Ahlâkî Kıymetlerde İSRAF -4-

2006 – Ocak, Sayı: 239, Sayfa: 032

Ahlâk, Allâh Teâlâ’nın biz kullarında görmekten râzı ve hoşnud olduğu güzel huylardan ibârettir. İnsanoğlunun en büyük mazhariyetlerinden biridir. Zîrâ; “Allâh’ın ahlâkı ile ahlâklanınız.” (Münâvî, et-Teârîf, s. 564) hadîs-i şerîfi mûcibince güzel ahlâk, Allâh’ın cemâlî sıfatlarının, mü’min gönüllerdeki tecellîleridir.

Bu bakımdan mühim bir kulluk vazîfemiz olan güzel ahlâk sâhibi olmak, Allâh’a yakınlığımızın en bâriz alâmetlerinden biridir. Kulluk hayatımızın seviyesini taçlandıran ulvî bir kıymettir.

İnsanın izzet ve haysiyetini teşkil eden ahlâk, onun en belirgin kimliğini de ortaya koyar. Bu yüzden ahlâk, mahlûkât içinde insanoğluna âit üstün bir vasıftır.

Kâmil insan, bu imtihân âleminde ilâhî sanatın ince, zarif tezâhürlerini taşıyan bir hilkat âbidesidir. Erişilmez incelikler ve dibi görülmez derinliklerin müstesnâ bir numûnesi olarak yaratılan insan nesli, bu yüksek kıymetini, ancak ahlâkî değerlerle feyizlenmiş bir kulluk hayâtı yaşamakla muhâfaza edebilir.

Ahlâkın bir nevî mahfazası durumundaki kalb, nazargâh-ı ilâhî olmak gibi yüce bir şerefe mazhariyet istîdâdıyla yaratılmıştır. Hâl böyleyken, insanoğlu ten planında ve nefsânî arzular peşinde bir ömür sürüp kalb âlemini ahlâkî meziyetlerle tezyîn edemezse, insanlık ve kulluk haysiyetine ihânette bulunmuş, Hak katındaki yüce mevkiini hebâ etmiş olur. Bu ise, varlıklar içinde en güzel bir sûrette yaratılıp, ilâhî tekrîm ile müstesnâ bir şerefe mazhar kılınan insanın, bu ulvî kıymetini dehşetli bir isrâf ile ziyân etmesi demektir.

Ahlâkın gâyesi; kişiye dâimâ ilâhî kameralar altında olduğu idrâk ve şuurunu kazandırarak onu ham vasıflardan arındırıp İslâm’ın ideal insan tipi olan “insân-ı kâmil” hâline getirmektir. Nezâket, zarâfet, edeb, hayâ, cömertlik, şefkat, merhamet gibi yüksek hasletleri, tabiat-i asliye hâlinde insanın özüne nakşedebilmektir. Bu bakımdan ahlâk, dîn ve îmânın ayrılmaz bir parçası, hattâ onun rûhu ve özü mevkiindedir. Nitekim âlemlere rahmet olarak gönderilen hidâyet rehberimiz Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bu yüce vazîfesini:

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta’, Hüsnü’l-Hulk, 8) buyurarak hülâsa etmiştir.

Demek ki, ahlâkî güzelliklerden mahrum bir dînî hayat düşünülemez. Ahlâkî kıymetlerle tezyîn edilmeyen bir îman, mahfazasız bir mum ışığı gibidir ki, nefsânî ve şeytânî kasırgalar karşısında dâimâ büyük bir tehlike ve risk altındadır.

Bu itibarla, dînimizi ve îmânımızı güzel ahlâk ile âdeta mânevî bir zırh gibi muhâfaza altına almak mecbûriyetindeyiz. Nitekim Fahr-i Kâinât Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bir hadîs-i şerîflerinde buyurmuşlardır ki:

“Cibrîl bana Allâh Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu söyledi:

«Bu dîn (yâni İslâm), Zâtım için seçip râzı olduğum bir dîndir. Ona ancak cömertlik ve güzel ahlâk yakışır. Müslüman olarak yaşadığınız müddetçe onu, bu iki hasletle yüceltiniz!»” (Heysemî, VIII, 20; Ali- el-Müttakî, Kenz, VI, 392)

İşte güzel ahlâk, dînî yaşayışta böylesine hayâtî bir ehemmiyeti hâizdir. Ahlâkî kıymetlerden habersiz bir yaşantı, hayâtın hazin bir isrâfı iken, bu kıymetlerden hisse almış nasipli kalbler ise îmânın hakîkî lezzet ve halâvetini tatma bahtiyarlığına ermişlerdir. Nitekim şu hâdise, güzel ahlâkın, insanı îman ve hidâyet iklîmine götüren mânevî bir köprü olduğunu ne güzel ifâde etmektedir:

Ashâb-ı kirâmdan Hakîm bin Hizâm adında güzel ahlâk sâhibi bir zât vardı. Aynı zamanda Hazret-i Hatîce vâlidemizin akrabâsından olan bu zât; son derece cömert, müşfik, hayr u hasenât sâhibi biriydi. Câhiliye devrinde kızlarını diri diri gömmek isteyen babalardan onları satın alır, hayâta kavuşturur ve himâye ederdi.

Birgün Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Câhiliye devrinde yaptığım hayırlar var: Sadaka vermek, köle âzâd etmek, sıla-i rahim yapmak gibi… Bunlara mukâbil bana ecir verilir mi?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“–Sen zâten, daha önce yaptığın bu iyiliklerin hayrına İslâm’la şereflendin!” buyurdu. (Buhârî, Zekât, 24; Müslim, Îman, 194-196)

Bu misâlde olduğu gibi, güzel ahlâkın ne muazzam bir bağ ile îmâna irtibatlı olduğunu gösteren birçok numûneler vardır. Bunlardan biri de, sâhip olduğu saltanat ve iktidardan gurura kapılarak ilâhlık dâvâsına kalkışan zâlim Firavun’un, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a karşı müsâbakaya çıkardığı sihirbazlardır.

Bu sihirbazlar, önceleri îmandan bîhaber yaşıyorlardı. Lâkin onlar da güzel ahlâkın îmâna anahtar olma sırrından nasipdâr olacak bahtiyar kimselerdi. Nitekim müsâbaka öncesinde Allâh’ın Peygamberi Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a nezâket ve hürmet gösterip öncelik hakkını onun tercihine bırakmaları, Cenâb-ı Hakk’ı hoşnûd etmiş olacak ki, daha o an gönüllerinde hidâyet muhabbeti neşv ü nemâ bulmaya başlamıştı. Ardından da şâhid oldukları mûcizevî tecellîler, o kalbî zeminde îman şerefini tatmalarına vesîle olmuştu. Hem de öyle bir îman ki, candan fedâkârlık mukâbilinde bile aslâ tâviz verilmeyen kâmil bir îman…

Hâlbuki sihirbazların îmânına vesîle olan mûcizeyi Firavun ve avenesi de seyretmişti. Fakat onlar, küfürlerine daha dehşetli bir inatla sarılma bedbahtlığına düşmüşlerdi. Netîcede sihirbazlar, Firavun tarafından hunharca şehîd edilmişti. Îmanlarında sebat gösterip şehâdet şerbetini içen bu âbide zâtlar, kıssaları Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilerek kıyâmete kadar gelecek bütün mü’minlere ulvî bir hâtıra olmak şeklinde ikinci bir ilâhî iltifâta daha mazhar olmuşlardır.

İşte nezâket, zarâfet, rikkat-i kalbiyye, cömertlik, merhamet gibi ahlâkî kıymetlerin ulvî berekâtı… Düşünmek gerekir ki Hak katında bu kadar büyük bir değeri olan güzel ahlâk, îman mahrumlarını, hayatta en büyük nîmet olan îman ile şereflendirmeye vesîle olursa, kim bilir îman ehlini ne ulvî mertebelere nâil kılar…

Diğer taraftan ahlâkî kıymetlerde isrâfa sürüklenmek, toplumların yozlaşmasına, netîcede de büyük felâketlere dûçâr olmasına zemin hazırlar. Bu ise büyük bir âhiret hüsrânıdır. Fert ve toplumların huzur ve selâmeti; güzel ahlâk sâhibi, yâni dindar, vatanperver, zarif ve ince ruhlu bir nesil yetiştirmekle mümkündür. Zîrâ Muhammed İkbâl’in dediği gibi; “Müslüman, dünyânın gidişâtından sorumludur.”

Bu bakımdan Rabbimiz, haddi aşarak israf çılgınlığına düşenlerin yoluna uymaktan bizleri nehyetmektedir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“İsrafçılara uyma! Onların işi gücü yeryüzünde fesat çıkarmaktır. Yeryüzünün ıslâhı için ise hiçbir gayrette bulunmazlar.” (eş-Şuarâ, 151-152)

Diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyrulur:

“Mü’minler arasında hayâsızlığın yayılmasını arzu edenlere, işte onlara, dünyâ ve âhirette can yakıcı bir azap vardır.” (en-Nûr, 19)

Ahlâkî kıymetlerin başında gelen hayâ ve edeb nîmetlerinden mahrûmiyet, dîn ve îmandaki zâfiyet ve noksanlıktan kaynaklanır. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-; “Hayâ îmandandır.” (Buhârî, Îman, 3) buyurarak bu ahlâkî kıymetin, îmanla mühim bir alâkasının bulunduğunu beyân etmiştir. Buna göre hayâsızlık gibi ahlâksızlıkların toplumda yayılmasını isteyenler, o toplumun îmânına karşı en büyük cinâyeti işlemiş olurlar. Hâlbuki bütün hak dinlerin temel hedefi, tevhîd inancını yeryüzüne hâkim kıldıktan sonra güzel ahlâk ile yoğrulmuş sağlam bir ictimâî bünye tesis etmektir.

Ahlâksızlık ve azgınlık sebebiyle yaşanmış nice ilâhî intikam tecellîlerine şâhid olan dünyâ târihi, idrâk sâhipleri için ibret sahneleriyle doludur. Bunu görmek için yeryüzünde ibret nazarıyla dolaşmak kâfîdir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

(Rasûlüm! Sana karşı çıkanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zîrâ dolaşsalardı, elbette düşünecek kalbleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki gözler kör olmaz, lâkin göğüsler içindeki kalbler kör olur.” (el-Hac, 46)

Toplumların ahlâksızlıkta haddi aşarak israf çılgınlığına düşmeleri, dünyânın bütünüyle helâki demek olan kıyâmetin alâmetlerindendir. Bu da, ahlâkî kıymetlerdeki isrâfın helâk edici vasfını sergilemektedir. Kıyâmete yakın meydana gelecek ahlâksızlık ve haddi aşmalar, birçok hadîs-i şerîfte şöyle haber verilmektedir:

“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, bütün endişe ve gayretleri karınları (mîde ve şehvetleri) için olacaktır; şerefleri, malları ile ölçülecektir; kıbleleri kadınları olacaktır; dinleri de dirhem ve dinarları olacaktır. İşte onlar mahlûkâtın en şerlileridir. Onların Allâh katında hiçbir nasipleri yoktur.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XI, 192/31186)

“Öyle bir zaman gelecek ki, kişi helâlden mi haramdan mı kazandığına aldırmayacak!” (Buhârî, Büyû; 7)

“Öyle bir zaman gelecek ki, doğru söyleyenler yalanlanacak, yalancılar ise doğrulanacak. Güvenilir kimseler hâin sayılacak, hâinlere güvenilecek. İnsanlardan şâhitlik etmeleri istenmediği hâlde şâhitlik edecekler, yemin etmeleri istenmediği hâlde yemin edecekler.” (Taberânî, XXIII, 314)

“Öyle bir zaman gelecek ki, insanlar emr-i bi’l-ma‘rûf ve nehy-i ani’l-münker’de bulunmayacaklar. (Yâni iyiliği özendirmeyecek, kötülükten de sakındırmayacaklar.)” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, VII, 280)

Yine birgün Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz:

“–İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o vakit mü’minin kalbi tuzun suda eridiği gibi eriyecek!” buyurdu.

“–Niçin eriyecek yâ Rasûlallâh?” diye sorulduğunda:

“–Kötülükleri görüp de onları değiştirmeye güç yetiremediği için.” buyurdu. (Ali el-Müttakî, Kenz, III, 686/8463)

Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh-’ın şu rivâyeti de, ahlâkî kıymetlerde yaşanan zaaf ve israfların nasıl bir helâk sebebi olduğuna dâir bâriz bir misâldir:

“Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bize yönelerek şöyle buyurdu:

«Ey Muhâcirler cemaati! Beş şey vardır ki, onlarla mübtelâ olduğunuzda, ben sizin o şeylere erişmenizden Allâh’a sığınırım. Onlar şunlardır:

1. Bir milletin içinde zinâ, fuhuş ortaya çıkıp nihâyet o millet bu suçu alenî olarak işlediğinde, mutlaka aralarında vebâ salgını ve daha önceki milletlerde vukû bulmamış başka hastalıklar (Aids vs.) yayılır.

2. Ölçü ve tartıyı eksik yapan her millet mutlaka kıtlık, (bereketin kalkması) geçim sıkıntısı ve başlarındaki hükümdarların zulmü ile cezâlandırılır.

3. Mallarının zekâtını vermekten kaçınan her millet mutlaka yağmurdan mahrum bırakılır (kuraklıkla cezalandırılır. Hattâ) hayvanları olmasa onlara hiç yağmur yağdırılmaz.

4. Allâh’ın ahdini (emirlerini) ve Rasûlü’nün sünnetini terk eden her milletin başına mutlaka Allâh kendilerinden olmayan bir düşmanı musallat eder ve düşman o milletin elindekilerden bir kısmını alır.

5. İmamları Allâh’ın Kitâbı ile amel etmeyip Allâh’ın indirdiği hükümlerden işlerine geleni seçtikçe, Allâh onların hesâbını kendi aralarında görür.»” (İbn-i Mâce, Fiten, 22; Hâkim, IV, 583/8623)

Cenâb-ı Hak, biz kullarını bu hâllere düşmekten sakındırmak üzere Kur’ân-ı Kerîm’de nice îkazlarda bulunmuş ve:

“İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında onu gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kaf, 18) buyurarak başıboş bırakılmadığımızı, yaptıklarımızın sürekli tâkip edildiğini bildirmiştir. Böylece bizleri kalbî bir teyakkuza dâvet etmiş, davranışlarımızda ilâhî hudutlara riâyet etmemizi, aşırılıklardan, azgınlıklardan, ifrat ve tefritten, boş şeylerle meşgul olup ömrü isrâf etmekten kaçınmamızı murâd eylemiştir. Nitekim davranışlarda ölçülü olmayı emrederek güzel ahlâkı öğütleyen pek çok âyet-i kerîme bulunmaktadır. Bunlardan ikisi şöyledir:

“O kimseler ki boş söz ve işlerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3)

“Yürüyüşünde tabiî ol ve sesini alçalt! Unutma ki seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokmân, 19)

Hakîkaten insanı ahlâkta isrâfa dûçâr eden başlıca davranış şekillerinden biri de “kabalık”tır. İncelik ve nezâket gibi ahlâkî güzellikleri terk etmek olan kabalık, âyet-i kerîmede bildirilen merkep misâlinde olduğu gibi, neredeyse beşerî fıtratı inkâr ve insânî hasletlere vedâ etmek gibidir.

İnsana yakışan konuşma üslûbu -Kur’ânî ifâdeyle- “kavl-i leyyin”1, yâni yumuşak bir lisandır. Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı Firavun’a gönderirken, ona karşı bile yumuşak bir lisân kullanmasını emretmiştir. Yine Rabbimiz:

“Kullarıma söyle, en güzel sözü söylesinler!” (el-İsrâ, 53) buyurarak insanlara hitâb ederken nezâket ölçülerine riâyet etmemizi fermân eylemiştir. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in şahsında bizlere bir nezâket ölçüsü beyân etmek üzere diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyurmuştur:

“Allâh’ın rahmeti sâyesinde Sen insanlara yumuşak davrandın. Şâyet kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar etrâfından dağılıp giderlerdi.” (Âl-i İmrân, 159)

Diğer taraftan, her hususta olduğu gibi ahlâkî davranışlarda da îtidâle riâyet etmek şarttır. Aksi takdirde îtidâl kıvâmında makbûl olan birçok ahlâkî davranış, aşırılıkla, yâni isrâf ile îfâ edildiğinde kişiyi ifrat ve tefrite sürüklemektedir.

Meselâ güzel ahlâka âit bir davranış olan “tevâzû”da aşırıya kaçarak dolaylı bir övünme hâline bürünmek de tevâzûnun isrâfıdır. Hakîkaten bâzı insanlar, kendileri hakkında “mütevâzî” dedirtmenin nefsânî tatminkârlığı maksadıyla mütevâzî bir tavır takınırlar. Bu samîmiyetsiz ve riyâkâr hâl, aslında “tevâzûnun fahrı”ndan, yâni tevâzû kisvesi altında övünmekten ibârettir. Bunun zıddına, mütevâzî olmaya çalışırken tefrite sürüklenmek, yâni kibir sâhibi bir şahsın karşısında aşırı tevâzû göstererek zillete düşmek de ahlâkın diğer bir isrâfını teşkil eder.

Yine vakârı muhâfaza adına gurura kapılmak, beşerî münâsebetlerde, dostluklarda ve bilhassa âile hayâtında samîmiyetin ölçüsünü kaçırıp lâubâlîliğe dûçâr olmak gibi taşkınlıklar, ahlâkî davranışların aşırılığından, yâni isrâfından doğan bir ziyanlıktır. Demek ki ahlâkî davranışlarda ölçülü olmak, kime hangi dozda iyilik yapacağını ayarlamak da, ahlâkta isrâfa düşmemek için şarttır.

Meselâ, Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, engin bir incelik ve hassasiyet göstererek, köle ve hizmetçilere hitâb husûsunda şöyle buyurmuştur:

“Sizden hiçbir kimse «kölem, câriyem» diye hitâb etmesin. Hepiniz Allâh’ın kullarısınız. Kadınlarınızın da her biri Allâh’ın kullarıdır. Onlara hitâb edecek olan kimse; «oğlum, kızım, yiğidim» diye seslensin.” (Müslim, Elfâz, 13)

Buna mukâbil, fısk u fücûr ile kalb âlemini zâyi eden ve gazab-ı ilâhîyi üzerine celbeden kimselere de derecelerine göre hitâb etmeyi emrederek:

“Münâfığa, «efendi» demeyiniz. Eğer onu efendi kabul edecek olursanız, Azîz ve Celîl olan Rabbinizin kızgınlığını üzerinize çekmiş olursunuz.” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 83; Ahmed bin Hanbel, V, 346)

Demek oluyor ki, beşerî münâsebetlerde tevâzû, nezâket gibi ölçüleri numarasız gözlük gibi her yerde aynı tarz ve ölçüde kullanmak, ahlâkta isrâfa düşmektir. Zîrâ lâyığına muhabbet, müstahakkına husûmet beslemek ve bunun gerektirdiği gibi davranmak, ahlâkî bir zarûrettir. Mühim olan, her hususta olduğu gibi ahlâkî hususlarda da ilâhî ölçülere riâyet ederek îtidâl dengesini muhâfaza edebilmek ve böylece olgun bir mü’min karakteri sergileyebilmektir.

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bizzat kendi hayâtında İslâm ahlâkını büyük bir nezâket ve zarâfet üslûbuyla yaşamış ve ümmetine bu incelikleri üsve-i hasene (en güzel bir örnek) olan yüce şahsiyetiyle telkin etmiştir. Nitekim Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, bir topluluktaki suçlu şahsı bilse bile o kişinin ayıbını yüzüne vurmamış, muhâtabının hatâsını ona yakıştıramadığını îmâ etmek için de; “Bana ne oluyor ki ben sizi böyle görüyorum.” (Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Salât, 119) buyurarak galat-ı ru’yeti kendisine izâfe etmiştir.

Yine bu incelik dolu terbiyevî metodun bir tezâhürü olarak, birgün mescidde bir yellenme kokusu duyunca, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-;“Deve eti yiyenler abdest alsın.” buyurmuş, böylece kusurlu şahsı küçük düşürmemek için onu belirsiz hâle getirip bütün topluluğu o kusurdan sakındırmıştır. Yâni bir kişinin gayr-i ihtiyârî meydana gelen bir ayıbını örtmek için oradaki bütün ashâbına yeniden abdest aldırmıştır.2

Zîrâ nebevî ahlâk, dâimâ merhametli, nâzik, ince ruhlu ve rikkat-i kalbiyye sâhibi olmayı telkîn ediyordu. Bu yüzdendir ki, Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, kendisine çölden gelen kaba insanların defâlarca; “Ey Muhammed! Ey Muhammed!” diye bağırmalarına mukâbil her defâsında onları hoş görür ve yumuşak bir üslûpla;“Buyrun, arzunuz nedir?” diye karşılık verirdi. (Müslim, Ebû Dâvûd)

Bu bakımdan, hatâlı insanları îkaz ve irşad gibi fazîletli amellerde de, muhâtapların idrâk seviyesini hesâba katmak ve bilhassa bu nebevî nezâket ve âdâba riâyet etmek îcâb eder.

Öte yandan güzel ahlâkın en mühim tezâhürlerinden olan “cömertlik” ve “infak” gibi fazîletlerde de usûl ve âdâba riâyet etmek, pek mühim bir şarttır. Aksi hâlde bir iyilik yaparken başa kakmak, minnet altında bırakmak, gönül kırmak, gurura kapılmak gibi kalbî galatlar, bu hayırların ecrinin zâyî olmasına, dolayısıyla o fazîletlerin isrâfına sebebiyet verir. Bunun içindir ki ecdâdımız, yaptıkları hayırlarda bir ahlâk zaafına düşmemek için kâbına varılmaz bir hassâsiyet sergilemişlerdir:

Ecdâdımız, akıl hastalarının bile insanlık haysiyetini korumak için böyle kimselere “muhterem âcizler” diye hitâb etmiş, toplumdan dışlanan cüzzamlılara merhamet elini uzatarak onlara “miskinler tekkesi” adı altında barınacakları mekânlar hazırlamışlardır.

Yüksek hayâ ve vakârından dolayı başkalarına ihtiyâcını arz edemeyen yaşlı ve kimsesiz hanımların onurunu korumak için de vakıflar kurmuşlardır. Bu ihtiyar hanımlara, temizlenmiş, yıkanmış, taranmış yün temin etmişler, onların eğirip iplik hâline getirdikleri bu yünleri, dolgun ücretlerle geri alarak bu yaşlı hanımlara ellerinin emeğiyle geçinme imkânı sağlayıp onları onure etmişlerdir.

Sadaka verenle alanın birbirine meçhul kalmasını temin maksadıyla câmilerde “sadaka taşları” ihdâs etmişlerdir.

Muhtaçlara dağıtılacak yemekleri, onların gönüllerini incitmemek için kapalı kaplarla gece karanlığında tevzî etmişlerdir.

Bezmiâlem Vâlide Sultan, kaba ve görgüsüz kimselerin yanında çalışan hizmetkârların kırdıkları veya zarar verdikleri eşyâ yüzünden azarlanıp haysiyetlerinin rencide edilmemesi için onların zararını tazmin eden bir vakıf kurmuştur.

Zîrâ Allâh Teâlâ, kullarının hor görülmesine ve nazargâh-ı ilâhî olan gönüllerinin incitilmesine râzı gelmez. Bunu çok iyi idrâk etmiş olan mübârek ecdâdımızın, İslâm ahlâkını yaşarken sergiledikleri edeb, nezâket, zarâfet ve hassâsiyet, bizler için mükemmel numûnelerdir.

Ayrıca, hac ve kurban ibâdetleriyle feyizlenen mübârek günleri idrâk etmekte olmamız vesîlesiyle şunu da hatırlatalım ki, bütün ibâdetler gibi hac ve kurban da, güzel ahlâkı kemâl hâlinde yaşamayı telkîn eder.

Hac, ihtivâ ettiği vazîfeler itibâriyle, insanı kâmil bir ahlâka, bunun için de kalbî hassâsiyetlere yönlendirir. Çünkü bu nâzik ibâdet; av avlamamak, avcıya avı dahî göstermemek, yeşil bir dal koparmamak, Allâh’ın mahlûkâtını incitmemek gibi kalbî rikkat ve hassâsiyet tezâhürleriyle doludur. Yine ihramlı iken yersiz münâkaşalara, refes, fısk ve cidâle yer yoktur.3 Yalnız Yaratan’dan ötürü yaratılanlara muhabbet, af, merhamet, nezâket ve bilhassa gönül kırmama zarûreti vardır.

Kurban kesmekten asıl maksat da, kurbanın mânâsındaki ilâhî hikmetlerden nasîb alarak âgâh bir gönülle, yâni Allâh’a teslîmiyet ve takvâ ile dolu rakik bir kalb ile kulluk edebilmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:

“(Kurbanların) ne etleri, ne de kanları Allâh’a ulaşır. Allâh’a ulaşan, ancak takvânızdır…” (el-Hac, 37)

Velhâsıl, Rabbimiz bütün hayâtımızı güzel ahlâk dâiresi içinde, hassas bir yürekle ve insanlık haysiyetine yaraşır bir şekilde yaşamamızı emretmektedir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, ahlâkî meziyetleri insana ikrâm etmiştir. Diğer mahlûkât için ahlâk mevzubahis değildir. Hâl böyle iken insanın bu meziyetini hebâ ederek diğer mahlûkâta benzemesi ve hattâ onlardan daha şaşkın bir hâle düşmesi, insanlık şerefi adına ne acı bir kayıp ve ne fecî bir israf çılgınlığıdır!..

Rabbimiz, bizleri her türlü fenâlıklardan ve âhiretimizi hebâ edecek israflardan muhâfaza buyursun! Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in fem-i muhsinlerinden sâdır olan şu duâların berekâtından gönüllerimizi hissedâr eylesin:

“Allâh’ım! Yaratılışımı güzel kıldığın gibi ahlâkımı da güzelleştir!”

“Yâ Rabbî! Beni ahlâkın en güzeline ulaştır! Şüphesiz ona ulaştıracak olan ancak Sen’sin!”4

Âmin!

Dipnotlar:

1 Bkz. Tâhâ, 44.

2 Nitekim Peygamber Efendimiz’in bu uygulamasındaki nezâket hikmetini sezemeyip hâdiselerin sırf zâhiriyle yetinen Zâhiriye Mezhebi’nde “deve eti yemenin abdesti bozduğuna” hükmedilmiştir.

3 Bkz. el-Bakara, 197.

4 İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, X, 456.