Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullâhi aleyh) -3-

Hak Dostlarından Hikmetler

2015 – Nisan, Sayı: 350, Sayfa: 032

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Kendisine kerâmetler verilmiş, hattâ havada bağdaş kurup oturan birini görseniz bile, hemen ona aldanmayın! İlâhî emir ve nehiylere riâyet ediyor mu, ilâhî hudutları muhafaza ediyor mu, şer’î hükümleri hakkıyla edâ ediyor mu, ona bakınız!”[1]

[Müʼminin en büyük kerâmeti; “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hûd, 112) âyet-i kerîmesine itaat ederek, Allah rızâsı istikâmetinde bir hayat yaşamasıdır. Yani hayatının her safhasını, ilâhî emir ve nehiylere göre tanzim edebilmesidir. Zira Hakkʼın rızâsı, takvâ üzere bir kulluğa bağlıdır. Bu hususta noksanlıkları bulunmasına rağmen, kulun kendini kerâmet ehli, istikâmet sahibi veya müttakî bir müslüman olarak görmesi, ancak derin gafletinin bir ifâdesidir.

Zira İslâm, bizim sadece ibadetlerimizi değil, hayatımızın her sahasını tanzim etmektedir. Yani sırf namaz, oruç, zekât, hac ile Hakkʼa kulluğumuz kemâle ermez. Ticârî hayatta, âilevî hayatta, çocuklarımıza yaptırdığımız tahsil hayatında, komşuluk münâsebetlerimizde, topluma karşı sorumluluklarımızda da, müslüman şahsiyet ve karakterinin gerekli kıldığı vazifeleri yerine getirmeliyiz.

Meselâ, evlâdının iyi bir dünyevî istikbâli olsun diye, mânevî hassâsiyetlerin gözetilmediği, karışık, yani ihtilâtlı ortamlarda, dîninden ve ahlâkından tâvizler vermek pahasına tahsil yaptırmak, takvâ hassasiyetine sahip hiçbir anne-babanın tercihi olamaz. Zira bu nevî mâneviyatsız eğitimler, hem evlâtların, hem de sorumlulukları nisbetinde anne-babaların, gerçek istikbâlleri olan ebedî hayatlarını tehlikeye atar.

Yarın ilâhî hesap gününde insanı en çok müşkül durumda bırakacak hususlardan biri de, evlâtların anne-babalarından dâvâcı olmalarıdır. Onların âdeta;

“‒Yâ Rabbi! Annem-babam beni Kurʼân ve Sünnet terbiyesi altında yetiştirmediler. Beni uhrevî hakîkatlerden mahrum bıraktılar. İçine düştüğüm yanlışların en büyük sebebi, onların bu ihmalleridir.” diyerek şikâyet edecek olmalarıdır.

Nitekim âyet-i kerîmelerde;

“İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar!” (Abese, 34-36) buyrulmaktadır. Bu ise, kıyâmet gününde insanların, âile fertlerine karşı sorumluluklarının hesabı sebebiyle duyacakları, derin endişe hâlini tasvir etmektedir.

Velhâsıl evlâtlarımıza dünyevî istikbâl kazandırmak için mâneviyatsız eğitim yollarını göstermek, hem onların hem de kendimizin âhiretini ebedî bir felâkete çeviren hazin aldanışlardır.

Anne-babalara ilâhî bir emânet ve imtihan vesîlesi olarak lûtfedilen evlâtlar, Cennetʼe lâyık bir sâfiyetle dünyaya gelirler. Fakat anne-babalar, çocuklarının mânevî terbiyelerini ihmâl ederlerse, o Cennet kuşlarını -Allah korusun- yanlış yerlere uçururlar.

Bu bakımdan, çocuklarımızı ne kadar Kurʼân Kurslarından, İmam Hatip Okullarından, takvâ ehli âlim zâtların ilim ve irfânından istifâde ettirebildiğimiz hususunda, hâlimizi sık sık gözden geçirmeliyiz.

Günümüzde takvâ ölçülerinden en çok tâviz verilen hususlardan bir diğeri de, düğün-sünnet gibi merâsimlerde sergilenen gayr-i İslâmî tavırlardır.

Evlâtlarımızın yeni bir hayata adım attığı bu gibi cemiyetler; Kurʼân-ı Kerîm tilâvetleriyle, duâlarla, mânevî sohbetlerle, ağzı duâlı fakirlerin de çağrıldığı ziyafetlerle ihyâ edilmelidir.

Zira sünnetlerde yavrularımız, sahip oldukları İslâm kimliğini pekiştirmekte, düğünlerde ise yeni bir dünya evine adım atmaktadırlar. Hayatın bu kadar mühim dönüm noktaları, Cenâb-ı Hakkʼın rahmetini celbedecek merasimlerle karşılanmalıdır; ilâhî gazabı celbedecek nefsânî taşkınlıklarla değil…

Maalesef günümüzde, mahremiyet hassasiyetinin zaafa uğradığı, daha ziyade varlıklı kimselerin çağrılıp fakir-fukarânın unutulduğu, âdeta israf çılgınlığına ve güç gösterisine dönüşen ve bir kıyafet defilesini andıran merasimlere sıkça rastlanmaktadır. Bunlar ise ilâhî rahmeti uzaklaştırıp gazabı üzerine çeken manzaralardır.

Huzursuzlukların ve boşanmaların her geçen gün arttığı bir devirde yaşıyoruz. Zira mânevî hassâsiyetlerden uzaklaşmak; Cenâb-ı Hakkʼın rahmet, inâyet ve lûtfundan mahrûmiyeti de beraberinde getiriyor.

Cenâb-ı Hak; fertte, âilede ve toplumda gerçek huzur ve saâdetin reçetelerinden birini, âyet-i kerîmede şöyle târif ediyor:

“Şüphesiz ki, Allâhʼın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah için) gizli ve açık infâk edenler, aslâ zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler.” (Fâtır, 29)

Âyette bildirilen “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ” yani “aslâ zarara uğramayacak kazanc”ın ilk maddesi; “Kurʼân-ı Kerîmʼin tilâvet edilmesi”dir.

Yani Kurʼân-ı Kerîmʼi öğrenmek, öğretmek ve bu yolda emek sarf ederek, Kurʼân hizmetlerine destek olmaktır.

Nitekim Peygamber Efendimizʼin açlıktan karnına taş bağlayıp iki büklüm hâldeyken bile terk etmediği en mühim hizmetlerinden biri; Kurʼân talebeleri olan “Ashâb-ı Suffe”yi yetiştirmek olmuştur. O Rahmet Peygamberi, Tâifʼte kendisini taşlayanlara bile bedduâ etmemiştir. Uhud’da mübârek dişi kırılıp, gül yüzünden kan sızarken bâzı sahâbîler:

“–Yâ Rasûlâllah! O kâfirler için bedduâ etseniz!” dediklerinde:

“–Allah Teâlâ beni, insanları çokça ayıplayan ve onlara lânet eden biri olarak göndermedi! Cenâb-ı Hak beni, herkes için çok çok duâ etmek ve insanlara rahmet olmak için gönderdi…” buyurmuştur.[2]

Fakat o Rahmet Peygamberi, Kurʼân muallimlerini şehîd eden bedbaht müşriklere, tam bir ay boyunca sabah namazından sonra bedduâ etmiştir.[3] Efendimizʼin bu hâli, müʼminler olarak Kurʼân-ı Kerîmʼe göstermemiz gereken hassasiyetin bâriz bir misâlidir.

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ehl-i Kurʼânʼı dâimâ üstün tutmuş, bunu ümmetine de tavsiye buyurmuştur.[4]

Unutmayalım ki Fahr-i Kâinât Efendimiz, bizlere her yönüyle olduğu gibi, bilhassa Kurʼân hizmetlerindeki bu fedakâr gayretiyle de örnektir.

Âyet-i kerîmede buyrulan “aslâ zarar etmeyecek ticâret”in ikinci maddesi ise; “Namazın ikāme edilmesi”dir.

Yani namazı bir vazife savar gibi gelişigüzel kılıvermek değil, bilâkis onu kalp ve beden âhengiyle, huşû içinde edâ etmektir. Kâmil mânâda ikāme edilen bir namazda; bedenin kıblesi Kâbe iken, kalbin kıblesi de Âlemlerin Rabbiʼdir. Yine makbul bir namaz, kulu mîrâc ufkuna yükselten, secdeleriyle Rabbe yakınlık iklîmine götüren, muhteşem bir ibadettir. Cenâb-ı Hak da insan anatomisini, secdeye en müsâit şekilde yaratmıştır ki, kul çokça secde ederek Rabbine yaklaşabilsin.

Âyet-i kerîmede zikredilen “zarar etmeyecek ticâret”in son maddesi ise; “Allâhʼın lûtfettiği nîmetlerden, gizli ve âşikâr infâk etmek”tir.

Yani Allahʼtan geleni, yine Oʼnun rızâsı yolunda cömertçe sarf edebilmektir. İhlâsı muhafaza için; infâkı, mümkün olduğunca gizli yapmak tercih edilmelidir. Fakat âşikâr olarak infâk etmek zarûreti hâsıl olduğunda da kalbi, riyâ ve gösterişten korumak îcâb eder.]

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Sûfî; Kur’ân-ı Kerîm’i bir eline, Sünnet-i Seniyye’yi diğer eline alan; bir gözüyle Cennetʼe, öbür gözüyle Cehennemʼe bakan; dünyayı alt tarafına, âhireti de üstüne dolayarak ihrâma giren ve ikisinin arasından; «Lebbeyk Allâhümme lebbeyk! / Buyur Allâh’ım! Emrine teslim ve hazırım!» diye Mevlâʼsına koşan kişidir.”[5]

[Dünyadan ukbâya yolculuğumuzda en büyük rehberlerimiz; Kurʼân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyyeʼdir. Hayat yolculuğunu rızâ-yı ilâhî hedefinden sapmadan tamamlayabilmek için, Kurʼân ve Sünnetʼin tâlimatlarına titizlikle uymamız zarûrîdir.

Kurʼân-ı Kerîmʼe karşı vazifelerimizde, şu üç hususa bilhassa dikkat etmemiz lâzımdır:

Birincisi; düzgün bir kıraatimizin olması. (Zira kıraatsiz bir namaz olmaz.)

İkincisi; Kurʼânʼın bildirdiği hudutlara, emir ve nehiylere riâyet.

Üçüncüsü ise Kurʼân ahlâkıyla ahlâklanmaktır.

Müʼmin, hayatının her safhasında kendisini Kurʼân ölçüleriyle mîzân etmeli; “Allah benim bu hâlimden râzı mı?” suâlinin tefekkürüyle, hâl ve davranışlarına istikâmet vermelidir.

Kurʼân-ı Kerîmʼin en büyük tefsîri ise, 23 senelik nebevî hayatı ile Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼdir. Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde şöyle buyurmaktadır:

“Kim Rasûlʼe itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)

“O (Rasûl), hevâsına (nefsinin arzusuna) göre konuşmaz. O (bildirdikleri), vahyedilenden başkası değildir.” (en-Necm, 3-4)

(Rasûlüm!) Onu Rûhuʼl-Emîn (Cebrâil), uyarıcılardan olasın diye, apaçık Arap diliyle, Senʼin kalbine indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 193-135)

Dolayısıyla Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi tanımadan, Oʼnun gönül dokusundan hisse almadan, sünnetleriyle yaşamadan; ne Kurʼân-ı Kerîmʼi tam olarak idrâk edebiliriz, ne de kulluğumuz tam bir kulluk olur.

Müʼminin kemâle ermesi, ancak farzlara ilâveten sünnetlere de riâyet etmesiyle mümkündür. Zira Abdullah bin Deylemî g buyuruyor ki:

“…Dînin kaybolmasının başlangıcı, Sünnet’in terk edilmesiyle olacaktır. Halatın lif lif çözülüp nihâyetinde kopması gibi, din de sünnetlerin bir bir terk edilmesiyle ortadan kalkar.” (Dârimî, Mukaddime, 16)

Dolayısıyla bugün ümmet-i Muhammed olarak, Peygamber Efendimizʼi ve dolayısıyla Sünnetʼi hafife alan, hattâ dışlayan “din projeleri”ne karşı son derece dikkatli ve uyanık olmalıyız. Zira sünnetleri gözden düşürmeye çalışan din âlimi etiketli bâzı din tahrifçilerinin, bir adım sonraki hedefinin farzlar olacağı muhakkaktır.

Dolayısıyla bu âhir zamanda sünnetlere daha bir gayretle sarılmamız elzemdir. Zira hadîs-i şerîflerde buyrulduğu üzere:

“Öyle bir zaman gelecek ki o vakit şu üç şeyden daha kıymetli bir şey olmayacak:

Helâl para, cân u gönülden arkadaşlık yapılacak bir kardeş ve kendisiyle amel edilecek bir Sünnet-i Seniyye. (Heysemî, I, 172)

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe aslâ dalâlete düşmezsiniz:

Allâh’ın kitâbı ve Rasûlü’nün sünneti.” (Muvatta’, Kader, 3)

Kurʼân ve Sünnetʼin feyzinden uzaklaşıldıkça, kalplerdeki îman nûru zayıflar, -Allah korusun- bir mum ışığı gibi, küçük bir rüzgârla sönüverir.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri de bütün Hak dostları gibi, Sünnet-i Seniyye’yi büyük bir şevk ile îfâya gayret ederdi. Ondan zerre kadar tâviz vermezdi. Her hâlini Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hâliyle mîzân ederdi. Nitekim onun mühim nasihatlerinden biri de şöyledir:

“Kim Kur’ân-ı Kerîmʼin kıraatini ve zühd hayatını terk eder, cemaate devam etmez, cenâzelere katılmaz, hastaları ziyaret etmez de sûfî olduğunu iddiâ ederse, o ancak bir gâfildir.”[6]

Yani Kurʼân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyyeʼnin feyz ve rûhâniyetinden uzak bir hayatta hayır yoktur. Bu nevî bir hayata dalmış olanların dillerinden tasavvufî hikmet ifâdeleri dökülse bile, onların peşinden gitmemek îcâb eder. Zira dilin kemiği yoktur. Papağan bile bazı sözleri ezberleyip söyleyebilir. Fakat Hazret-i Mevlânâʼnın buyurduğu gibi:

“Amel edilmeyen hikmetli söz, ödünç alınmış süslü elbise gibidir!..”

Yani yaşanmayan, irfâna dönüşmeyen, şahsiyet ve karakterin bir parçası hâline gelmeyen bilgiler, Peygamber Efendimizʼin ifâdesiyle; “kendisinden Allâhʼa sığınılması îcâb eden faydasız ilim”[7] cümlesindendir.

Dolayısıyla, gücümüz nisbetinde Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi örnek alma gayreti içinde olmalıyız. Hayatımızın her safhasında ve karşılaştığımız her hâdisede, hâl ve davranışlarımızı dâimâ nebevî ahlâk ölçüleriyle mîzân etmeliyiz. Düşünmeliyiz ki:

“Acaba Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şu an yanımızda olsaydı, o gül yüzüyle bizim hâlimize tebessüm eder miydi? Yoksa mübârek yüzünün rengi değişir, çiçeklerden zarif gönlü incinir, nurlu alnındaki damarı kabarır, «Bana ne oluyor ki sizi şöyle şöyle görüyorum…» şeklinde, ince sitemlerine mi muhâtap olurduk?..”

İşte bu nevî düşüncelerle, hayatlarını Âlemler Sultânı -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe muhabbetin, bağlılığın, itaatin tecellîgâhı kılabilen ümmet-i Muhammedʼe ne mutlu!..]

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Tasavvuf; nefsânî arzulardan temizlenmek, kalbi Cenâb-ı Hakk’a râm etmek, bütün güzel vasıflarla ahlâklanmak ve dâimâ Allâh’ın rızâsı istikâmetinde olabilmektir.”[8]

[Müʼmin, her hususta Rabbinin rızâsını ön plânda tutabilen kimsedir. Hakkʼın rızâsı ile nefsinin arzuları karşı karşıya geldiğinde, nefsinin gizli muhalefetine boyun eğmeyen, irâdeli kimsedir. Bu sarsılmaz irâdenin kazanılması için de nefsi riyâzat ve mücâhede gibi terbiye metodlarıyla ham vasıflardan kurtararak mânen olgunlaştırmak zarûrîdir.

Cenâb-ı Hak ehemmiyetine binâen Kurʼân-ı Kerîmʼde arka arkaya tam yedi kez yemin ettikten sonra buyurur ki:

“Nefsini kötülüklerden arındıran (maddî ve mânevî kirlerden temizleyen) mutlakâ kurtuluşa ermiş; onu kötülüklere gömen de elbette hüsrâna uğramıştır.” (eş-Şems, 9-10)

Yani kulu Rabbinden uzaklaştıran bütün kötü huyları, nefsânî zaaf ve ihtirasları, iç dünyamızdan da temizlemek mecburiyetindeyiz. Zira ilâhî imtihan hikmetine binâen, haramlarda dâimâ nefsânî bir câzibe vardır. Nefsimizi tezkiye edemezsek, onu kötü huylarından arındıramazsak, onu cezbeden günah tuzaklarına karşı bir îman mukâvemeti gösteremeyiz. Hâlbuki ilâhî rahmet ve ihsanlar, dâimâ nefsin ihtiraslarına mukâvemeti gerektiren imtihanların ardında gizlidir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin şu beyanları, bu hakîkati ne güzel îzah etmektedir:

“Allah Teâlâ Cennetʼi yaratınca Cebrâil -aleyhisselâm-ʼa:

«‒Git de ona bir bak!» buyurdu. Bunun üzerine (Cebrâil -aleyhisselâm-) gidip ona baktı. Sonra gelip:

«‒Ey Rabbim, Senʼin izzetine andolsun ki onu (Cennetʼin o ihtişâmını) işitip de ora­ya girmeyen bir kimse kalmaz.» dedi.

Sonra Allah onu(n etrafını nefse ağır gelen) zor­luklarla kuşattı ve:

«‒Ey Cebrâil, git ona (bir daha) bak.» dedi.

(Cebrâ­il -aleyhisselâm-) gidip ona (bir daha) baktıktan sonra geldi ve:

«‒Ey Rabbim, Senʼin izzetin hakkı için (söylüyorum ki) ben oraya (artık) hiç kimsenin giremeyeceğinden korkmaya başladım.» dedi.

Sonra Allah, Cehennemʼi yaratınca:

«‒Ey Cebrâil git de ona (bir) bak.» buyurdu. Bunun üzerine (Cebrâil -aleyhisselâm-) gidip (bir de) ona baktı. Sonra gelip:

«‒Ey Rabbim, Senʼin izzetin hakkı için (söylüyorum ki), onu (Cehennemʼin yakıcı azâbını) işiten hiç kimse oraya girmez.» dedi.

Bunun üzerine (yüce Allah) ora(nın etrafını nefse hoş gelen) şehvetlerle kuşattı. Sonra da:

«‒Ey Cebrâil! Git de ona (bir daha) bak.» buyurdu.

Bunun üzerine (Cebrâil -aleyhisselâm-) gidip oraya (bir daha) baktı, sonra gelip:

«‒Ey Rabbim! İzzetin hakkı için (söylüyorum ki) ben (orayı tekrar görünce) bir kimse dahî kalmadan herkesin oraya girmesinden korkmaya başladım.» dedi.” (Buhârî, Rikāk, 28; Müslim, Cennet, 1; Tirmizî, Sıfatüʼl-Cennet, 21)

Demek ki Cennet; mânevî terbiye ile olgunlaşmamış, nâdan ve ham bir nefse son derece ağır gelen zorluklarla kuşatılmıştır. Cennetʼe girebilmek için nefsin arzularına direnerek Hakkʼa ve hakîkate râm olmak, bu yoldaki bütün meşakkatlere sabırla tahammül etmek gerekmektedir.

Öte yandan Cehennemʼin, nefsin hoşlandığı şehevî arzularla çevrili olması da, ilâhî azaptan kurtulmak için yine nefsi tezkiye etmenin zarûretini ifâde etmektedir.

Cenâb-ı Hak, bu hususta bizlere misal olması için, Kurʼân-ı Kerîmʼde Yusuf -aleyhisselâm-ʼın Züleyhâ ile olan imtihanını haber vermektedir:

Nefs-i emmâreyi temsil eden Züleyha, gönlünü kaptırdığı Yusuf -aleyhisselâm-ʼa nefsânî arzuları cezbedecek bütün şartları âdeta bir tuzak gibi kurup hazırladı. Züleyhâ, ham nefislerin en çok zebûnu olduğu “servet, şehvet ve şöhret”in zirvesindeydi. Ayrıca günahlar, gizli-saklı ortamlarda daha kolay işlendiğinden, Züleyha da Yûsuf -aleyhisselâm-ʼı önce odasına çağırdı, kapıyı kilitledi, sonra da “هَيْتَ لَكَ : gelsene bana, alsana beni”[9] dedi.

Bu imtihanda Yusuf -aleyhisselâm-ʼı kurtaran; “ مَعَاذَ اللّٰهِ : (Hâşâ! Bundan) Allâhʼa sığınırım!”[10] demesi oldu. Zira nice güçlü irâdelerin eridiği öyle zor bir anda nefsin şerrinden Allâhʼa sığınabilmek, ancak nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesi neticesinde ulaşılan yüksek bir îman ufkudur. Hazret-i Yûsufʼun sergilediği bu ihlâs ve takvâ hâli üzerine, Cenâb-ı Hakkʼın yardımı yetişti. Nitekim Rabbimiz bunu şöyle haber veriyor:

“Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin bürhânını (işaret, îkaz ve yardımını) görmeseydi, o da kadına meyletmişti. İşte böylece Biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (delilimizi gösterdik). Şüphesiz o, ihlâslı kullarımızdandı.” (Yûsuf, 24)

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bir hadîs-i şerîflerinde, hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmetin o çetin gününde, Cenâb-ı Hakkʼın yedi sınıf insanı Arş-ı Âlâʼnın gölgesinde barındıracağını bildirdikten sonra, bu sınıflardan birinin de;

“Güzel ve mevkî sahibi bir kadının beraber olma isteğini, «‒Ben Allahʼtan korkarım.» diyerek reddeden genç…” olduğunu ifâde buyurmuşlardır. (Buhârî, Ezân, 36)

Velhâsıl; dışı meşakkatlerle çevrili, içi muhteşem güzelliklerle dolu Cennetʼe dâvet edilebilmek için, nefsin süflî arzularını bertaraf etmeye mecburuz. Zira o letâfet diyârına, nefsânî arzuların kesâfetiyle girilemez.

Yine, dışı şehevî arzularla çevrili, içiyse can yakıcı azaplarla dolu olan Cehennemʼe düşmemek için de, nefsimizin bitmek bilmeyen ihtiraslarına karşı, son nefese kadar sulhü olmayan bir cenk hâlinde bulunmak durumundayız.]

Cenâb-ı Hak cümlemizi, hayatımızın her ânında nefs-i emmârenin şerrinden muhafaza buyursun. İhlâsını koruduğu bahtiyar kulları arasına, biz âciz kullarını da lûtf u keremiyle dâhil eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar

[1] Beyhakî, Şuab, III, 304; Kuşeyrî, Risâle, s. 58.

[2] Beyhakî, Şuab, II, 164/1447. Krş. Müslim, Birr, 87; Tirmizî, Deavât, 118.

[3] Bkz. Buhârî, Cihâd 9, 19, Meğâzî 28; Müslim, Mesâcid, 297.

[4] Bkz. Vâkıdî, III, 1003.

[5] Sehlegî, en-Nûr, s. 124; Abbâs, Ebû Yezîd, s. 71.

[6] Beyhakî, Şuab, III, 305; İbnü’l-Cevzî, Telbîsü İblîs, s. 151.

[7] Bkz. Müslim, Zikir, 73.

[8] Sehlegî, en-Nûr, s. 138.

[9] Bkz. Yûsuf, 23.

[10] Bkz. Yûsuf, 23.