Bizi Kurtaracak Ruh Hira, Sevr ve Veda Hutbesi`ndeki Mirastır

Gençlerle Hasbihâl -1-

Yıl: 2011 Ay: Şubat Sayı: 53

Ömür, sınırlı bir imtihan müddetidir. Bir sefere mahsus verilen ve tekrarı olmayan bir mühletten ibârettir. Zira dünyaya tekrar gelme imkânı olsaydı, ilâhî imtihanın sırrı ve mantığı ortadan kalkardı.

Ömür de, ölüm de bir sefere mahsus olduğundan, hayat nîmetini Hakkʼın rızâsına göre değerlendirmek ve sâlih ameller işleyip ölümü hazırlıklı olarak karşılamak îcâb eder. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“O (Allah) ki, hanginizin daha güzel davranacağını imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratmıştır…” (el-Mülk, 2)

ÖMRÜN BAHARI; GENÇLİK

Bununla birlikte, kundak ile tabut arasında, inişli çıkışlı, değişen şartlar ve sürprizlerle dolu bir yolculuk olan hayatın âdeta bahar mevsimi de “gençlik”tir. Çünkü gençlik; çalışkanlık, zindelik, cesaret, metânet, heyecan ve kuvvet mevsimidir. Bu sebeple, hayatın en bereketli ve en mühim çağıdır.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“Kime uzun ömür verirsek Biz onun yaratılışını (gelişmesini, gücünü, kuvvetini) tersine çeviririz. Hiç düşünmüyorlar mı?” (Yâsîn, 68) buyuruyor.

Üstelik herkesin uzun yaşayacağına dair bir garantisi de bulunmuyor. Ömür kandili gençlik çağında, hattâ daha erken de sönebilir. Nitekim bir kabristanı dolaşan herkes, orada kendi yaşında veya kendisinden de genç yaşta vefât etmiş birçok kimsenin kabrine rastlayabilir.

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Gençlik çağı, yemyeşil, ter ü tâze bir bağa benzer. Bol bol meyveler verir. İhtiyarlıkta ise beden, çorak toprak gibi gevşer, dökülür. Çorak bir tarla­dan da hiçbir vakit hoş bir bitki yetişmez.”

Cenâb-ı Hak, insanın gençlik devresine ayrı bir güç-kuvvet lûtfediyor. O devre geçtikten sonra ise âdeta bir sonbahar mevsimi başlıyor. Vücut şâkulünden kayıyor. Zihnî kapasitede azalma, kâbiliyetlerde ârızalar başgösteriyor.

Cenâb-ı Hak yukarıdaki âyet-i kerîmede bu hakîkatleri hatırlattıktan sonra; “Hiç düşünmüyorlar mı?” diye soruyor. Yani hayatımıza dâir ciddî bir tefekkür iklîmine girmemizi arzu ediyor.

Hayat nîmetini iyi değerlendirip ebedî yolculuğa vicdan huzuruyla çıkabilmek içinse, evvelâ gerçek huzur ve saâdetin, ilâhî hakîkatler ışığında bulunabileceğini kavramak gerekir. Yanlış adreslerde ve bâtıl felsefelerin çıkmaz sokaklarında vakit kaybetmemek îcâb eder. Zira sınırlı ve ne zaman biteceği meçhul olan fânî ömürde, her hakîkati deneme-yanılmayla, düşüp-tekrar kalkmayla bulmamıza imkân yoktur. Üstelik ecel, kişiyi yanlışlara düşmüş bir hâlde iken de yakalayabilir. Bu ise bir daha geri dönüşü ve kurtuluşu olmayan sonsuz bir felâket demektir.

ASRIN GETİRDİĞİ PROBLEMLER

İnsan dâimâ huzur ve saâdeti arar. Fakat Mevlânâ Hazretleriʼnin tâbiriyle; “Bir şeyi bulunmadığı yerde aramak, onu aramamak demektir.”

Beşeriyet de, kendi nâkıs aklına aşırı güvenerek iki cihan saâdetinin yegâne rehberi olan ilâhî hakikatlerden uzaklaştıkça, tıpkı iki eliyle yaptığı âciz putlara tapınmak gibi bir sapıklıkla, kendi ürettiği sistemlerin esiri olmuştur.

Bir ara komünizm ve sosyalizmin zulmü, ruhları kasıp kavuruyordu. Komünizm, rejimini tam 20 milyon kelle üzerine kurdu. Ama 240 tümen askeriyle Rusyaʼda bir günde çöktü gitti.

Tahrif edilmiş ve aslından kopmuş hristiyanlık ve mutaassıp kiliseye duydukları aksülâmeli ifrata götürerek, ilerleme ve terakkîyi umûmî mânâda dinden kaçışta gören Batı, mâneviyat ve ahlâktan uzak, materyalist, pozitivist ve pragmatist bir zihniyete bürünerek, makineyi baş döndürücü bir hızla terakkî ettirdi. Kurduğu dev makine sanayiinin hammadde ihtiyacını karşılamak için de dünya çapında bir sömürü düzeni meydana getirdi. Ten plânına dâir ve nefsin rahatını temin yönünde büyük kolaylıklar keşfedildi. Fakat ruhlar ihmâl edildi. Bu sebeple teknik gelişmeler, insanlığa huzur ve saâdet getirecek bir medeniyet inşâ edemedi. Teknik ve makine medeniyetine duyulan şuursuz ihtiras, mâneviyattan uzaklaşan insanın ruh dünyasını daha da alt üst etti.

Bugün insanlık, ekseriyetle sekülerizmin pençesinde bir hayat yaşıyor. Dünyevîleşme ve maddiyatçılıkla birleşen globalleşme, âdeta büyük bir fırtınaya dönüşerek bütün dünyayı istilâ etmiş bulunuyor.

Artık sınırlar, mesâfeler de eskisi gibi değil, herkes birbirine çok yakın. Ağrı Dağıʼnın eteğindeki bir kulübede yaşayanla, dünyanın en hareketli şehrinde yaşayan, neredeyse aynı duruma geldi. Televizyon ve internet dediğimiz vâsıtaların girmediği yer kalmadı. Ne yazık ki, bu vâsıtalarla yapılan yayınların çoğu da, insanın iç yapısını çürütüyor, eritiyor, boşaltıyor, yerine kendi dünya görüşünü ve kıymet hükümlerini dolduruyor. Global kültür ve moda akımlar, sürekli nefsânî arzuları iştahlandırıp tüketimi teşvik ediyor, insanı oburlaştırıyor. Neticede insanı âdeta uzaktan kumandalı bir robot hâline getirerek yönlendiriyor, şekillendiriyor, kalıptan kalıba koyuyor.

KİM DAHA MESʼUT?

Rahmetli Nurettin Topçu (v. 1975) hocamızdı. Bize bir gün bir soru sordu:

“‒Çocuklar!” dedi; “Dünkü insan mı daha mesʼuttu, bugünkü insan mı?”

Biz de:

“‒Hocam tabiî ki bugünkü insan daha mesʼut.” dedik.

“‒Niye oğlum?” deyince biz de:

“‒Bugünün insanı eskilerin üç aylık yolunu üç saatte gidiyor. Eskiden bir hanım, çamaşırı teknede yıkar, bu iş yarım gününü alırdı. Şimdi ise çamaşır makinesinde kolayca yıkıyor…” şeklinde birtakım gerekçeler bildirdik. Hoca ise itiraz etti:

“‒Makinenin terakkîsi, insanın rûhunu allak bullak etti. Amerika 1944ʼde iki atom bombası patlattı, iki şehri kömür etti çıktı. Toprağı kömür etmeye hakkı yoktu kimsenin…” dedi. “Kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve nebâtâtı katletmeye hiçkimsenin hakkı yoktu… Velhâsıl eski insan bu kadar zâlim değildi. Çektiği meşakkatlere rağmen bugünün insanından çok daha mesʼuttu. Çünkü insan rûhunu felce uğratan materyalizmin demir pençesi yoktu o zamanlar…” şeklinde uzun uzun izahlarda bulundu.

Günümüzde de makinenin terakkîsi ile meydana gelen icatlar medeniyet zannedilmekte, ruhsuz bir demir parçası olan makineden medet umulmaktadır. Maddiyâtın gücüne dayanan ham nefisler, kendi huzur ve saâdetini, her şeyin üstünde tutacak bir egoizme, bencillik ve enâniyete sürüklenmektedir. Böylece âdeta şu âyet-i kerîmelerin târif ettiği bedbahtlığa misal teşkil etmektedir:

(Vay hâline) o (kimsenin) ki, mal toplamış ve onu sayıp durmuştur. (O), malının kendisini ebedî kılacağını zanneder.” (el-Hümeze, 2-3)

Bu hâl, insanın en vahim zaaflarından biridir.  Zira îmânın bahşettiği sağlam bir irâdeye sahip olmadığı için, nefsânî ihtiraslarına yenik düşen bir kimsenin elindeki mal-mülk, ona hizmet etmek yerine, onu kendisine hizmetkâr eder. İnsan, kendisinin emrine verilmiş olan dünyanın, farkına varmadan bir kölesi hâline geliverir. Sahibi olduğunu zannettiği maddenin şuursuz bir kölesi olmak ise, insanın rûhunu sinsice zehirler.

Öte yandan mânevî ve ahlâkî değerlerden uzak bir ruhla gerçekleştirilen teknik ilerlemeler ve makinenin terakkîsi, kapitalist sistemin önünü açtı. Aslında kapitalizm ilk önce; “Rekâbet olacak, herkes daha kalitelisini üretecek, daha ucuza satacak.” gibi düşüncelerle doğdu. Böylece istikbâlde yapacağı zulmü perdeledi. Zira kapitalist sistem de, sermâyeyi elinde tutan bir grup insanın nefsânî ihtiraslarını palazlandırırken, omuzlarına basarak yükseldikleri büyük kitlelerin sömürülüp ezilmesine sebep oldu.

Eskiden maddî bakımdan vasat, yani orta hâlli insanlar çoktu. Bunlar giderek azalmaya başladı; çok varlıklı zümreler veya çok yoksul kitleler ortaya çıktı. Zengin ve fakir arasındaki mesâfe açıldıkça açıldı, âdeta bir uçuruma döndü.

Mâneviyattan uzak güçlülerin daha çok kazanma ihtirâsı arttıkça, insaf ve merhamet duyguları narkoze olmaya başladı. Zâlim insanlar tröst ve karteller oluşturarak maddî bakımdan çok daha güçlü, rûhen ise çok daha sefil bir hâle geldiler. Toplumdan yükselen; “acıyın bize” feryatlarını, muzdariplerin iniltisini duymaz oldular. Hani çocukların bir oyunu vardır; “altta kalanın canı çıksın”, derler. İşte kapitalizmin ağına düşmüş toplumlardaki manzara da aşağı-yukarı böyledir.

Afrikaʼda kapitalizmin çirkin yüzünü ve acımasızlığını en bâriz bir şekilde görmekteyiz. Büyük güçler, girdikleri memleketin bütün servetini sömürüyor, halkını birbirine düşürüyor, fakat oraya bir su kuyusu bile açmıyor. Makine terakkîsinin gücünü, hammaddesini oradan alıyor, fakat geriye hiçbir şey bırakmıyor. Halk, sefâlet içinde yaşıyor, sürekli birbiri ile çatışıyor. Ruhlar boşaltılıp güç odaklarının telkinleriyle dolduruluyor.

İşte kapitalizmin getirdiği bu gibi zulüm manzaraları, insanlığın rûhunu felce uğrattı. Şüphesiz ki bu zulüm çarkının mevcûdiyeti, günümüze mahsus da değildir. Tarihte de vardı, fakat o zamanın teknik imkânları sebebiyle daha basit, daha mevziî ve daha sınırlı idi.

Meselâ Timur, dört bin kilometrelik yoldan niçin Ankaraʼya kadar geldi? Tamamen nefsânî bir güç gösterisi için… “Dünyada benden güçlü kim var? En güçlü benim!” şeklinde nefsânî bir iddiâyı ispat gayretinden dolayı… Çünkü ihtiraslarına yenilen insan, dünyaya geliş hikmetini unutuyor ve “ben” diyerek kendi nefsini tanrılaştırmaya başlıyor, nefsinin putperesti oluyor.

Nitekim zâlim Timur, ardında kan, irin ve gözyaşı bırakarak geçtiği her yerde zâhiren ne kadar kudretli(!) olduğunu göstermiş olsa da son nefesini büyük bir zulüm ve hüzün gölgesinin altında verdi. Zulmüyle meşhur olan Haccâc-ı Zâlim de büyük saâdet terennümleri ile ölmedi. Bugün insanlık onlara mâtem tutmuyor. Tarih sayfaları da onları takdir ve tebessümle yâd etmiyor.

Kapitalizmin kıskacındaki toplumların durumu da bir bakıma bundan ibârettir. Gücü elinde tutan hasta ruhların acımasızlığı, büyük kitleleri sefâlete mahkûm etmektedir.

TOPLUMDA HUZUR VE SAÂDET

Bugün bilinmelidir ki insanlığın aradığı huzur, ne makineleşmede, ne de maddî terakkîdedir. Zira bunların ne insafı vardır, ne vefâsı, ne sadâkati, ne muhabbeti, ne de vicdânı…

Asrımız toplumlarının sıkıntısı; her sahada makineleşip zâhiren gelişirken rûhen yalnızlaşıp zayıflamaktan, mârifet, hikmet, merhamet, insaf, izʼan, vicdan ve gerçek aşka vedâ etmekten kaynaklanmaktadır.

Bilhassa bugünkü Batı âlemi, maddî ihtiyaçları tahrik neticesinde ulaştığı refâha rağmen, rûhî buhranlara sürüklenmekten kurtulamamıştır. Fuhuş, alkol ve uyuşturucu iptilâsı ile intihar nisbetinin insanlık tarihinde görülmemiş bir seviyeye ulaşması, bu rûhî sefâletin apaçık bir göstergesidir. Her türlü maddî doymuşluğa rağmen, rûhî açlık, ahlâkî ve insânî değerleri zaafa uğratmakta ve korkunç bir hâl alan silâh sanâyii ile materyalist dünya, sonunda kendi kendini sokup öldüren bir akrep gibi, fecî bir âkıbete doğru sürüklenmektedir.

Bu sebeple gönlü îman dolu müslüman gençlerin, onların maddî refâhına aldanarak rûhî buhran içindeki hayat tarzlarına hayran olmaları son derece tehlikelidir. Bu durum, sıhhatli bir kişinin hastaya özenip onu taklit etmesinden farksızdır.

Dolayısıyla gençlerimiz, yanlış his, fikir ve fiillerin girdabına kapıldıktan sonra kurtulmaya çalışmak yerine, daha en başından itibâren, maddeyi mânâ ile mezceden kendi medeniyetimizin asil prensiplerine sarılmalı; dînî ve millî kimliklerini yeniden keşfetmeye çalışmalıdırlar.

Unutmamak lâzımdır ki bizi kurtaracak olan ruh; bize Hira, Sevr ve Vedâ Hutbesiʼnde bırakılan mukaddes mirastır. Asıl saâdet, bu mukaddes mirasa aşk ve şevk ile sahip çıkarak zaman ve mekânı, Kurʼân ve Sünnetʼin rûhâniyeti ile doldurabilmektir.

İnsanoğlu ancak, ebedî saâdet rehberi olan Kurʼân ve Sünnet ölçüleriyle yoğrulabildiği takdirde rûhen huzur bulabilir. Nitekim câhiliye insanı da Kurʼân ve Sünnetʼle feyizlenerek rûhî saâdete kavuştuktan sonra bir “Asr-ı Saâdet” toplumu meydana getirebilmişlerdir.

Devam edecek…