Bir Müslümanın Firâseti

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yıl: 2015 Ay: Mart Sayı: 121

MÜCEVHERİN KIYMETİNİ SARRAF BİLİR

Hazret-i Mevlânâ; Hazret-i Ebûbekir Efendimiz’in, fazîletlerinden biri olan Bilâl-i Habeşî’yi zâlim müşriklerin elinde kölelikten kurtarışını, gönül lisânıyla şöyle anlatır:

Bilâl-i Habeşî’nin müslüman olduğu için zâlimâne bir işkenceye tâbî tutulduğunu işiten Hazret-i Sıddîk  -radıyallâhu anh, Hazret-i Mustafâ sallâllâhu aleyhi ve sellem’in huzûruna çıktı ve vefâlı Bilâl’in hâlini arz etti.

Dedi ki:

“O felekleri ölçen mübârek varlık, Sen’in aşkına düşmüş, Sen’in muhabbetine tutulmuştur. Bu yüzden zâlimler o melek tıynetli insana zulmetmektedirler. Suç­suz olduğu hâlde kanatlarını yoluyorlar. O büyük defineyi şirk ve isyan toprağına gömmek istiyorlar.

Yakıcı güneşe karşı kızgın kumlara yatırıyor, çıplak bedenini dikenli dallarla dövüyorlar.

Fakat o, teninden çeşme gibi kanlar fışkırdığı hâlde;

اَحَدٌ اَحَدٌ

«Allah birdir!.. Allah birdir!..» diyor, Hakk’a secdeden vazgeçmiyor.”

Hazret-i Ebûbekir’in merhamet ve şefkatinden dolayı vücudunun her zerresi mahzun ve gamla dolu bir dil hâline gel­miş, Bilâl’in hâlini Hazret-i Peygamber’e büyük bir üzün­tü içinde uzun uzun anlatmaktaydı.

Nihayet gönlündeki niyeti izhâr edip;

“Yâ Rasûlâllah! Onu satın almak istiyorum. Bütün servetimi harcamaya hazı­rım. Cenâb-ı Hakk’a gönül vermiş, O’nun ve Rasûlü’nün kölesi olmuş, bu yüzden de Allah düşmanlarının hışmına uğramış, işkencelere mâruz bırakılmış o mübârek insanı o hâlden kur­tarmadan bu canıma dünyada rahatlık yoktur.” dedi.

Hazret-i Mustafâ sallâllâhu aleyhi ve sellem, bundan pek memnun oldular ve;

“Ey Allâh’ın ve Rasûlü’nün merhametli dostu! Bu ticarette ben de sana ortağım…” buyurdular.

Hazret-i Ebûbekir, derhâl Bilâl’in sahibinin evine yollan­dı. Bilâl, yapılan işkencelerden ötürü baygın bir vaziyet­te idi. Hazret-i Bilâl’in sahibi olan o merhamet mahrumu insana acı sözler sarf etti. Dedi ki:

“‒Ey habîs! Ey hiddetten gözü kararmış, merha­metten nasipsiz! Bu Allah dostunu nasıl dövüyorsun? Ey in­safsız! Bu ne kin, bu ne garaz?

Ey merhamet fukarâsı! Kendini insan mı sanıyorsun? Ey insanlık mahrumu, nefret edilmiş kişi! Sen insan kılığındasın, ama insanlığın yüz karasısın!..”

Bu sözlerden sonra Ebûbekir -radıyallâhu anh– , adamın aç gözünü dünyalıkla tıkadı. Öyle ki bu duruma Bilâl’in efendisi iyice şaşırdı ve Ebûbekir’in hâlini hayretle seyretti.

Onun bu hayretini fark eden Sıddîk-ı Ekber Hazretleri, Bilâl’i satın alıp âzâd ettikten sonra onun nasipsiz eski sahibine şöyle dedi:

“‒Ey ahmak! Sen çocuk gibi, bir cevize karşılık bana paha biçilmez bir inci verdin, fakat haberin yok! Bil­miyorsun ki Bilâl, iki dünyaya değer. Ben onun rûhuna bakıyorum, sen ise teninin rengine…

Eğer sen satışta biraz daha bastırsaydın, onu almak için daha fazlasını verirdim. Daha da bastırsaydın, neyim varsa verir, hattâ borca girerdim. Yine de bu alışverişten ben kârlı çıkardım. Ey nasipsiz kişi! Şunu iyi bil ki, mücevherin kıyme­tini ancak sarraf bilir.”

Bu kıssa bize ilk müslümanların Mekke’deki tevhid mücadelesini anlatmakta… Onlar; îman cevherini korumak için, her türlü işkenceye, hakarete, zulme, aç bırakılmaya râzı oldular. Allah da onlardan râzı oldu.

Mazlum, zayıf müslümanlar böyle işkenceler çekerken, kuvvetli ve zengin müslümanlar, onları unutmadılar. Kuvvetliler, zayıfları kendilerine zimmetli bildiler. Çünkü Cenâb-ı Hak;

وَاَحْسِنُوا اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنٖ۪ينَ

“İhsanda bulunun; Allah ihsan sahiplerini sever.” (el-Bakara, 195) buyurmuştur.

Yine Beled Sûresi’nde; kölelerin âzâd edilmesi, merhamet vazifelerimiz arasında tâdâd edilir:

“Fakat o (gafil insan), sarp yokuşu aşamadı.

O sarp yokuş nedir bilir misin?

Köle âzâd etmek veya açlık gününde yakını olan bir yetimi yahut aç-açık bir yoksulu doyurmaktır.” (el-Beled, 11-16)

Mü’minler birbirine zimmetlidir. Günümüzde zâhiren kölelik olmasa da, görünmeyen zincirlere vurulmuş, sessiz feryatlarla inleyen nice kardeşimiz vardır. Onlara; Ebûbekir Sıddîk Efendimiz gibi el uzatmak, onları dünyanın, şeytanın ve nefsâniyetin zincirlerinden kurtarmak vicdan borcumuzdur.

Hazret-i Ebûbekir’in babası Ebû Kuhâfe, bir gün oğluna şöyle dedi:

“–Oğlum, sen hep zayıf ve güçsüz köleleri satın alıp âzâd ediyorsun. Madem köle âzâd edeceksin, şöyle güçlü-kuvvetli köleler satın al da, tehlike ve kötülüklere karşı önünde durup seni korusunlar.”

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh–  ise şu cevabı verdi:

“–Babacığım, benim böyle davranmakta yegâne maksadım Allâh’ın rızâsını kazanmaktır. Ben onları âzâd etmekle ancak Allah katındaki mükâfâtı istiyorum.”

Hazret-i Ebûbekir ve benzeri imkân sahibi ashâbın hürriyetlerine kavuşturduğu müslümanlar, kendilerine bu iyiliği yapanların emrine girmediler. Fakat İslâm’ın hizmetine girdiler. Peygamber Efendimiz’in en kıymetli mümessilleri oldular.

Kıssanın bir diğer mesajı da; ideal, keyfiyetli insanın kıymetidir.

KEYFİYETLİ İNSANA PAHA BİÇİLEMEZ

Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh–  Hazretleri Habeşistan’a hicret eden müslümanların reisiydi. Onların gurbetten vatana dönüşleri, Hayber’in fethine tesadüf etmişti. Allah Rasûlü –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Hazret-i Câfer’i görünce çok mesut oldu. Önce;

“Yaratılış ve ahlâk îtibârıyla bana ne kadar benziyorsun!” buyurdular. Sonra Hazret-i Câfer’in alnından öperek;

“Hayber’in fethi ile mi, Câfer’in gelişiyle mi sevineyim, bilemiyorum!” buyurdular. (İbn-i Hişâm, III, 414)

Bir tarafta bereketli, koskoca bir beldenin fethi… Diğer tarafta keyfiyetli yetişmiş, ahlâk ve yaşayışını Efendimiz’e benzetebilmiş, ideal bir tek insan…

Nebevî terazide ikisi de müsâvî… Yani keyfiyetli bir insan ile bir beldenin fethi aynı derecede birbirine müsâvî…

Çünkü;

Tarihen de sâbittir ki; topraklar, şehirler, binalar, keyfiyetli insan yetiştiremez. Fakat, keyfiyetli insan; toprakların fethi yanında, fazîletler medeniyeti inşa eder…

Nitekim, Câfer-i Tayyâr Hazretleri; Habeşistan’a gitmiş, orada 14 sene Efendimiz’e hasret içerisinde İslâm’ı temsil etmiş, sonunda orayı, bir avuç müslümanla, bir tek ok atmadan -içten, gönülden- fethetmişti.

Efendimiz’in ideal insan üzerindeki bu hassâsiyetini önce ashâbı anladı, sonra halka halka onları takip edenler…

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh–  bir gün dostlarıyla oturuyordu. Onlara (Allah’tan) bazı talep ve temennîlerde bulunmalarını söyledi. (Âdetâ onların hayal ufkunu görmek istedi.) Oradakilerden bir kısmı;

“–İçinde bulunduğumuz şu hâne dolusunca paralarım olsun da Allah yolunda infak edeyim!..” şeklinde niyet izhâr etti.

Bir kısmı;

“–Şu ev dolusu altınım olsun da Allah için harcayayım!..” tarzında talep belirtti.

Bazıları da;

“–Şu hâne dolusu mücevherlere sahip olayım da onları Allah yolunda sarf edeyim!..” diye temennî etti.

Ancak Hazret-i Ömer;

“–Daha, daha fazlasını isteyin!” deyince onlar;

“–Allah Teâlâ’dan daha başka ne isteyebiliriz ki?!.” dediler.

Bunun üzerine Ömer -radıyallâhu anh– ;

“–Ben ise, içinde bulunduğumuz şu hânenin Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Muâz bin Cebel ve Huzeyfetü’l-Yemânî gibi (müstesnâ ve seçkin, keyfiyetli, ideal, yetişmiş) kimseler ile dolu olmasını ve bunları Allâh’a itaat yolunda, yani tebliğ ve ıslah hizmetlerinde istihdâm etmeyi temennî ederim…” dedi. (Buhârî, Târîhu’s-Sağîr, I, 54)

Elbette, onlar bu temennilerini; ideal insanı yetiştirme gayretleriyle kuvveden fiile çıkardılar. Hazret-i Sıddîk’ın yaptığı gibi; darda ise kurtardılar, dertli ise derman oldular, yetiştirdiler, sahip çıktılar…

ASIL HEDEF, GÖNÜL

Tarih boyunca da İslâm fatihlerinin asıl hedefi; beldelerin değil, gönüllerin fethi oldu.

Bu sayede fethedilen beldelerin insanları, fatihlerine hayran oldular. Birçok beldede, fatihlerini davet ettiler. Bizans asillerinden Notaras, fetih öncesi, bu hâlet-i rûhiye içerisinde;

“İstanbul’da kardinal şapkası görmektense, Türklerin sarığını görmeyi tercih ederim!..” îtirâfında bulunmak mecburiyetinde hissetti.

Fatih Han; Bosna’yı fethettikten sonra Anadolu’nun temiz, keyfiyetli bir şekilde yetişmiş, güzel ve ideal insanlarını getirdi, Bosna’nın muhtelif, müsait yerlerine yerleştirdi. Onların temsil ettiği İslâm’a hayran ve medyûn olarak nasipli Boşnakların hepsi müslüman oldu.

Bir medeniyeti dâimâ keyfiyetli insanlar meydana getirir. Keyfiyetli insanları çıkardığınızda; geriye bugün seyyahların kalıntılarını ibretle dolaştığı, ruhsuz bina molozları kalır.

Medeniyetin timsâli görülen mimarî eserlere dahî, gerçek değerini veren, ondaki yetişmiş, ideal, kâmil insan mührüdür. Nitekim;

ŞEREFÜ’L-MEKÂN Bİ’L-MEKÎN

“Mekânın şerefi, içinde bulunan insan iledir.” denilmiştir.

Bugün teknik sayesinde yükseltilen diken gibi sivri dev binalar ise; tek dişi kalmış medeniyetin yetiştirdiği insanın kibrini, bencilliğini, mânâ ve zarâfetten mahrumiyetini göstermekte, olgun insan rûhu için ise ancak bir mezar taşı mesâbesinde kalmaktadır.

Şanlı ecdâdımız; çil çil kubbeleri de, gölgesinde keyfiyetli insanların yetişmesi için inşâ etti. İmâretlerle aç karınları, dergâhlarla muhtaç gönülleri doyurdu. Muhteşem medeniyeti de keyfiyetli insan ile inşâ etti. Hayırlı ümmet oldu.

Cenâb-ı Hak buyurur:

“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allâh’a îmân edersiniz…” (Âl-i İmrân, 110)

Ecdâdımız; kendilerini ve nesillerini keyfiyetli insanlar olarak yetiştirerek, bize hayırlı ümmet olma husûsunda en güzel nümûneleri sergilediler.

O keyfiyetli insanlar, üç kıtada nice beldeleri de fethetti. Sonra o beldelerin istîdatlı çocuklarını ideal insanlar hâlinde yetiştirerek, onların iki dünyalarını mâmur etti.

Bu ideal insanlardan biri, Enderun’da yetiştirilmiş Bosnalı Sinan Paşa idi. Yavuz Selim Han’ın Mısır Seferi esnasında; Memlûk fedâîlerinin, Yavuz’u şehid etmek için hücum edecekleri anlaşılınca, Sinan Paşa, Yavuz’un elbiselerini giydi, hücumu üzerine çekti. Bir plân dâhilinde saldırı bertarâf edilecekti. Bir ideal insan, bir başka ideal insan için, canını ortaya koyuyordu.

Neticede düşman bertaraf edildi ammâ Sinan Paşa da şehid düştü. O kadirşinas padişah, hâdisâtı yine o nebevî teraziyle tarttı ve hüzünle;

“Mısır’ı aldık ama Sinan Paşa’yı kaybettik.” dedi.

Beş asır önce, bugün de İslâm dünyasının en büyük ihtiyacı olan, ittihâdı, birlik ve beraberliği tesis eden Yavuz Sultan Selim Han; bu dâvânın önüne kim çıkarsa, onu zaaf göstermeksizin ortadan kaldırmıştı. Devletin bekāsı için bertarâf etmeye mecbur kaldığı kardeşi Korkut’un, sâdık adamı Piyâle Paşa’ya;

“–Seni, büyük bir fazîlet olan sadâkatin sebebiyle, affediyorum! Bu sadâkatinin mükâfâtı olarak da seni istediğin makama tayin edeyim. İstersen vezirim ol!” teklifinde bulundu.

O da teşekkür etti ve sadâkatini uhrevîleştiren şu cevabı verdi:

“–Sultanım, madem fakire iltifat ediyorsunuz; Korkut’a bir türbe inşâ ediniz de, beni de ona türbedâr tayin ediniz. Bundan sonra benim vazifem Şehzade Korkut’un türbedârı olmaktır!..” dedi.

İşte keyfiyetli insanın müstesnâ vasıfları… Fedâkârlık, sadâkat, vefâ… Hizmet, gayret ve adanmışlık…

Bu vasıflar sayesinde, Osmanlı; dört yüz atlı bir aşîretten, üç kıtaya hâkim ve bugün bütün dünyanın hayranı olduğu bir cihan devletine yükseldi.

Sıddîk Efendimiz’den, Yavuz Hân’a verdiğimiz bu misallerin bize vereceği intibâ hulâsa şu maddeler olmalıdır:

Keyfiyetli insanı yetiştirmek en mühim vazifemizdir.

İstîdatları tespit etmek, kabiliyetleri keşfetmek ve onlara sahip çıkmak, keyfiyetli insanın yetiştirilmesinde çok mühimdir. Bir mü’min bu firâsete sahip olmalıdır.

İdeal insanın yetiştirilmesi için sarf edilecek hiçbir imkân ve masraf, fazla görülmemelidir. Yetişmiş bir insan; odalar dolusu altından, Hayber ve Mısır gibi bereketli beldelerden daha kıymetlidir.

Yetişmiş insanın kıymetini anlamış gayr-i müslimler de, dünyevî muvaffakıyetlere ulaşmışlardır.

Bir gün İngiliz bir diplomata sorarlar:

“–Sömürgeler mi, donanma mı?”

“–Donanma.” diye cevap verir.

“–Niçin?”

“–Çünkü donanma bizde olursa sömürgeleri zaten tekrar ele geçiririz.”

“–Peki Shakespeare mi, donanma mı?”

“–Shakespeare.”

“–Niçin?”

“–Çünkü Shakespeare bizde olursa donanmayı da yeniden kurarız, sömürgeleri de yeniden ele geçiririz.”

Ancak onların istîlâları; dâimâ sömürmek ve semirmek maksatlı olduğu için, İslâm fütuhâtı gibi, kalıcı ve hayranlık uyandırıcı olamamıştır. Ancak siyasî entrikalarla, zulümlerle bir müddet devam etmiş ve dağılmıştır.

Bugün milyonlarca müslümanın yaşadığı Endonezya ise, bir donanma ile değil; keyfiyetli, ideal müslüman tâcirlerin Hakk’ın şahidi olmaları, İslâm’ın güler yüzünü, mütebessim çehresini, dürüstlüğünü, cömertliğini, merhametini belde insanına yansıtabilmeleri sayesinde İslâm ile müşerref olmuştur.

Sömürgeler yıkılmış yahut zaafa uğramış, şekil değiştirmiştir. Fakat İslâm’ın hakikî temsilcileriyle, yetişmiş ideal insanlarıyla yayıldığı, gönülleri fethettiği beldeler, büyük ekseriyetle müslüman kalmıştır.

Bugün; gerek kendi nesillerimizi, istikbâlimizi Rabbimiz’in arzu ettiği istikamette tutmak için; gerekse, İslâm’ı ufuklara yaymak için, kendimizi ve nesillerimizi yetiştirme gayretinde olmalıyız.

Yâ Rabbî!.. İslâm’ı en güzel şekilde yaşamak ve yaşatmak, nesillerimizi keyfiyetli, ideal, râzı olduğun vasıflarda yetiştirebilmek yolunda bizlere yardım eyle…

İslâm’a büyük hizmetlerde bulunmuş ashâb-ı kiram hazerâtı ve onlara ihsân ile tâbî olan ecdâdımızın; merhamet, zarâfet, sadâkat, vefâ, cömertlik, fedâkârlık, cesâret ve adâlet gibi hasletlerini kuşanmaya bizleri de muvaffak kıl.

Âmîn!..