Âlemlere Rahmet

2003 – Mayis, Sayı: 207, Sayfa: 032

Hazret-i Âdem ve Havvâ -aleyhimesselâm- ile başlayan insanlık âilesi, dînî huzur ve saâdet gölgesinde yaşamak üzere; bugün Mekke’deki Kâbe’nin yerini ilk ibâdethâne edinmişlerdir. Hayâtî ve ictimâî lüzûm sebebiyle etrâfa yayılan Âdemoğulları, zaman zaman peygamberlerle irşâd olunarak dînî hayatı devâm ettirmişler ve bu sûretle ilâhî hakîkatlere sâdık kalmışlardır. Nihâyet, dünya gününün ikindisine benzeyen asr-ı saâdet gelmiş ve Hazret-i Muhammed -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-ile dînî hayat ilk başladığı yerde, son bir kemâl zirvesi göstermiştir. Artık zirve teşkil eden kemâl-i Muhammedî’den sonra kemâl tasavvuru muhaldir. Zîrâ Allâh’ın râzı olduğu dîn, İslâm olmuştur.

Kâinât manzûmesi, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in nûrundan bir kıvılcımdır. Eğer Âdem -aleyhis­selâm-’ın toprağına Rasûlullâh’ın toprağından  bir  na­sîb  konmasaydı,  Âdem

-aley­hisselâm-’ın tevbesine icâbet olunmazdı. Hadîs-i şerîfte buyurulduğu üzere:

“Âdem -aley­his­se­lâm- cen­net­ten çı­ka­rıl­ma­sı­na se­bep olan zel­le­yi iş­le­di­ğin­de, ha­tâ­sı­nı idrâk edip:

«– Yâ Rab­bî! Mu­ham­med hak­kı için Sen’den

be­ni ba­ğış­la­ma­nı is­ti­yo­rum.» duâsıyla Al­lâh

Te­âlâ’ya ilticâ etti.

…Al­lâh Te­âlâ:

«…Ha­kî­ka­ten o, ba­na gö­re mah­lû­kâ­tın en

se­vim­li­si­dir. Onun hak­kı için ba­na duâ et. (Mâ­dem ki duâ  et­tin),  Ben  de  se­ni  ba­ğış­la­dım.  Şâ­yet

Mu­ham­med ol­ma­say­dı se­ni ya­rat­maz­dım!»

bu­yur­du.” (Hâ­kim, Müs­ted­rek, II, 672)

İşte Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-, Rasûlul­lâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’i, duâsına vesîle kıldı; ilâhî affa mazhar olarak kınanmaktan kurtuldu. O yüce Rasûl, İbrâhim -aleyhisse­lâm-’ın sul­büne intikâl eyledi; ateş ona serin ve selâmet oldu. O yüce inci, İsmâil -aley­hisse­lâm-’ın sedefine girince, nâmına göklerden kurbanlık bir koç indirildi.

Görüldüğü üzere Peygamberler dahî O’nun hürmetine ilâhî rahmetten müs­­tefîd olmuşlardır. Hattâ O’na tâbî olmanın rahmetine nâiliyyet için kendisine ümmet olmak isteyen peygamberler bile çıkmıştır. Bereketli bir hidâyet şerâresi hâlindeki nebîler silsilesinin her halkası, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Mu­hammed Mus­­tafa

-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in zuhûrunun âdetâ birer ikbâl müj­decisiydi…

Kulu, Allâh’a muhabbet deryâsına götürecek olan yegâne rahmet ve muhabbet pınarı, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’dir. Çünkü Hazret-i Peygamber

-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e muhabbet, Allâh’a muhabbet; O’na itâat, Allâh’a itâat; O’na isyan, Allâh’a isyân sadedindedir.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:

(Ey Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız, bana itaat ediniz ki, Allâh da sizi sevsin ve günahlarınızı mağfiret buyursun!..” (Âl-i İmrân, 31)

Bunun içindir ki, Allâh Rasûlü’nün örnek sîretine tâbî olmak, Hakk’ın rızâ ve muhabbe­tine nâiliyyetin vazgeçilmez vesîlesidir. Yâni bir mü’min, ibâdet ve davranışla­rında Hazret-i Peygamber’in sünneti istikâmetinde merhale katetmedikçe İslâm’ın hedeflediği ideal insan demek olan “insan-ı kâmil” hâ­line gelemez. Dînin gerçek huzur ve saâdetine de eremez. Çünkü Cenâb-ı Hak, İslâm’ın hedeflemiş olduğu “kâmil insan” modelini, Haz­ret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in şahsında sergilemiş, O’nu, âlemlere rahmet ve bütün mü’minlere örnek bir şahsiyet eylemiştir.

O hâlde, Allâh Teâlâ’nın biz kullarını sevmek hususunda şart koşacağı kadar mühim olan bu itaat, nasıl bir itaattir?

Hiç şüphesiz bu ulvî hâl, Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e cân u gönülden muhabbet duymak ve O’nun kalbî âleminden hisse alabilmekle başlar. Zîrâ bizler için yegâne “üsve-i hasene” olan Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e tâbî olma husûsunda yüce Rabbimiz âyet-i kerîmelerde şöyle buyurmaktadır:

“Rasûl size ne verdiyse onu alın! Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının ve Allâh’tan korkun! Çünkü Allâh’ın azâbı şiddetlidir.”

(el-Haşr, 7)

“Ey îmân edenler! Allâh’a itâat edin ve Peygamber’e itâat edin ki amellerinizi boşa çıkarmayın!” (Muhammed, 33)

“Kim Allâh’a ve Rasûl’e itâat ederse, işte onlar, Allâh’ın kendilerine nîmet verdiği peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle beraberdir. Onlar ne güzel dostlardır.” (en-Nisâ, 69)

Allâh Teâlâ’nın inzâl ettiği ilâhî bir ferman ve tâlimatnâme olan Kur’ân-ı Kerîm de, ümmete Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in kalb âleminden sergilenmiştir. Muhakkak ki Kur’ân’ın sırları, kalbin Allâh Rasûlü’nün rûhâniyetine bürünmesi nisbetinde fâş olur. Eğer sahâbe-i kirâm gibi bizler de o âleme girmekle şereflenir ve ilâhî güzelliklerin, emir-nehiy, ilim ve hikmetlerin oradaki tecellîlerini seyretme bahtiyarlığına erebilirsek, kısacası ilâhî kelâmı O’nun gönül iklîmindeki tezâhürleriyle ve şerhiyle okuyabilirsek, o zaman gönüllerimiz asr-ı saadetteki peygamber âşıkları gibi O’nun etrafında pervâne olur, her sözüne, her emrine ve hattâ îmâsına dahî:

“Anam, babam, malım ve canım sana fedâ olsun, yâ Rasûlallâh!..” ifâdesinin özündeki aşk, vecd ve teslîmiyete nâil oluruz.

Hazret-i Peygamber’in muazzez varlığı, beşer için bir muhabbet melcei ve feyz kaynağıdır. Ârifler bilirler ki, mevcudâtın varlık sebebi, muhabbet-i Muhammedî’dir. Bu sebeple bütün kâinât, âdetâ Varlık Nûru Hazret-i Muhammed Mustafa

-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e ithâf edilmiş gibidir. Zîrâ O öyle bir şahsiyettir ki, Cenâb-ı Hak O’na «habîbim» buyurmuştur.

Eskiden mühürlere hikmetli söz veya şiirler hakkettirmek âdetti. Bü­yük hayırsever Bezm-i Âlem Vâlide Sultan da mührüne şu çok mânîdar mısraları kazıttırmıştı:

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,

Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl

Zuhûrundan Bezmiâlem oldu vâsıl

Zîrâ Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, kelime-i şehâdette de ifâde ettiğimiz gibi elbette ki beşer olarak sûretâ bir “kul”dur, lâkin sîret itibâriyle “şah-ı rusül”dür. Bu incelik ve esrâr âlemini seyreden Aziz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri ne güzel söyler:

Âyinedir bu âlem her şey Hak ile kâim,

Mir’ât-ı Muhammed’den Allâh görünür dâim!..

Muhabbet-i Rasûlullâh, beşeri her iki cihânda azîz eyleyen yüce bir müessirdir. Nitekim ashâb-ı kirâm da bu muhabbet vesîlesiyle, yâni Fahr-i Kâinât -aleyhissalâtü vesselâm-’ın aşkıyla yoğrulduklarından o erişilmez derecelere nâil kılınmışlardır. Onlar birer aşk çağlayanı hâlinde Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in etrâfında sadâkatle kenetlenmişler ve O’na bağlılık semâsının birer yıldızları olmuşlardır. Öyle ki ashâbın içinde, “Rasûlullâh böyle yapmıştı” diye, sırf O’na ittibânın hazzını yaşamak için, O’nun yürüdüğü yoldan yürüyen, kokladığı bir gülü koklayan, durduğu yerde duranlar vardı.

Allâh Rasûlü’nün mübârek şahsiyetinden hisse alarak O’nda fânîleşen sahâbe-i kirâm hazarâtının Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e duydukları dâsitânî aşk ve muhabbetin yanık tezâhürleri sayısızdır:

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e bir adam geldi ve:

“–Yâ Rasûlallâh! Kıyâmet ne zamandır?” dedi.

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Kıyâmet için ne hazırladın?” diye sorunca o da:

“–Allâh ve Rasûlü’nün muhabbetini…” cevabını verdi.

Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz:

“–Öyleyse sen sevdiğinle beraber olacaksın.” buyurdular.

Enes -radıyallâhu anh- bu rivâyetinin devâmında der ki:

“İslâm’a girmekten başka hiçbir şey bizi Allâh’ın Nebîsi’nin “Muhakkak sen sevdiğinle berabersin.” sözü kadar sevindirmemiştir. İşte ben de Allâh’ı, O’nun Rasûlünü, Ebû Bekr’i ve Ömer’i seviyorum ve -her ne kadar onların yaptıkları amelleri yapamadıysam da- onlarla beraber olmayı umuyorum.” (Müslim, Birr, 163/2639; Buhârî, Fadâilu’s-Sahâbe, Menâkıbu Ömer Bâbı)

Şüphesiz ki Allâh Rasûlü’nün bu müjdeli beyânının şümûlüne girebilmek için her mü’min, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in aşk, muhabbet, şevk ve nûru ile gönlünü tezyîn etmelidir.

Fahr-i Kâinât -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, ümmetinin kendisine duyduğu dinmek bilmeyen derin aşka işâretle:

“Benden sonra birtakım insanlar gelecek ki, onların her biri beni görebilmek uğruna ehlini ve malını vermeye can atarlar.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 95) buyurmuşlardır.

Nitekim, Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz vefât ettiğinde de ashâbın hâli, hüznünden yanıp eriyen mumlar gibiydi. O gün Allâh Rasûlü’nün firâkı ile gönüller bir anda hasret yangınlarına düşmüş, ashâb-ı kirâm, hâlden hâle girmişti. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- dahî bir an kendinden geçmiş,  Hazret-i Ebû Bekir

-radıyallâhu anh- ise, insanları teskîn edinceye kadar binbir güçlük yaşamıştı. Zîrâ O’nu görmeden bir gün bile dayanamayan âşık gönülleri artık bu fânî dünyâda O’nu hiç göremeyecekti. İşte bu hicrân ve yanışa dayanamayan Abdullâh bin Zeyd

-radıyallâhu anh-, ellerini ilâhî dergâha mahzûn bir gönülle açarak:

“Yâ Rabbî! Artık benim gözlerimi âmâ kıl! Ben, her şeyden çok sevdiğim Peygamberimden sonra artık dünyâda bir şey görmeyeyim!..” diye samîmî göz yaşları içinde ilticâ etti ve oracıkta gözleri âmâ oldu. (Bkz. Kurtubî, el-Câmî, V, 271)

Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh

-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-Efendimiz’in vefâtından sonra bir hadis nakledeceği zaman Allâh Rasûlü’nü hatırladıkça ağlar, konuşmada güçlük çekerdi.

Ebû Hureyre -radıyallâhu anh- onun bu hâlini şöyle anlatır:

“Ebû Bekir -radıyallâhu anh- minbere çıktı ve:

«–Biliyorsunuz ki Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- geçen sene aranızda şu benim durduğum gibi durmuştu…» dedi. Sonra ağladı. Sonra bu sözünü tekrar etti ve yine ağladı. Üçüncü kez yine tekrarladı ve kendini tutamayarak bir daha ağladı.” (Bkz. Tirmizî, Deavât, 105)

Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in sağlığında iken hep yanında olduğu hâlde dâimâ O’na hasret içinde kalırdı. Rasûlullâh’ın vefâtından sonra ise bu firâk sebebiyle, O’na kavuşma iştiyâkı daha da şiddetlenmişti.

Âişe -radıyallâhu anhâ- babasının vefât ânında, Hazret-i Peygamber’e duyduğu vuslat heyecanını şöyle ifâde eder:

Babam Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ölüm hastalığında:

“–Bugün hangi gündür?” diye sordu.

“–Pazartesi.” dedik.

“–Eğer bu gece ölürsem beni yarına bekletmeyiniz! Zira benim için gün ve gecelerin en sevimlisi Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e en yakın olanıdır. (Yâni O’na bir an evvel kavuşacağım andır.) dedi.” (Ahmed ibn-i Hanbel, I, 8)

Ashâb-ı kirâmdan bâzıları, Allâh Rasûlü’ne âşık olup bir an evvel vuslatı arzulayan hastalara, Allâh’a ve Rasûlü’ne kavuşmaları yaklaştığı için gıpta ile bakmış, onlarla Gönüller Sultânı Efendimiz’e selâm göndermişlerdir. Meselâ Muhammed bin Münkedir -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh âşığı Hazret-i Câbir’i, son hastalığında ziyâret etmişti. Onun ölüme iyice yaklaştığını anlayınca da, gönlü Rasûlullâh hasretiyle muzdarip olan Câbir -radıyallâhu anh-’ı tesellî için:

“Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e bizden selâm götür!” demiştir. (İbn-i Mâce, Cenâiz, 4)

Rasûlullâh âşığı sahâbe-i kirâm, Hazret-i Peygamber hakkındaki hâtıraları dinlemekten de zevk alırlardı.

Berâ -radıyallâhu anh-, babasının her fırsatta, Allâh Rasûlü’ne âid bir hâtırayı dinleyebilme arzusunu şöyle anlatır:

“Ebû Bekir Sıddîk -radıyallâhu anh-, babamdan on üç dirheme bir semer satın aldı ve:

«–Berâ’ya söyle de onu bizim eve götürüversin.» dedi.

Babam:

«–Hayır! Bana Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in Mekke’den Medîne’ye nasıl hicret ettiğini anlatmadıkca olmaz.» dedi.

Bunun üzerine Ebû Bekir -radıyallâhu anh- hicret yolculuğunu uzun uzun anlattı.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 2; İbn-i Hanbel, I, 2)

Sahâbîler, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e karşı o kadar hürmet, tâzim ve muhabbet besliyorlardı ki, bâzıları, Rasûlullâh’ın mübârek elleri dokundu diye başlarındaki saçları kestirmemişlerdi.

Sahâbî hanımlarının evlatlarına Allâh Rasûlü’nün muhabbetini telkin edişlerini sergileyen şu hâdise ne güzel bir muhabbet tezâhürüdür:

Sahabî hanımlar, evlatları, Allâh’ın Rasûlü ile uzun müddet görüşmedikleri zaman onları azarlarlardı. Huzeyfe -radıyallâhu anh- birkaç gün Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i görmediği için annesi ona kızmış ve onu azarlamıştır. Kendisi bunu şöyle anlatmaktadır:

“Annem bana sordu:

«–Peygamber Efendimiz’le en son ne zaman görüşmüştün?»

Ben de:

«–Birkaç günden beri onunla görüşemedim.» dedim. Bana çok kızdı ve beni fenâ bir şekilde azarladı. Ben de:

«–Dur kızma! Hemen Rasûlullâh Efendimiz’in yanına gideyim, onunla beraber akşam namazını kılayım ve O’ndan benimle senin için istiğfar etmesini taleb edeyim.» dedim…” (Tirmizî, Menakıb, 378; Ahmed, 5/391-2)

Yine Peygamber âşıklarında, Allâh Rasûlü’nün muhabbetinin bütün fânî ıztırapları aştığını gösteren şu misâl de pek ibretlidir:

Abdullâh bin Mübârek anlatıyor:

“İmam Mâlik’in yanındaydım. Bize Allâh Rasûlü’nün hadis-i şeriflerinden naklediyordu. Bir akrep gelip onu defalarca soktu. Rengi değişiyor, sararıyor ancak Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in hadisini kesmiyordu. Ders bitip de insanlar dağıldıklarında ona dedim ki:

«–Ey Ebû Abdullâh! Bugün sende bir gariplik gördüm?»

O da:

«–Evet. Beni defâlarca akrep ısırdı, hepsine de sabrettim. Buna ancak Rasûlullâh’a olan tâzim ve hürmetimden dolayı dayandım.» dedi.” (Bkz. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, III, 333)

Âlemleri kuşatan bir rahmet olan Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bu aşk ve muhabbet kafilesi, sahâbeden sonra da aynı tazelik ve coşkunluk pınarı hâlinde vuslat deryâsına doğru akmaya devam etmiş ve kıyâmete kadar da devâm edecektir. Muhabbetin kaynağına Allâh ve Rasûlü’nde erişen böyle gönül erleri, kıyâmete kadar ümmet-i Muhammed’in dostu olarak yaşarlar, fânî hayatlarından sonra da hep rahmet ve duâlarla yâd edilirler.

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e duyulan gerçek bir aşk ve muhabbetin en büyük alâmeti; O’nun hâliyle hâllenmek, O’nun yolunun tozunu başının tâcı eylemek ve O’na cân u gönülden itaat edip teslîm olmaktır.

Zîrâ O öyle bir şahsiyettir ki, her yönüyle insanlık için serâpâ bir rahmetten ibarettir. Bu meyanda O’nun kalbinin müminlere karşı ne derecede şefkat ve merhametle dolu olduğunu şu âyet-i kerîme ne güzel ifâde eder:

“Size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin hüsrânınıza üzülüyor, saâdetinizi cidden istiyor, mü’minler için yüreği rikkat ve merha­metle çarpıyor.” (et-Tevbe, 128)

Bu hususta Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, o kadar hassas ve merhametli idi ki, bazı insanların gaflet içinde helâke sürüklenmeleri karşısında gönül âlemi aşırı bir ızdırap ve üzüntü ile yıpranır, âdetâ perîşân olurdu. Öyle ki, Cenâb-ı Hak:

(Ey Rasûlüm!) Biz sana Kur’ân’ı meşakkat çekesin diye indirmedik…” (Tâhâ, 2) buyurarak O’nu îkâz ve tesellî eylemişti.

Rasûlullâh’ın ümmetine duyduğu bu engin şefkat, merhamet ve muhabbete mukabil, O’nun ümmeti olarak biz bu sevgiye ne kadar karşılık verebildiğimizi ciddî bir şekilde tefekkür etmek zorundayız.

Acabâ, O’nu seven ve O’nun uğruna her şeyini fedâ eden ashâb-ı kirâm, O’nu nasıl duydu ve hissetti? O’nun hâliyle nasıl hâllendi ve ahlâkını hayatına nasıl aksettirdi? Her biri birer Rasûlullâh âşığı olan bu İslâm büyüklerinin gönül iklimlerinden ne kadar nasibdâr olabildik? İşte Rasûlullâh’a olan muhabbetimizi bu ölçülerle mîzan edip, O’nun ahlâkından lâyıkıyla hisse almaya gayret etmeliyiz. Günah, hatâ, gaflet ve kusurlarımızı O’nun zemzem misâli tertemiz ahlâkıyla yıkamalı, O’nun mübârek hayatının mânâ ve hikmeti ile rûhumuza mânevî bir diriliş ve uyanış aşısı yapmalıyız.

Mübârek gün ve geceler, Hakk’a yaklaşabilmenin bu fânî âlemdeki nûrânî fırsatlarıdır. Mübârek kandiller -istîdâdı olanlarca- şöyle bir durup düşünme ve kendini hesâba çekme vesîlesidir. Bu mübârek zamanların en şereflilerinden biri de, hiç şüphesiz “velâdet kandili”dir. Bu ay idrâk edeceğimiz velâdet kandilinde de Rasûlullâh

-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e lâyık bir ümmet olabilme gayret ve heyecânı ile gönüllerimizi tezyîn etmeliyiz. Zîrâ o mübârek gece; ins, cin ve bütün mahlûkâtın yaratılış sebebi olan “Nûr-i Muhammedî”nin zuhûr ânıdır.

Bu mübârek gecede Allâh Rasûlü’nün muhabbetini vesîle edinerek Hakk’a ilticâ edelim. Âilemizin, memleketimizin, bütün müslümanların ve umûmen de insanlığın hidâyetine duâ edelim. Umulur ki Rabbimiz, bu gecenin sakladığı ilâhî sırlardan bir hisse nasîb eyler.

Ne mutlu o müminlere ki, Allâh ve Rasûlü’nden başkasına gönül vermez ve yaban bahçelerinden hülyâ meyveleri derlemezler.

Yâ Rabbî! Beşeriyete en güzel bir örnek şahsiyet olarak armağan ettiğin Rasûlünün güzel ahlâkından gereği gibi hisse alarak O’nun yüce şefaatine ermeyi, biz âciz kullarına lutfeyle!

Âmin!..