Ateizm ve Deizm Fitnesi – 3

Genç Dergisi, Yıl: 2018 Ay: Aralık Sayı: 147

“…Rahmân olan Allâh’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak; göz (hiçbir nizamsızlık ve bozukluk tespit edemeden) âciz ve bitkin bir hâlde sana dönecektir.” (elMülk, 3-4)

Su, H2O; yani iki hidrojen, bir oksijenden oluşuyor. Biri yanıcı, biri yakıcı. Eğer oksijen ve hidrojen serbest kalsa, her şey birbirine girer, hayat mümkün olmaz. Ancak ne büyük bir sanat ve kudrettir ki, Cenâb-ı Hak, yanıcı ile yakıcıyı birleştiriyor ve onu, yani suyu, bütün mahlûkat için bir hayat kaynağı hâline getiriyor.

Su, kirlendiğinde semâya çıkıp en güzel şekilde temizleniyor ve tekrar rahmet olarak yeryüzüne iniyor.

Bir balık, suyun içindeki oksijenle yaşarken, sudan çıkınca ölüyor. Hâlbuki havadaki oksijen, sudakinden daha fazla…

Toprak, verimini devam ettiriyor. Ya ettirmese?

Her çiçek kendi mevsiminde açıyor. Her meyve-sebze, kendi mevsiminde veriyor. Sanki her birinin altında birer bilgisayar var.

Hepsi kendi hududu içinde. Hepsi ilâhî bir tanzim içinde. Muhteşem bir ekolojik denge…

Kâinattaki bu kadar mükemmel nizam, bu kadar ince ve hassas denge karşısında, insanın boş yere yaratıldığını zannetmesi ve diğer mahlûkat gibi sorumsuz yaşamaya kalkışması, kalbin karanlık bir virane olmasından başka bir şey değildir.

Hâsılı kâinattaki her harekete çok ince ve tam yerinde bir ölçü konulmuştur. Bu ölçülerde en ufak bir artma veya eksilme olsa, şu gördüğümüz nizam ve âhenk, hemen bozuluverir.

Cenâb-ı Hak, bu nizâmı insanın hizmetine vermiştir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lûtfu olmak üzere) size âmâde kılmıştır. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13. Ayrıca bkz. Lokmân, 20)

 “Göğü Allah yükseltti ve mîzânı (dengeyi) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın!” (er-Rahmân, 7-8)

İnsana baktığımız zaman da bu ilâhî tanzim göze çarpıyor:

İnsan kendisine bir baksın. Hiçbir eksiği var mı? Hiç vücudunda fazladan bir kemik var mı? Yahut eksik bir kemik var mı vücudumuzda?

Neye ihtiyacın var; iki ayak lâzım, Cenâb-ı Hak iki ayak ihsân ediyor. İki kol gerekli, iki kol ihsân ediyor. Gözümüz, kulağımız, nerede yer alacak; başta. Başka bir yerde değil, başka mekânda değil.

Meselâ insan tek ayaklı olsa yürüyemez veya ayaklarının biri diğerine göre daha uzun olsa rahat hareket edemezdi. Tek kolu olsaydı işlerini düzgün yapamazdı. Göz, kulak, dil, hepsi ayrı bir tanzim. Biri olmasa, vücudun âhengi ve dengesi bozuluyor.

Bugün; “Ver gözünü, al dünyayı!” deseler, kim değişir?!.

Her hücre kendi vazifesini icrâ edeceği uzvun içinde yer alıyor. İnsana daha bir nutfe hâlindeyken sanki bir koşu düdüğü çalınıyor; her hücre, kendi vazifesini yapacağı uzva koşuyor. Göz hücresi, kalbe gitmiyor. Kalp hücresi karaciğerde yer almıyor. Vücudun sıhhat ve dengesi, bütün uzuvlardaki bu âhenge bağlı.

Velhâsıl bütün kâinât, Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî kudret ve azamet sergisi. Cenâb-ı Hak onu, insan idrâkine göre tanzim etmiş. Yeter ki insan, kalbindeki muhabbetle baksın, ibretle baksın, tefekkürle baksın, takvâ ile baksın…

Mü’min de kâinattaki bu ilâhî ahengi taşıyacak. İbadetler, ahlâk, muâmelât, bir zarâfet içinde olacak.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115)

Mahlûkat, insan için yaratıldı. İnsan da Allâh’a kulluk için. Yoksa yaratılışın bir mânâsı olmazdı.

Bu kadar ilâhî azamet karşısında inanmamak, kalbin âmâ olmasıdır. Cenâb-ı Hakk’ı inkâr etmek mümkün değil. Her şey Cenâb-ı Hakk’ın şâhidi durumunda.

Cenâb-ı Hak, ateist zihniyetteki gâfillere, ilzâm edici bir üslûpla soruyor:

“Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar?” (Tûr, 35)

Soruyor Cenâb-ı Hak: Hiç kendi kendine yaratılan bir şey var mı?

Onun için ateizme, inançsızlığa sürüklenmenin en mühim sebebi, kâfir ve fâsıklarla beraberliktir. Onlarla zâhirî beraberlik, zamanla zihnî beraberliğe, o da neticede kalbî beraberliğe götürüyor.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Semud Kavmi’nin asırlar önce azâba uğramış enkazından geçerken, ashâbını îkaz buyurdu:

“Buradan hızlı ve hüzünlü geçin, su almayın, aldığınızı da dökün!”[1]

Bugün sabah-akşam ekranlardan, telefonlardan, televizyonlardan ve kirli sokaklardan ehl-i küfrün neşriyâtını seyreden, propagandalarına mâruz kalan insanımızın hâlini bir düşünelim.

Eğer eğitim, tâlim ve tedrisat gayretlerimizi bırakırsak, emr-i bi’l-mâruf, nehy-i ani’l-münker çalışmalarımızı hakkıyla gerçekleştirmezsek, bizim evlâtlarımız başkalarının nesilleri olur.

Âyette şeytanın mallara ve evlâtlara ortak olacağı ifade ediliyor.[2]

Evlâdın biyolojik anne-babası olmak, bir şey ifade etmiyor. Onu şeytan emziriyorsa, ehl-i küfür besliyorsa, onların evlâdı oluyor.

Bu hususa çok dikkat etmemiz lâzım…

֍

Bugün düzgün bir İslâmî eğitim noksanlığının hazin bir neticesi olarak bir de “Deizm” fitnesi ortaya çıktı. Allah vardır diyor, -inkâr edecek durum yok çünkü- fakat nasıl koyunu-çiçeği yaratmış, onlara bir kulluk mes’ûliyeti vermemişse, insan da öyledir diyor. Yani başıboş, sorumsuz…

Cenâb-ı Hak ise Kur’ân-ı Kerîm’de:

“İnsan, başıboş bırakılacağını mı zannediyor?” (el-Kıyâme, 36)

“Biz gökleri ve yeri bir oyun-eğlence olsun diye yaratmadık.” (Bkz. ed-Duhân, 38; el-Enbiyâ, 16) buyuruyor. Hep îkaz ediyor.

Ateizm gibi Deizm de ayrı bir hastalık. Mutlak Yaratıcı’yı inkâr etmek için ahmak olmak lâzım demiştik. Deist de güya Yaratıcı’yı reddetmiyor, fakat O’nun Rab oluşunu, yani O’nun emrettiği nizâmı reddediyor; Kitab’ını, Peygamber’ini ve ahkâmını inkâr ediyor. O zaman insanın diğer mahlûkattan ne farkı olur?..

Fakat dîne, sünnete, mezhebe ve ahkâma dair kafa karıştırıcı tartışmalar ve toplumumuzun dînî tedris hususundaki cehâleti, maalesef bu fitnelere zemin hazırlıyor.

Bugün İslâmî değerleri tam mânâsıyla öğretmek için ciddî bir tahsil lâzımdır. Bunun için bir yaz kursu yetmez. Günümüzdeki müfredâtı ve şartları itibâriyle sadece İmam Hatip Mektepleri de yetmez.

Peygamber Efendimiz, ashâbına 23 sene İslâm’ı öğretti. Bu kültür ancak 23 senede tamamlandı. Demek ki bunun hayat boyu devam eden bir tahsil hâlinde yaşanması lâzım. Ayrıca takvâ ehli ve istikâmet sahibi hocalardan tahsil görmek lâzım.

Çocukluğunda yazları camiye şöyle bir gitmek veya okullarda haftada bir saat verilen din kültürü dersini dînî tahsil için kâfî zannetmek, dînî tahsili hafife almaktır. Nitekim böyle bir dînî eğitime sahip insanımız, televizyonlardaki tartışmalar karşısında tereddütlere düşüyor. Nefsânî duygular da şüpheleri körükleyince, hepsini birden rafa kaldırabiliyor.

Devrimizde Batı’dan gelen câhiliye anlayışı her yere musallat olmuş durumda. Fakat çaresizlik yok! Çare; Peygamber Efendimiz’i ve ashâbını örnek alarak tebliğ etmek. Her imkân sahibi gayret edecek. Hele insanlara İslâm’ı öğretebilecek malûmâta sahip kişilerin bir köşeye çekilmesine cevaz yoktur.

Bu kadar câhillik varken, bazı Kur’ân kurslarının kontenjanı dolmuyorsa, yeterince çalışmıyoruz demektir.

O hâlde bu dünya dershânesinde;

* İnsanımıza esas hayatın âhiret olduğunu tekrar tekrar hatırlatacağız.

* Yaptığımız her işin bir hesabının olduğunu anlatacağız.

* Yaratılış gayemizin Rabbimiz’i tanımak ve O’na kulluk etmek olduğunu anlatacağız.

* Yaşayıp yaşatmak sûretiyle Allâh’ın dînine yardım edeceğiz, hizmet edeceğiz. Böyle olduğumuz takdirde Rabbimiz de bizlere yardım edeceğini, ayaklarımızı sırât-ı müstakîm üzere sabit kılacağını vaad ediyor.[3]

Dipnotlar:

[1] Bkz. Buhârî, Salât 53, Enbiyâ 17, Tefsîr, 15/2; Müslim, Zühd, 38-39.

[2] Bkz. el-İsrâ, 64.

[3] Bkz. Muhammed, 7.