamanlara kısaca bir göz atmak gerektiğinde şâhit oluyoruz ki, babalar; “Hiçbir kimse, asla kendi kazancından daha hayırlı bir rızık yememiştir.”[1] hadîsini yaşama azmiyle, evlâtlarına helâl rızık yedirmenin gayretiyle çırpınmış, bu uğurda alın teri dökmüşlerdir. Lâkin harama göz ucuyla bile olsa bakmamışlardır.

Haram ve şüphelilerden şiddetle kaçınan sâliha anneler ise eve getirilen helâl rızkı, mutfaklarında besmele ve salevatlarla pişirmiş ve muhabbetle evlâtlarına yedirmişlerdir.

Hâlbuki bugün, o mutfaklar kalktı. Bir mahâretmiş gibi, sokakta vitrine edildiği için fakirin, garibin ve yoksulun iç geçirerek baktığı, dahası hangi yollarla kazanılıp nasıl pişirildiği, yani abdestli mi abdestsiz mi hazırlandığı belli olmayan yemekler revaç buldu.

Oysaki şu hâdise yenilen gıdânın insan bedenine ve rûhuna nasıl tesir ettiğini anlatan câlib-i dikkat bir misaldir:

Bir gün Hızır -aleyhisselâm-, Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri’nin yanına gelir. Hâce Hazretleri, evinden iki arpa ekmeği getirir. Hızır -aleyhisselâm- ondan yemez. Gucdüvânî -rahmetullâhi aleyh-:

“–Yiyiniz; helâl lokmadır!” der. Hızır -aleyhisselâm-:

“–Gerçekten helâldir, ama hamurunu yoğuran, abdestsiz yoğurmuştur. Bunu yemek bize revâ değildir.” buyurur. (Reşahât, s. 92-93)

Zamanımızda yapılan bâzı ilmî araştırmalar, mânevî hâllerin madde üzerinde büyük bir tesir icrâ ettiğini ispat etmiştir. Bu cümleden olmak üzere meselâ, suya güzel sözler söylenince su zerrelerinde güzel kristallerin oluştuğu, kötü ve çirkin sözler söylenildiğinde ise kristallerin bozulup çirkin bir hâl aldığı, yapılan deneyler esnâsında görülmüştür.

O hâlde bir gıdânın hazırlanması ve tüketilmesi esnâsındaki hâlet-i rûhiyenin ona yansıyacağı, ondan gelecek enerjinin de insanın mânevî keyfiyeti üzerinde müsbet veya menfî bir tesir icrâ edeceği muhakkaktır. Hâl böyleyken, bir de haram ve şüpheli gıdâların vücutta nasıl bir mânevî hantallık ve gaflet meydana getireceğini, ciddiyetle düşünmek îcâb eder.

İşte eskiden çocuklar, helâl gıdâlarla beslenen annelerin helâl sütünü emiyor ve tertemiz gıdalarla besleniyorlardı. Annenin Kur’ân ve Sünnet terbiyesiyle yetişmiş mâneviyat yüklü gönlünün hâlet-i rûhiyesiyle gıdalanıyorlardı. Anneler yavrularını muhabbetle terbiye ediyor, neneler, ninnilerinde torunlarının rûhuna işleyecek Kur’ân kıssaları ve Hak dostlarından hikmetler naklediyorlardı. Bugünkü gibi çocukların üzerinde televizyon ve internetin menfi tesirleri yoktu.

Çocuklar ufak yaşlarda Kur’ân-ı Kerîm aşkıyla büyüyordu. Anneler yavrularına Cenâb-ı Hakk’a kul olabilmeyi öğretmeye, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in muhabbetini aşılamaya gayret ediyorlardı. Allah Rasûlü’nün İslâm’ı gönüllere nakşetmek uğruna nasıl çırpındığını, önüne konulan engelleri aşmak için nasıl büyük bir gayret sergilediğini anlatarak yavrularının gönüllerini, din, îman ve bunların yaşanabileceği hür bir vatanın sevgisiyle inşâ ediyorlardı.

Velhâsıl Çanakkale Zaferi, böyle sâliha bir neslin yetiştirdiği güzîde evlâtlarla kazanıldı. Anneler yavrularını cepheye gönderirken, Allah için kurban olarak adadığı evlâdının saçlarını kınalayarak gönderdi.

Çanakkale Harbi’nde bir Mehmetçiğin mektubundaki şu satırlar, onların gönüllerindeki ulvî gayeyi ne güzel hulâsa etmektedir:

“Ey benim ulu Allâh’ım! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri, Sen’in ism-i celâlini İngiliz ve Fransızlar’a tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsân eyle ve huzûrunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde Sana duâ eden biz askerlerin süngülerini keskin eyle, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle!..”

Çanakkale’de kahraman ordumuz, kumandanından erine kadar aynı hissiyat içinde bulunmaktaydı. Nitekim Binbaşı Lütfü Bey’in çok zor durumda kaldığı bir hengâmda;

“Yetiş yâ Muhammed! Kitabın elden gidiyor!” diye feryâd etmesi, bu hâlin müstesnâ misallerinden biridir.

Yine şark cephesinde savaşan Zâbit Muzaffer’in şehâdet şerbetini yudumlamadan evvelki şu hâli de, îman ve ihlâs ile dolu bir yüreğin şehâdetnâmesidir. Zira o, sesinin çıkmaması dolayısıyla, yerden aldığı bir çöpü yarasından akan kana batırmış ve bir kağıda; “Asker, kıble ne tarafta?” diye yazmıştı. İşte kahraman askerimizin Allah ve Rasûlü’ne olan bu hâlisâne sadâkati karşısında Cenâb-ı Hak da onları ilâhî ordularla te’yit etmiştir.

Nitekim İngiliz kumandanı tarihçi Hamilton da, bu hakîkati şöyle îtiraf etmektedir:

“Bizi Türkler’in maddî gücü değil, mânevî gücü mağlûb etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşâhede ettik!..”

Bizler, dâimâ bu mânevî heyecana muhtacız. Eğer bu heyecan ile dolu bir nesil yetiştirebilirsek ve bu nesil bütün enerjisini hakka ve hayra adarsa, o memlekette istikbâl vardır. Yok eğer nesiller nefsâniyete mağlup oluyorsa, bilinmelidir ki o vatan için bir istikbal söz konusu değildir. Bu hâl ancak, vatan toprağının hazin bir vîrâneye dönmesiyle neticelenir.

Bugün vatan müdâfaası için Suriye’ye giden, gönlü îmanla dolu askere; “Âilene vermek istediğin bir mesaj var mı?” diye sorulduğunda “Beklemesinler…” diyerek verdiği kısa cevap, aslında ne derin mânâlar ifâde etmektedir.

Sanki o yiğit; “Allah mü’minlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111) âyetinin heyecanı içerisinde…

Yine bir şehidin ağabeyine bıraktığı vasiyetindeki şu ifâdeler, o aslan yürekli yiğidin ne güzel bir gönül iklimine sahip olduğunu göstermektedir:

“Ağabey, olur da şehidlik nasip olursa, devletimizin vereceği tazminatla anne-babamı hacca gönder ve babamın borçlarını ödeyip sen de evlen. Helâli hoş olsun.”

İmâm-ı Rabbânî -rahmetullâhi aleyh-:

“Bir savaş, iki ordunun ittifâkıyla kazanılır. Biri leşker-i gazâ (serhat ordusu), diğeriyse leşker-i duâ (duâ ordusu)dur.” der.

İnşâallah evlâtlarımız, Mehmetçiğimiz serhat ordusu olurken, bizler de duâ ordusu olacağız. Onlar için her seher duâ ederken, her sabah Fetih Sûresi okumaya gayret edeceğiz. Yine Tâlut’un az sayıdaki îmanlı askerlerinin, sayıca kendilerinden fazla olan Câlut’un ordusuyla karşılaştığında yaptığı şu duâyı da bol bol tekrar edelim:

رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَ

“…Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır (yüreğimizi sabırla doldur), ayaklarımızı sağlam bastır (bize mukâvemet/direnme gücü ver) ve kâfir kavme karşı bize yardım et.” (el-Bakara, 250)

Çünkü bugün Türkiye’miz, İslâm’ın son karakoludur. Bu sebeple de İslâm düşmanları, tek bir haçlı ordusu gibi birleşmiş ve bu kalenin -Allah muhâfaza buyursun- düşmesi için ellerinden geleni yapmaktadırlar.

Yâ Rabbi! Bizleri ve nesillerimizi hak ve hakîkatin şahitleri olarak, İslâm’ın adâlet, zarâfet ve merhamet dolu güler yüzünü insanlığa sergileyebilen tebliğ ve hizmet ehli kullarından eyle!

Ey Rabbimiz! Bizleri, rızâ-yı şerîfine erebilmek ümîdiyle ümmet-i Muhammed’in mazlum ve bîçâreleri için gözyaşı ve alın teri döken, geceleyen, sabahlayan, dertlenen, vicdanlı, merhametli, gayret ehli kullarından eyle!

Âmîn!..

Dipnot:

[1] Buhârî, Büyû’ 15, Enbiyâ 37.