Âh Vefâ!..

2001 – Temmuz, Sayı: 185, Sayfa: 028

“Eğer gönlün, yârine gerçekten bağlı ise, gözünü aç da şükret; vefâdan bahset! Dikeni bırak da gülden nasîb almağa bak!”

Hazret-i Mevlânâ

Mehmed Âkif merhum, kızının nikâh akdine çok sevdiği ahbâbından olan Bosnalı Ali Şevki Efendi’yi de dâvet etmişti. Yaşlı Hocaefendi bu dâvete biraz geç geldi ve gecikme sebebi olarak da, Vefâ Yokuşu’ndan çıktığını söyledi. Merhûm Âkif de, bu yerinde mazereti, yerinde bir hakîkatle mezcederek mütebessim ve mânidar bir şekilde şöyle dedi:

“Hangi Vefâ Yokuşu’ndan bahsediyorsun Hoca Efendi? Nesl-i hâzır (şimdiki nesil) o yokuşu çoktan düzledi…”

Merhûmun hüzünle dile getirdiği ve âdetâ ah vefa dercesine ifade ettiği gerçek, insanoğlunun en çok muhtaç olduğu vazgeçilmez bir haslettir. Bu hasleti gerçekleştirmenin güçlüğünü ifade sadedinde Vefâ Yokuşu’nu çıkmanın güçlüğüne âit sözden istifâde sûretiyle telmihte bulunan Âkif merhum, bugünkü cemiyetimizi görse kimbilir nasıl feryâd ederdi… Bugün, insanlar izleri silinmiş iyilikleri hatırına bile getirmemekte ve ekseriyetle “vefâ” kelimesi, âdetâ ve sırf İstanbul’da bir semt adı olarak kalmış bulunmaktadır.

Hâlbuki vefâ, İslâmî şiarlardan biri ve belki de en esaslısıdır. Gerçi İslâm nazarında esasların esası îmândır. Fakat, îmânın aynı zamanda bir vefâkârlık tezâhürü olduğu muhakkaktır. Zîrâ vefâ, ahde riâyet, yâni verilen sözde durmadır. Îmân da rûhlar âleminde Rabbi tasdik ve ikrâra bu dünyâda sadâkat gösterilmesi, yâni netice itibarıyla bir vefâkârlıktır.

Bununla berâber vefâ, sadece ahde riâyet, yâni verilen sözde durma keyfiyeti değildir. O, Hakk’a karşı samîmiyet ve gönül hâlini değiştirmemek, hısım akraba ve din kardeşlerimizden ana-babamıza, îmân nîmetinin bize kadar ulaşmasında hizmeti geçmiş âlimler ve sâlihlerden peygamberlere kadar fiilî veya hissî bir sûrette güzel alâkaya mecbûr olduğumuz minnettarlığı ve gönül kenetlenmesini gerçekleştirmek ve bu hâli mevsimlik değil -iyi ve kötü günde- ömür boyu devâm ettirmektir.

Vefâ kelimesi, minnettarlık, sadâkat ve istikâmet gibi vasıfların hepsinde bir kumaşın iki yüzünden biri olmak gibi berâberlik ve hattâ bazen ayniyet ifâdesi taşır. Bu temel bakış açısından, îmânın îcâb ettirdiği her tavır ve hareket, aynı zamanda bir vefâkârlık ifâdesi taşıdığı gibi, bu tavır ve hareketlerin aksi de “vefâsızlık” olarak kabûl edilir.

Vefâ, peygamberlere, velîlere ve fazîlet sahibi kimselere âid bir vasıf olarak beşerî hayatı en yüce bir seviyede taçlandıran mânevî bir sıfattır. Bu itibarla bazı müfessirler İslâm’ı, dil ile ikrar ile beraber hem kalb ile tasdik, hem Allah Teâlâ’ya bütün kaza ve kaderinde teslimiyet ve hem de bir vefâ olarak tarif etmişlerdir.

Gönüllerini vefâ menbaından nasiblendirenler, ateş gibi olan nefislerini gül bahçesi hâline getirmişler demektir. Öyle bir gül bahçesi ki, içinde zikir gülleri, tesbîh bülbülleri, îmân ve irfân çimenleri, ilâhî lutuf çiçekleri ve amel-i sâlih ırmakları vardır. Böyle bir gönlün mükâfâtı da kendi hâline uygun olur ki, bu, cennet-i âlâ ve cemâlullâhtır. Böyle gönüllerin önünde ateşler bile vasıf değiştirerek bir gülistâna dönerler. Nitekim İbrâhîm -aleyhisselâm- Nemrud tarafından dağlar gibi alevlerin içine atıldığı an Cenâb-ı Hakk’ın:

“Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve selâmet ol!” emriyle bir gülistân hâlini almıştır. Zîrâ İbrahim -aleyhisselâm-, ateşe atılmadan önce nefs alevini vefâ sularıyla söndürmüş ve Hakk’a sadâkatini her vechile tezâhür ettirmiş bir peygamberdi. Öyle ki Allâh Teâlâ, onun vefâsını:

“Çok vefâkâr olan İbrâhîm…” (en-Necm 37) şeklinde takdîr buyurmuştur.

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in üsve-i hasene olan hayâtı da baştan sona âdetâ bir vefâ sergisidir. O Varlık Nûru, fetihden sonra Mekke’de onbeş gün kalmışlardı. Bunun üzerine Ensâr’dan bazıları endîşelenmişler ve Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in bir daha Medîne’ye dönüp dönmeyeceklerini düşünmeye ve aralarında bunu hüzünle konuşmaya başlamışlardı. Çünkü Allâh Teâlâ, O’na doğup büyüdüğü mübârek ve mukaddes yerin fethini nasîb buyurmuştu. Ensâr-ı Kirâm’ın bu tedirginliklerini sezen Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, onların yanına giderek:

“-Konuştuğunuz nedir?” diye sordular.

Onların endîşelerini öğrendikten sonra da büyük bir vefâ örneği olarak şöyle buyurdular:

“-Ey Ensâr! Öyle bir şey yapmaktan Allâh’a sığınırım. Ben sizin memleketinize hicret ettim. Hayâtım hayâtınız; ölümüm de sizin yanınızdadır.”

Bu vefâyı, vefat hastalığında mescide son ziyaretinde minbere çıktıklarında muhâcilere:

“Ey muhâcirler! Ensâra karşı iyi davranın! Onlar bir kıymettir. Onlar bana karşı sığınak olmuşlardı. İyilerine iyilikle muâmele edin, kötülük yapanları da afvedin!..” buyurmak suretiyle o son demlerinde dahî tekrarladılar.

Denilebilir ki bütün peygamberler, bir bakıma beşeriyete vefâyı en yüksek seviyede talim eden rehberlerdir. Allâh Teâlâ’nın muhabbetine nâil bir kul olabilmek için, hidâyet rehberimiz Hazret-i Muhammed Mustafâ -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in vefâ hususunda koyduğu düsturları gönlümüzün en müstesnâ ölçüleri hâlinde yaşamak zarûreti vardır. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:

1. Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a vefâ:

İlk ünsiyet ve onun netîcesi olan vefâ, Allâh -celle celâlühû-‘adır. Zîrâ Cenâb-ı Hakk, ezelde yarattığı rûhlara buyurdu ki:

“Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da:) Belâ, (evet)!” (el-A’râf 172) diyerek ikrarda bulundular.

Bu ikrar hususu, Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyyetini ve insanların kulluğunu kabullenmeyi ifade eden bir ahitleşmedir. Bunu kabûl eden, ikrarında sadâkat gösterip kulluğunu hayâtı boyunca en güzel şekilde devâm ettirmekle vefâkârlık göstermiş olur. Çünkü bu vefâkârlık için sâdece ikrar kâfî değildir. Bu kabullenişin doğurduğu bir takım aklî ve vicdânî mükellefiyetler vardır. Bunlar da Allâh’ın emirlerine riâyet ve nehiylerinden kaçınmakla gerçekleşir.

O hâlde Hakk’a vefâ ancak ve ancak O’nun emirlerine riâyetle gerçekleşir. Bu vefâ, O’na bağlı his ve fiillerin zirvesidir. Çünkü yaratan, yaşatan ve kendisine her an muhtac olunan yegâne varlık odur. Hayatımız da ölümümüz de onun elindedir. Bu cihetle ona olan muhabbet ve her nefeste onunla rabıtalı olabilmek husûsiyeti, kulluğun en yüce ufku ve vefâ borcudur. Firavun’un, îmân ettiler diye büyük bir zulümle kol ve bacaklarını çaprazlama keserek hurma dallarına astırdığı sihirbazların bu durum karşısında:

“Yâ Rabbî, bizi şu belâdan kurtar, rahata erdir!” şeklinde değil de:

“Allâhım! Üzerimize sabır yağdır ve bizim canımızı müslümanlar olarak al!” diye niyâz etmeleri ne muazzam bir kulluk vefâsıdır.

Böyle vefâ ve sadâkat timsâli kullar hakkında Cenâb-ı Hakk âyet-i kerîmede buyurur:

“Allâh sadâkat gösterenleri, sadâkatleri sebebiyle mükâfâtlandıracaktır…” (el-Ahzâb 24)

Bu hakîkat dolayısıyla Hazret-i Mevlânâ, irfân yolcularına şu fânî âlemdeki imtihân ve ibtilâlara karşı sabır ve Hakk’a vefâ sadedinde mecâz yoluyla şöyle seslenir:

“Ey bülbül! Kara kış yüzünden ne vakte kadar feryâd edeceksin? Ey bülbül! Durmadan cefâdan bahsetmek revâ mıdır? Eğer gönlün, yârine gerçekten bağlı ise, gözünü aç da şükret; vefâdan bahset! Dikeni bırak, gülden bahset! Gülün sap ve köke âid sıfatlarından geç; onun zâtına bak! Şu fânî âlemle niçin bu kadar meşgulsün; yoksa varmak istediğin yer, ötelerin ötesi değil mi?”

2. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e vefâ:

Allâh’a karşı vefâdan sonra en ulvî ve en gerekli vefâ Âlemlerin Efendisi olan Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e müteveccih olandır. Bu vefâ, diyerek Cenâb-ı Hakk’a tazarrû ve niyazlarında öncelikle ümmeti için talepte bulunan Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-‘adır.

Peygamber’e sevgi ve muhabbette derinleşmekle başlayacak olan bu vefâ, onun sünnet-i seniyyesi etrafında pervâne olabilmekle mümkündür. O yüce Peygamber ki, bizi Allâh’a götüren, hayat ve ölüm karşısında irşad ederek sonsuz seâdet yollarını aydınlatan yegâne kandilimiz olmuştur. Ona vefâyı ve onun bu vefâya mukâbelesini anlatan şu hâdiseler ne kadar ibretlidir:

Uhud harbinin mü’minlerin aleyhine döndüğü safhada müşrikler Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘i öldürmek kasdıyla bütün güçleriyle saldırıyorlardı. Öyle ki o Âlemler Serveri’nin mübârek dişlerini şehîd ettiler. O dehşetli hengâmede Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in yanında bulunan ashâb-ı kirâmın fedâkârlık ve vefâları kâ‘bına varılmaz birer dâsitânî tezâhürler hâlinde tahakkuk ediyordu. Kimi vücûdunu O’na siper ediyor, kimi gelen oklara ellerini kalkan yapıyor kimi düşmana ok atarak onları püskürtmeye çalışıyordu. O gün Rasûllullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in yanında müşriklere bin kadar ok attığı rivâyet edilen Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs -radıyallâhu anh- de, öyle cansipârenâ gayretler içindeydi ki onun bu vefâkâr ve fedâkâr hâli karşısında Âlemlerin Efendisi memnûniyetlerinden şöyle seslendiler:

“Anam babam sana fedâ olsun, ey Sa’d!”

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- der ki:

“Ben Nebî -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in ana ve babasını Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs’dan başka bir kişiye fedâ ettiğini söyleyerek hitâbda bulunduğunu işitmedim.”

Bir başka misâl:

Hudeybiye günü Hazret-i Osmân, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- tarafından elçi olarak Mekke’ye gönderilmişti. Hazret-i Osmân, müşriklere niyetlerinin umre yapıp dönmek olduğunu anlattı. Fakat onlar o yıl için izin vermediler. Hazret-i Osmân’a:

“-İstiyorsan sen şimdi tavâf edebilirsin!..” dediler.

Fakat kendilerini Allâh’a ve Rasûlü’ne adayanlardan olan Hazret-i Osmân:

“-Hazret-i Peygamber Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı, ancak O’nun arkasında ziyâret ederim. O’nun kabûl edilmediği yerde ben de yokum!..” diyerek Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e olan sadâkatini bildirdi.

O sırada Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- gelişen hâdiseler üzerine ashâbının bey’atini kabûl ediyordu. Hazret-i Osmân -radıyallâhu anh- orada bulunmadığı için bey’atin sonunda Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bir eliyle diğer elini tutarak:

“-Allâh’ım! Bu da Osmân’ın bey’atidir! Şüphesiz ki o, senin ve Rasûlünün hizmetindedir…” buyurdular.

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-‘ın mazhar olduğu bu iltifât-ı Peygamberî, ondaki vefâ ve sadâkate sarılmak şartıyla bütün ümmete şâmildir. Bizler de gönüllerimizdeki vefâ ile Bey’atü’r-Rıdvân’da bulunan sahabîye kalben iştirak edebilir ve:

“(Ey Rasûlüm!) Muhakkak ki sana bey’at edenler ancak Allah’a bey’at etmektedirler. Allah’ın eli (kudreti) onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir…” (el-Fetih 10) âyet-i kerîmesindeki müjdelere nâil olabiliriz.

Buna nâiliyyet için onu sevmek ve ona vefâkâr olabilmek ise, Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Peygamber, müminler için canlarından evlâdır…” (el-Ahzâb, 6) şeklinde ifâde buyurulmuştur.

Bu ve benzeri nice bağlılık ve vefâ ifadeleri çerçevesinde peygamber âşıkları, Fahr-i Âlem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in mübârek saç ve sakallarından kadem-i pâkine (ayak izine) kadar onun her emanetini başlarına taç etmişlerdir. Onun hırkasından asâsına, kılıcından oklarına ve mühr-i şerîfine kadar günümüze kadar gelen bütün emanetler, işte hep bu hissiyatla devam etmiş ve ona âid olan her şey bir olarak telâkkî edilmiştir. Bu meyânda bilhassa Osmanlı’nın gösterdiği itina, hürmet ve vefâ, dillere destandır. Öyle ki, bazı mütefekkirler Osmanlı’nın altı yüz küsur senelik muhteşem bir ömre mazhariyetini, Kur’ân ve sünnete ittibâya ilâveten Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘den ümmete ulvî birer hâtıra olarak kalan mukaddes emanetlere gösterdiği göz kamaştırıcı ihtirâm tezâhürlerine bağlarlar.

3. Din büyüklerine vefâ:

Her mü’min dîn büyüklerine karşı da vefâ hissiyle bağlı olmak mecbûriyetindedir. Allâh ve Rasûlü’nün getirdiği emir ve nehiyleri, güzel ahlâkı ve iki cihânımızı aydınlatan ulvî kandilleri bizlere taşıyan İslâm büyükleridir. Cemiyetler, onların irşâd ve talimleriyle istikametlenir ve mânevî âlemlerini tezyin ederek istikbâle yürürler. Bunun içindir ki:

“Âlimlerin ölümü, âlemlerin ölümü gibidir…” buyurulmuştur.

Diğer taraftan Cenâb-ı Hakk’ın:

“Ey îmân edenler, Allâh’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe 119) beyanındaki sâdıklar kelimesine bazı müfessirler sadakat ehli, yâni vefâ sahipleri mânâsını vermişler ve âyeti:

“Îmân ve İslâm yolunda vefâ sahipleri ile birlikte bulunun ve siz de vefâ ehli olun ki, dünyâ ve âhırette kurtuluşa nail olabilesiniz!” şeklinde de îzâh eylemişlerdir.

4. Ana-babaya ve hısım-akrabâya vefâ:

Ana-baba hakkı, üzerinde en çok durulan hususlardandır. Onlara hizmet, güzel söz ve ikrâm bilhassa yaşlandıkları zaman evlâdların en büyük vefâ borcudur. Kur’ân-ı Kerîm’de Allâh’a ibâdetten sonra ana baba sevgisi ve hizmeti telkîn edilmektedir. Cenâb-ı Hak buyurur:

“Rabbin, yalnız kendisine ibadet etmenizi ve ana babaya iyilikte bulunmayı emretmiştir. Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlıyacak olursa, onlara karşı bile deme, onları azarlama. İkisine de hep tatlı söz söyle.”

“Onlara rahmet ve alçak gönüllülük kanatlarını ger ve: “Rabbim! Küçükken beni (merhametle) yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et !” de!” (el-İsrâ 23-24)

Hazret-i Alî -radıyallâhu anh-‘ın annesi Fâtıma binti Esed -radıyallâhu anhâ-, gençlik yıllarında Hazret-i Peygamber’e gerçek annesiymiş gibi hizmet etmişti. Bu sâlihâ kadın vefat ettiği zaman Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, cenazesinin yanına girmiş, başucuna oturmuş ve onun vefâ ve hizmetine Hakk katında şâhidlik ederek şöyle buyurmuştur:

“Ey annem! Allâh sana rahmet eylesin. Sen, benim (öz) annemden sonra annemdin. Kendin aç kalır beni doyururdun, kendin giymez beni giydirirdin, kendini güzel yiyeceklerden alıkoyarak bana yedirirdin ve bunları yaparken Allâh’ın rızâsını ve âhıret yurdunu arzu ederdin.”

Ana-babadan sonra, hısım ve akraba muhabbeti ve onlara vefâ gelir. Hısımlık iki kategoridedir. Biri umûmî mânâdaki îmân ve fazîlet akrabâlığıdır. Diğeri olan husûsî yakınlık ise akrabalık yakınlığıdır. İslâmî ifâde ile akrabalığa “ulü’l-erhâm”, akrabâ ziyâretine de “sıla-yı rahim” denir. Akrabalarla ilgiyi kesmek kötü, çirkin ve günah bir husustur. Buna binâen:

“Akraba ile ünsiyeti kesmiş bir kimsenin bulunduğu meclise rahmet inmez.” buyurulmuştur.

Dînimiz de hısımları hiçbir iyilik ve yakınlıktan uzak tutmamayı ve yakın akrabadan uzak akrabaya doğru dereceli bir şekilde haklara riâyeti emretmiş ve bunu hayatî bir vazîfe olarak sırtımıza yüklemiştir.

Âile teşkîlâtı ve akrabâlık tezâhürleri Allâh -celle celâlühû-‘nun acâib ve garâib tecellîlerindendir. Yabancıları, nikâh gölgesinde birbirine can-ciğer yapan, onları akrabalık şeklinde muhabbet dalları gibi zümrütleştiren rabıtalar ve hısımlık cilveleri, Allâh’ımızın lutf u ihsânı cümlesindendir. Hısımlık bağlarını kesmek en çirkin bir vefâsızlıktır. Zâhirî uzaklıklar, Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havvâ’nın insanlık izdivâcında birleşmektedir. Takvâ neş’eleriyle vefâ duygu ve fazîletlerinin, soy-sop telakkîlerinin üzerinde olduğu muhakkaktır.

Dünya seâdeti, İslâmî bir aile ve akrabalık rabıtasıyla güçlenir. Dünyadaki samimiyet ve o alâkaların devâmı olan vefâ duygusu, âhıretin de seâdetidir.

Vefâ gösterilmesi gerekenler sadece bu saydıklarımızdan ibaret değildir. Bilhassa dostlara ve din kardeşlerine vefâyı gönle yerleştirmelidir. Diğer taraftan ecdâda vefâ, dirilerimize ve ölülerimize vefâ, vatana vefâ ve toplumdaki bütün emanetlere vefâ sağlam karakter ve şahsiyetlerin vasıflarındandır.

Bilmelidir ki kulda ancak takva hissi ve vefa şuuru, ilahi sınırların ihlâl edilmesine ve muhabbet kalesinin yıkılmasına razı olmaz. Aksi hâlde nefis, nice nifâk ve gaflet yollarında dolaşarak gönlü uçurumdan uçuruma sürükler. Nitekim ilâhî gazaba dûçâr olan nice kavimlerin helâk sebebi dâimâ Hakk’a verdikleri sözde durmamaları olmuştur. Onlar, ahde vefakârlık etmek, insanlık borcu ve gereği iken buna yanaşmadılar. Böylece ilim ve idrak, marifet ve iz’andan mahrum kalarak helâk oldular. Onların hâlleri görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, muttakîler için de bir öğüt vesîlesi kılındı. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Onların çoğunda sözünde durma diye bir şey, yâni ahde vefâ görmedik…” (el-A’râf 102)

Allâh’ın kendisine verdiği nîmetleri unutup basit bir nefsânî temâyülün esîri olarak vefâsızlık gösterenlerin hâlini Ferîdüddîn Attâr Hazretleri’nin şu kıssası ne güzel aksettirir:

Pâdişâhın husûsî nazarlarına mazhar olmuş bir av köpeği vardı. Avcılıkta mâhir ve usta idi. Pâdişâh, ona son derece değer verir ve her ava çıkışında onu mutlaka yanına alırdı. Tasmasını mücevherlerle süslemiş, ayaklarına altın ve gümüşten yapılmış halkalar ve bilezikler taktırmıştı. Sırtı da sırmalı atlas bir çulla kaplıydı.

Birgün pâdişâh, yine onu yanına almış olduğu hâlde saray erkânı ile birlikte ava çıktı. Tasmanın ipek ipi elinde at üzerinde vakur bir şekilde ilerleyen sultan, neş’eli idi. Fakat birden bu neş’esini kaçıran bir şey gözüne ilişti. Çok sevdiği köpeği, pâdişâhını unutmuş bir vaziyette başka bir şeyle oyanlanmaktaydı. Pâdişâh, önce mahzûn olarak elindeki ipek ipi çektiyse de köpek direndi; önündeki kemik parçasını kemirmeye devam etti. Bu hâl karşısında pâdişâh, hayret ve hiddet hisleri arasında haykırdı:

“-Huzûrumda beni unutarak başka bir şeyle meşgûl olmak! Nasıl olur bu?!.” dedi.

Son derece üzüldü. Köpeğinin bu nankörlük, vefâsızlık ve duygusuzluğu ona çok dokunmuştu. Bir köpek de olsa mâzûr görüp afvetmek içinden gelmedi. O kadar izzet, ihsân ve ikrâma karşı köpeğinin bir anda hem de bir kemikle kendisini unutması, gönül yaralayıcı ve vefâyı zedeleyici bir tavır olarak aslâ afvedilebilecek bir husus değildi. Gazapla:

“-Yol verin şu edebsize!” dedi.

Gâfil köpek, bu hiddetin mânâsını kavradı, ancak iş işten geçmiş, yapacak bir şey kalmamıştı. Öyle ki, etrafındakiler pâdişâha:

“-Sultanım, üzerinde mücevher, altın, gümüş ne varsa alalım da öyle bırakalım!” dediklerinde pâdişâh:

“-Hayır! Bırakınız öyle gitsin!” dedi.

Ardından ilâve etti:

“-Bırakınız öyle gitsin! Öyle gitsin de, ıssız, kızgın ve bomboş çöllerde garip, aç ve susuz kalsın; onlara bakarak kaybettiği ikrâm ve lutufların acısını yaşasın!..”

Cenâb-ı Hakk’ın sayısız nîmetlerinin kadrini bilemeyip basit, fânî ve süflî menfaatlerin peşine takılarak helâk olup tükenen vefâsız kimselerin hâlini aksettiren bu kıssa ne kadar ibretlidir. Bu hâle düşen kimse, sonunda bu fânî takıntıların bomboş olduğunu görür, ama her şey bitmiş olur. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Vefâsızlık, köpekler için bile bir leke ve ayıp olduğu hâlde, sen nasıl oluyor da insan olarak vefâsızlık gösteriyorsun?”

Bu itibarla büyükler, Hak yolcularına şöyle seslenmişlerdir:

“Gâfillerin de sâlihlerin de hâllerinden ayrı ayrı lâyıkıyla ibret al ve Allâh’a vefâkâr bir kul olmaya bak!”

Evet bütün mes’ele bu: Sâdece vefâkâr bir kul olabilmek.

Cenâb-ı Hakk’a sonsuz şükürler olsun ki bizleri böyle bir kulun çok yakınında senelerce bulunmak şeref ve bereketine nâil eyledi. Bu müstesnâ şahsiyet, muhterem pederimiz ve iki sene evvel bu ayda Hakk’ın rahmetine tevdî eylediğimiz, Sahrâ-yı Cedîd mezarlığında medfun Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-‘dur.

Meşreb olarak Ebû Bekir Sıddîk -radıyallâhu anh- Hazretleri’nin zamanımızdaki kâmil bir mümessili bulunan pederimiz ve üstâdımız, sevenleri arasında “sâhibu’l-vefâ” olarak mâruf olmuştu. Bu tâbir, o büyük zât için hiç şüphesiz, sebepsiz kullanılmış değildir. Zîrâ o Hak dostu, bütün bir ömrünü müstesnâ bir vefâ ve sadâkat âbidesi hâlinde yaşayan bir gönül ufku, gündüzlerimizin güneşi ve gecelerimizin hilâli idi. O bir istikâmet kutbu, ârifler sultânı idi.

O, buraya kadar anlattığımız bütün vefâ tezâhürlerini gönlünde cemetmiş ve bundan dolayı olarak yâd olunmayı hak etmiş bir vuslat goncasıydı. Vefâtının ardından geçen şu iki senelik zaman, gönlümüzdeki ayrılık yaralarını bir nebze bile olsun saramadı. Bilâkis daha şiddetlendirdi. Zîrâ onun tarifsiz bir vefâ ile mütehallî olan gönül iklîmi, bizlere daima sadâkat ve bağlılığın, muhabbet ve aşkın müstesnâ bir talimgâhı idi.

Allâh -celle celâlühû-, bir kuluna şerefli bir hizmet takdir buyurduğu zaman, ona bu işin liyâkatini de lutfeder. İşte bu yönden bakılınca, Mûsâ Efendi’nin şahsiyetindeki zâhirî ve bâtınî kemâlât, her yönüyle müşâhede edilmekteydi. O, çok zor ve güç olan vukuat ve hâdiseleri bile en ince teferruatına kadar derin bir ferâset, anlayış ve hassâsiyet ile tesbît ederdi.

Onun vefâ iklîminde sergilediği nâdide güller, karanfiller, nergisler ve sümbüller, gönül bahçelerimizi yeşerten solmaz güzelliklerdir. Ondaki Hakk’a sadâkat, kitab ve sünnete sarılış, yaptığı infaklarla ecdâd emânetine tesâhüb, akraba ve dostlara, hattâ dostların dostlarına olan yakın alâka ve muâmele, vakıf hizmetlerindeki gayret vb. binbir letâfet dolu hâller, hep bizlere nde Rabbe verilen sözün nasıl yerine getirileceği hususunda en güzel numûnelerdi.

Mûsâ Efendinin sayısız vefâ duygularından birkaçını şu şekilde sergileyebiliriz.. Hastalığın en şiddetli anlarında dahi: “Ya Rabbi, bana sıhhat ve güç ihsan buyurup, köy köy dolaşarak kardeşlerinin hizmetinde bulunmayı nasib eyle, diye duâ halindeydi.

Bu numûnelerden diğer biri olarak o, cemiyette vefâsızca yalnızlığa terkedilmiş ve ızdıraplarıyla başbaşa bırakılmış garip ve yaşlı kimseler karşısında fevkalâde duygulanırdı:

“Bizim, bu garipleri aslında evimizde barındırmamız îcâb eder. Lâkin buna muktedir değiliz. O hâlde bir huzur yurdu inşâ etmeye mecbûruz.” diyerek birkaç yakınıyla berâber bu güzel düşünceyi fiiliyata geçirmişlerdi. Zaman zaman da garipleri ziyâret edip onların ihtiyaçlarıyla yakînen alâkadar olurlardı.

Onun gönlü, bahçedeki kedilerin karakterlerine kadar uzanır, onları sıfatlarıyla isimlendirerek yavrularına olan sadâkat ve merhametlerine göre her birine ayrı ayrı muâmele ederlerdi.

Şahsen benim daha kundak yaşımdayken hizmetimi gören hemşireyi, elli beş sene sonra bile aratarak buldurmuş ve ona izzet ve ikramlarda bulunmuşlardır.

Hele onun, üstâdı Sâmî Efendi hazretlerine olan vefâsı, dillere destândı. Bayram günlerinde ilk ziyâret ettiği yer, Sâmî Efendi’nin eviydi. Yine ilk kurbanları onun için keserdi. Bilhassa onun muazzez ruhuna hatimler okunmasına vesile olur ve her yıl sevenleri tarafından üstadı için tilâvet edilen onbinlerce hatm-i şerif vefâkar gönlünü ziyadesiyle memnûn ederdi.

Hâsılı o, bütün bir ömrünü kaplayan davranış ve yaşayışıyla bizlere, husûsunda Ebû Bekir -radıyallâhu anh- misâli bir aşk ve muhabbet muallimliğini yaptı. Şimdi cümle ehl-i muhabbete düşen, o aşk ve muhabbet şâhının yeşerttiği vefâ toprağında bir peygamber goncası hâline gelebilmek…

Cenâb-ı Hak, cümlemize ihsân buyursun! Âmîn!..

Allâh’ım! Gönüllerimize o sâhibü’l-vefânın güzel hâllerini ihsân ile bizleri sâlihler zümresine dâhil eyle! Amellerimize sadâkat ve samîmiyet lutfedip cümlemizi naîm cennetlerinin vârisleri kıl! Neslimizden ve zürriyetimizden muttakîlere sertac olacak göz nûru ve gönül sürûru evlâdlar ihsân eyle! Cümlemizi sana, rasûlüne, ana-babaya, akrabâya, bütün ehl-i îmâna, vatan ve millete ve diğer emânetlere karşı vefâkâr eyle! İki cihânda da rızâ-i şerîfin iklîminde yaşat!

Âmîn!..