Cenâb-ı Hak Nasıl Bir Genci Sever?

Ebedî Fecre

Yıl: 2015 Ay: Haziran Sayı: 124

BAHAR TEFEKKÜRÜ

Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ السَّمَاءِ مِنْ رِزْقٍ فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَتَصْر۪ٖيفِ الرِّيَاحِ اٰيَاتٌ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ

“Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allâh’ın gökten indirmiş olduğu rızıkta (yağmurda) ve ölümünden sonra yeri onunla diriltmesinde, rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde, aklını kullanan toplum için dersler vardır.” (el-Câsiye, 5)

Bu âleme ârifâne nazar edebilenler her şeyde ilâhî kudret akışları ve azamet nakışları temâşâ ederler.

Âyet-i kerimede; kışın âdetâ öldükten sonra yeryüzünün tekrar dirildiği, bereketli yağmurların yağdığı, meyveleri meydana getiren rüzgârların estiği bahar mevsimine bilhassa dikkatimiz çekilmekte.

Tefekkür edilirse, insan hayatının da mevsimlere taksim olunduğu görülür. Bir zerre sudan halk edilen insanın gençliği, bir bahar canlılığı içinde geçer. Vefatıyla sona eren mevsimlerden sonra, âhirette yeniden diriltilecek olan insan; o gerçek hayatta, dünya hayatında ektiklerini biçer.

Tabiatta mevsimler her yıl deverân eder; ancak insanın dünya hayatında bahar fırsatı, gençlik sermayesi sadece bir kere gelir. Gençlik güzel değerlendirilirse, orta yaşlar meyvedar olur, yaşlılık pişmanlıklardan, ah vahlardan selâmet bulur ve gerçek hayat olan âhiret yurdu, ebedî cennet baharına kavuşur.

Çünkü gençlikte ne ekilirse, ömrün hasat mevsiminde o mahsûl elde edilir. Bir bardağı taşıran son damla, önceki damlaların devamı mahiyetindedir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Nasıl yaşarsanız öyle vefât edersiniz, nasıl vefât ederseniz öyle diriltilirsiniz!” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663)

Gençlik, ömrün heyecan ve enerji dolu bir zaman dilimidir. Bu enerji nereye sarf edilirse, insana bu istikamette sermaye olur. Hak yoluna sarf edilirse, Allâh’ın en sevdiği derecelere ulaştırır.

ALLAH SEVİYOR!

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-  şöyle buyurur:

“Allah Teâlâ, gençliğini Allâh’a itaat yolunda geçiren genci sever.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 65/1867)

Yine Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ; Allâh’a itaat eden ve İslâm ahlâkı üzere yetişen bir gencin, kıyâmet günü Arş’ın gölgesinde bulunacağını haber vermiştir. (Buhârî, Ezân, 36)

Gençlik, çocukluk ile yetişkinlik arasında bir devre olduğundan; aynı zamanda, toyluk, acemîlik mânâlarını da ihtivâ eder. Ancak gençler, bu toyluktan kendilerini kurtarabilir. Şu hadîs-i şerif; gençliğin meziyetlerini ifade ederken, tehlikeleri husûsunda da îkāz eder. Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem–  buyurur:

“Allah Teâlâ; çocukça (lâubâlî) davranışları olmayan, hayra yönelip hevâ ve hevesi terk eden, vakar sahibi, olgun genci sever.” (Ahmed, IV, 151)

Demek ki, hadîsin muhtevâsından ve mefhûm-i muhâlifinden gençliğin şu tehlikelerini hulâsa edebiliriz:

◆ Çocuksu ve lâubâlî davranışlardan kurtulamamak…

◆ Hevâ ve hevese düşmek…

◆ Hafiflik…

Muhammed Mâsûm Sirhindî -rahmetullahi aleyh-’in genç bir talebesine yaptığı şu nasihat ne kadar mânidardır:

“Yavrum! Ömrün en kıymetli zamanı, gençlik günleridir. İnsanın güçlü-kuvvetli, âzâlarının sağlam olduğu bu günler geçer ve ömrün en zayıf vakti gelip çatar. Ne yazıktır ki insanlar; en şerefli kazanç olan «mârifetullâh»ı, gelip gelmeyeceği belli olmayan ihtiyarlık vaktine havâle ederler. Ömrün en şerefli vakitlerini, en rezil şey olan hevâ ve hevese sarf ederler. Unutma ki; «Yarın yaparım diyenler helâk oldu!»”

O hâlde;

Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği bir gencin temel husûsiyeti ise şudur:

Bütün engellere rağmen; enerjisini, zamanını, gençliğini Allah yoluna sarf edebilme basîretini gösterebilmek…

Bu basîreti gösterebilmiş delikanlıların en güzel nümûneleri ashâb-ı kirâmın gençleridir.

KAHRAMAN GENÇLER

10 yaşında îmân eden ve ömrünü ilim, irfan ve cihâd ile İslâm’a hizmetle tezyin eden Hazret-i Ali ve evlâtları Hasan ve Hüseyin  -radıyallâhu anhüm– ne güzel gençlerdir.

Câfer bin Ebî Tâlib  -radıyallâhu anh-; Habeşistan’a hicret edip Necâşî’nin huzûrunda müslümanları temsîlen ilim, hikmet ve cesaretle konuştuğunda 17 yaşlarında bir delikanlıdır.

Mus‘ab bin Umeyr  -radıyallâhu anh-, ailesinin bütün servetini reddederek Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ’in yanını tercih ettiğinde 18 yaşındadır. Birkaç yıl sonra da Medine’ye giderek orayı Kur’ân’la, firâseti ve tatlı diliyle fethetmiştir.

Efendimiz’in âzâd ettiği kölesi, kumandan olarak Mûte’ye gönderilip orada şehid olan Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh- îmân ettiğinde 15 yaşındadır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-  Medine’ye hicret ettiğinde, Zeyd bin Sâbit -radıyallâhu anh- 11 yaşında bir yetimdir. Kendisi şöyle anlatır:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-  Medine’ye geldiğinde beni huzûruna götürdüler. Efendimiz beni sevdi ve beğendi. Oradakiler;

«–Yâ Rasûlâllah! Bu, Neccâroğulları’ndan bir gençtir. Allâh’ın Sana inzâl buyurduğu sûrelerden on yedi tanesini ezbere biliyor!» dediler. Bu durum Peygamber Efendimiz’in çok hoşuna gitti…” (Ahmed, V, 186)

Üsâme bin Zeyd -radıyallâhu anhümâ-, yirmi yaşlarında iken Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-  tarafından İslâm ordusunun kumandanı tayin edilir. Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’yi fethettiğinde 20 yaşında olan Attâb bin Esîd -radıyallâhu anh-’i oraya vali tayin eder.

Bu misalleri okuyan günümüz insanı, hayretlere düşebilir. Bu yaşlardaki gençler nasıl bu kadar büyük kararlar alabildiler, nasıl bu kadar büyük mes‘ûliyetler üstlendiler, bu kadar parlak muvaffakiyetler sergileyebildiler?

Hayret etmeleri normaldir. Çünkü maalesef devrimizde aynı yaştaki gençlerin çoğunda; böyle bir olgunluğu, böyle bir dirâyeti görebilmek mümkün olmamakta. Bunun sorumlusu, gençlerden ziyade onları yetiştirenlerdedir. Bir toplumun gençliği, istikbâlidir. Tarlaya ne ekildiyse o yetişir. Hazret-i Mevlânâ sorar:

“Hiç buğday ektin de arpa bittiğini gördün mü?”

Gençlerin kalbine hangi muhabbetler ilkā edildiyse, onlar filiz verir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- , gençlere; îman, ibâdet, tâat, hizmet, cihad, tebliğ tohumlarını ekti, onlardan böyle güzel bir nesil yetişti.

Bugün gençlerimizi Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ’in kıstas ve ölçüleriyle mi yetiştiriyoruz; yoksa onları, ekranlara, internete, sokakların insafına mı terk ediyoruz?

Hortlamış bir câhiliyye devrinde yaşıyoruz.

ÂHİRETSİZ DÜNYA!

Günümüzün anlayışlarına liberal dünya görüşü hâkim. Bu da nefsâniyete ve zulme tam hürriyet tanıyan;

“Bırakınız geçsin, bırakınız yapsın.” sözünü parola edinen bir anlayış. Bu nefsânî serbestiyetin neticesinde; enâniyet kabarıyor, bencillik aygırlaşıyor, güç hudut tanımıyor, altta kalan mazlumun canı çıkıyor, rûhâniyet ölüyor, insâniyet can çekişiyor. Vicdanlar dumûra uğruyor. Bu, Âkif’in ifadesiyle tek dişi kalmış canavar medeniyet; birçok vasıtalarıyla âhiretsiz bir dünyayı teşvik ediyor. Âhireti unutturmaya çalışıyor.

Âhireti, Allâh’ı, hesabı unutmuş; her taraftan günaha, harama, yanlışa çağırılan bir genç, enerjisini kontrol edebilir mi? Bencilliği bırakıp fedâkâr olabilir mi? Tembelliği bırakıp hizmete koşabilir mi? Eğlenceyi bırakıp, Kur’ân’a, gerçek ilim, hikmet ve kültüre koşabilir mi?

Dünya ve âhireti gerçek mâhiyetiyle görebilmek, çok mühim bir kıstastır. Nitekim Hak dostları der ki:

“Üç kişi Allah dostu olamaz:

  1. Kibirli,
  2. Cimri,
  3. Ahmak.”

Ahmak; dünyanın menfaatleri karşısında âhireti unutan kimsedir. Çünkü yaptığı tercihin hakikatine bakılırsa;

Damlayı alıp, deryâyı terk edenin yaptığı ancak ahmaklıktır.

Fânîyi alıp, bâkî olandan vazgeçmek hamâkatin ta kendisidir.

İnsan bilhassa gençlikte aceleci ve çevresinin tesirlerine çok açık olduğu için, bu ahmaklığın tehlikesi de çok büyür. Bunu Hazret-i Mevlânâ’nın anlattığı şu kıssa ne güzel ifade eder:

AHMAKTAN KAÇ!

Hazret-i İsa, sanki kendisini bir aslan kovalıyormuş gibi canhıraş bir şekilde kaçıyordu. Adamın biri, bu hâle hayret ederek ardından koştu ve şöyle seslendi:

“–Hayrola, ürkütülmüş bir kuş gibi çırpına çırpına niçin ve nereye kaçıyorsun? Arkanda kimse yok!”

İsa -aleyhisselâm- o kadar hızlı koşuyordu ki, acelesinden adamın suâline cevap veremedi. Onun bu şekilde kaçışını merak eden adam, nihayet ona yaklaştı ve tekrar sordu:

“–Ey Rûhullah! Ne olur Allah için bir an dur da söyle! Senin bu kaçışın benim için bir muammâ oldu! Kimden kaçıyorsun? Arkanda ne aslan, ne düşman, ne de korkulacak bir şey var!”

Bunun üzerine Hazret-i İsa;

“–Ahmaktan kaçıyorum ahmaktan!.. Git bana mânî olma ki, kendimi kurtarayım!..” diye karşılık verdi.

Bu sefer adam;

“–Nefesi ile körlerin ve sağırların şifâ bulduğu «Mesîh» sen değil misin?” diye sordu.

Hazret-i İsa -aleyhisselâm-;

“–Evet, benim” diye cevap verdi. Adam devamla;

“–Mânevî sırlara mazhar olan ve bu yüzden «Rûhullah» sıfatını alan mânevî şahsiyet sen değil misin? Sen ki, ölmüş birine duâ okuduğunda, o kimse; av bulmuş aslan gibi kabrinden sıçrayıp kalkıyordu!” dedi.

İsa -aleyhisselâm-;

“–Evet, ölüye okuyan benim…” dedi.

Adam tekrar sordu:

“–Ey güzel yüzlü İsa! Çamurdan kuş yapıp uçuran sen değil misin?”

Hazret-i İsa;

“–Evet.” dedi.

Sonra adam;

“–Ey temiz Rûh! İstediğin her şeyi yapabildiğin hâlde kimden korkuyorsun?” diye sordu.

İsa -aleyhisselâm-;

“–Evvela rûhu, sonra cesedi yaratan Cenâb-ı Hakk’a ve O’nun sıfatlarına yemin ederim ki, o duâyı, yani İsm-i Âzam’ı sağır ve köre okudum; onlar iyileştiler. Yine o duâyı kayalık bir dağa okudum, ortasından çatladı; ölü bir cesede okudum, dirildi; hiçbir şeyi olmayan fakire okudum, zengin oldu.

Fakat o duâyı bir ahmağın kalbine şefkat ve merhametle binlerce defa okuduğum hâlde fayda vermedi. O ahmak, katı bir taş kesildi; lâkin ahmaklığından vazgeçmedi. Çorak bir kum oldu da, ondan bir ot bile bitmedi!” dedi.

Bu sözleri duyan adamın hayreti daha da arttı ve merakla Hazret-i İsa’ya sordu:

“–İsm-i Âzam bu kadar şeye tesir edip şifâ verdiği hâlde niçin ahmaklığa tesir edememiştir? Hâlbuki diğerleri de bir hastalıktır; onlara devâ olup da buna olamayışının sebeb-i hikmeti ne olabilir?”

İsa -aleyhisselâm- cevap verdi:

“–Ahmaklık, kahr-ı ilâhî olan bir hastalıktır. Diğerleri ise körlük gibi kahr-ı ilahîye uğramayan ibtilâlardır. İbtilâ da bir hastalıktır; ancak sadece mübtelâsına acınır. Ahmaklığa gelince o da bir hastalıktır, lâkin ekseriyâ başkasını yaralar ve zarar verir.”

Hazret-i Mevlânâ, kıssanın şerhi sadedinde şunları ekler:

“Ahmak kimse, zekâdan ibaret olsa bile; mademki onda hayır ile şerri, hak ile bâtılı ayırt ediş vasfı yoktur, o bir ahmaktır.”

“Ey sâlik! Dikkat et de böyle kimselerden ceylânın arslandan kaçtığı gibi kaç! Sakın onlarla bir arada bulunma!..”

Çünkü;

Beraberindeki insan hayırlıysa seni hayra götürür, şerliyse şerre sürükler ve seni kendine benzetir.

Tâhâ Sûresi’nde buyurulur:

فَلَا يَصُدَّنَّكَ عَنْهَا مَنْ لَا يُؤْمِنُ بِهَا وَاتَّبَعَ هَوٰیهُ فَتَرْدٰى

“Ona (kıyâmete, âhirete) inanmayan ve nefsinin arzularına uyan kimseler sakın seni ondan (kıyâmete inanmaktan) alıkoymasın; sonra mahvolursun!” (Tâhâ, 16)

İmam Gazâlî Hazretleri, nasihatlerinden birinde buyurur ki:

“Evlâdım! Son derece dikkat edeceğin bir husus varsa, o da kimlerle düşüp kalktığındır. Şunu iyi bil ki; bir sepet sağlam elma, içindeki bir çürük elmayı sağlama çıkartamaz. Fakat bir çürük elma, hepsini çürütebilir. Bunun için dâimâ sâlihlerle düşüp kalk!”

Zikrettiğimiz kahraman Mus‘ablar, Zeydler devrinde de, dünyayı tercih eden ahmak gençler vardı. Fakat Allah Rasûlü’nün terbiyesine giren gençler; onlardan kaçtılar, Allâh’a koştular. Bencillikten, tembellikten, nefsâniyetten kaçtılar; fedâkârlığa, hizmete, tebliğe koştular… Dünya ve sahte heveslerinden kaçtılar, şehâdete ve cennete koştular.

Bugün evlâtlarımıza ve istikbâlimize bırakabileceğimiz en güzel miras, arkamızdan bu kıvamda güzel bir gençlik yetiştirmek…

Bu vazifemiz aynı zamanda bir şükrânedir.

HİDÂYETİN TEŞEKKÜRÜ

Cenâb-ı Hak; bizi en büyük, en mükemmel peygambere, Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-  Efendimiz’e ümmet kıldı. En büyük kitabı bize nasîb etti. Müslüman bir anne-babadan dünyaya geldik. Ömrümüz İslâm coğrafyasında devam ediyor. Bize bir bardak su verene teşekkür borcumuz varsa, bütün bu nimetler için Rabbimiz’e nasıl bir şükran borcumuz olduğunu düşünmemiz îcâb eder.

Sahâbî, işte bu teşekkür için; Dağıstan’a, Tataristan’a Semerkant’a, Çin’e, Kayravan’a gitti. Allâh’ın kendisine verdiği nimetleri, Allâh’ın kullarına tebliğ etmek onun en büyük gayesi ve idealiydi.

Bir milletin gençleri; gücünü, kuvvetini fazîlete sevk ediyorsa, harcıyorsa, o millette istikbal vardır. Yok, eğer gençlik nâmına ruhsuz, mâneviyatsız, robot insanlar yetişiyorsa; o milletin âkıbetinde hezimet vardır.

Tarihimiz bu millet ve istikbal muhasebesi için en güzel misallerle doludur:

Bundan yedi asır evvel, Anadolu; Moğol hegemonyası altında, birlik ve dirlikten uzak beyliklere bölünmüş, tefrika hâlinde idi.

O beyliklerden en küçüğü Osmanlı aşîreti, diğer aşîretlerle mücadeleye girmedi. Dâimâ Allah yolunda gazâyı, «i‘lâ-yı kelimetullâh»ı dâvâ edindi. Bu beyliğin farkını gören sâlihler, ârifler, ahîler, alperenler ve meşâyıh bu en küçük aşîrette toplandı. Onların halkı terbiye etmesiyle, muhteşem Osmanlı milleti teessüs etti. Üç asırda topraklar 24 milyon kilometrekareye ulaştı.

Bu millet; gençlerini, Bizans’ın, Avrupa’nın ayarlarıyla değil, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-  Efendimiz’in ölçüleriyle yetiştirdi. Gençlerinin hayallerini ve rüyalarını, nebevî müjdelere nâil olmak süslerdi.

Fakat zamanla o şuur gevşemeye mâruz kaldı. Gençliğin yetiştirilmesi ihmale uğradı. At sırtından inmeyen fatihlerin evlâtları; Lâle devirlerinde sefâhate, lehviyyâta dûçâr olmaya başladı.

Bilhassa Tanzimat’tan sonra Avrupa’nın hegemonyasına girildiği zamanda, o kıvam iyice söndü ve yıkıma doğru gitti.

Yükselişte olduğu gibi yıkımda da gençler müessir oldu.

Gençler Avrupa’ya gitti. Orada bir nevi kalp ameliyatı geçirdiler. Apoletleri Osmanlı, fakat iç dünyaları Fransız olarak döndüler. Fuat Paşa’nın itirafıyla; düşman dışarıdan, bu gafil gençler içeriden yıktı, o koca harita vîrâneye döndü. Bugün o haritanın üzerinde elli tane sûretâ devlet kuruldu. Başsız kalan İslâm âleminin kanlı gözyaşı; hâlâ dinmedi, hattâ son yıllarda daha da arttı.

Velhâsıl bugün vazifemiz; maddî-mânevî olarak güçlü bir gençlik yetiştirmek…

İnançlı, duygulu, fedâkâr, irade sahibi, nefsine gem vurabilen, mütevâzı, bir bakışta her yolun âhirette nereye çıkacağını görebilecek kadar akıllı, basîretli bir gençlik…

Bunun için nebevî bir tâlim ve terbiye zarûrî…

Dâru’l-Erkâm ve ashâb-ı suffa gibi müstesnâ şahsiyetler yetiştirecek müesseseler ve gayretler elzem…

Güzel bir başlangıç olarak;

Evlâtlarımızı yaz mevsiminde açılan mânevî eğitim programlarına, Kur’ân kurslarına muhakkak gönderelim ki; yavrularımız, hem maddî hem mânevî olarak istikamet kazansınlar. Kur’ân’a gönül versinler. Namaz şuuru kazansınlar. Îman kardeşliğini yaşasınlar.

Bu mühim vazifeyi yerine getiren müesseseleri; emeklerimizle, gayretlerimizle maddî-mânevî imkânlarımızla ve duâlarımızla desteklemek de hepimizin vazifesidir.

Unutmayalım ki, ashâbının tamamını çok seven Peygamberimiz, en büyük alâka ve ihtimamını İslâm’ın istikbâli için hazırladığı suffa ashâbına gösterirdi.

Bugün de bizim en büyük endişemiz, gelecek nesiller olmalıdır.

Ne mutlu bu endişe ile bir ömür gayret edip, âhirete yüz akı ile göçebilenlere…

Yâ Rabbî!.. Evlâtlarımızı, zamânenin tuzaklarından, nefsâniyetin süflî oyuncaklarından, nefis ve şeytanın zebûnu olmaktan muhafaza eyle!..

Bizleri ve evlâtlarımızı, verdiğin gençlik ve ömür sermayesini, en güzel şekilde değerlendirebilenlerden eyle!..

Âmîn!..