Zikrullah -1-

Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -32-

2010 – Haziran, Sayı: 292, Sayfa: 032

Hak dostlarından Üftâde Hazretleri, birgün müridleriyle bir kır sohbetine çıkar. Emri üzerine bütün dervişler, kırın rengârenk çiçeklerle bezenmiş yerlerini dolaşarak hocalarına birer demet çiçek getirirler. Ancak Aziz Mahmud Efendi’nin elinde sapı kırılmış, solgun bir çiçek vardır yalnızca…

Diğer müridlerin neşeyle elindekileri takdîminden sonra, Aziz Mahmud Efendi, boynunu bükerek bu kırık ve solmuş çiçeği üstâdına takdîm eder.

Üftâde Hazretleri, diğer müridlerini de irşad maksadıyla, onların meraklı bakış­ları arasında, sanki işin sır ve hikmetinden bî-habermiş gibi sorar:

“–Evlâdım Mahmud! Herkes demet demet çiçek getirdiği hâlde, sen niçin sapı kırık, solgun bir çiçek getirdin?”

Kadı Mahmud edeple başını önüne eğerek cevap verir:

“–Efendim! Size ne takdim etsem azdır. Lâkin hangi çiçeği koparmak için elimi uzattıysam, onu «Allah, Allah!» diyerek Rabbini zikreder bir hâlde buldum. Gönlüm onların zikirlerine mânî olmaya râzı gelmedi. Çâresiz ben de elimdeki, zikrine devam edemeyen, şu solgun çiçeği getirmek zorunda kaldım…”

DAĞLAR TAŞLAR ZİKREDERKEN…

Cenâb-ı Hak, yarattığı canlı-cansız bütün mahlûkâtına kendini tanıtmış ve onları dâimî bir sûrette zikirle vazîfelendirmiştir. Bu sebeple mahlûkâtın hepsi, bizim idrâkimiz dışında, kendi dillerince ve husûsiyetleri mûcibince, tabiî ve periyodik bir zikir hâlindedir. Yani Allâh’ı tanıyıp itaat etme keyfiyeti, insana has bir durum değildir. Hattâ diğer varlıkların, gayr-i irâdî de olsa, bu hususta nice insanlardan daha yüksek bir seviyede bulunduğu ifâde edilmiştir.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Kuşları ve tesbih eden dağları da Dâvud’a boyun eğdirdik. (Bun­ları) Biz yapmaktayız.” (el-Enbiyâ, 79)

Rabbimizin; dağların, taşların, kuşların zikrini haber vermesi ve buna benzer bütün beyanları, zikir hususunda cemâdat ve hayvanattan daha gâfil kalmaması için, mahlûkâtın en şereflisi kılınan insanoğluna açık bir îkaz mâhiyetindedir.

Şu misal de, bu hususta ne kadar mânidardır:

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- yolda giderken bir grup insana rastladı. Binek hayvanlarının üzerinde durmuş (sohbet ediyorlardı.) Onlara şöyle buyurdu:

“Hayvanlarınıza, onları yormadan güzelce binin ve (kullanmadığınız zaman da) güzel bir şekilde bırakın, dinlendirin. Onları yollardaki ve sokaklardaki konuşmalarınız için kürsü edinmeyin. Nice binilen hayvan vardır ki sırtına binenden daha hayırlıdır ve Allah Teâlâ’yı ondan daha çok zikretmektedir. (Ahmed, III, 439)

İşte bu hassâsiyet sebebiyledir ki mü’minler, Allâh’ı zikrettikleri için zerreden kürreye kadar bütün varlıklara ulvî bir nazarla bakarlar. Sarı çiçekle içli içli hasbihâl eden Yûnus Emre’nin; “Benim bir karıncaya, ulu nazarım vardır…” buyurması da bu hikmetin veciz bir ifadesidir.

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Görmez misin ki; göklerde ve yerde olanlar; güneş, ay, yıldızlar, dağ­lar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allâh’a secde ediyor. Birço­ğu­nun (gafleti sebebiyle) üzerine de azap hak olmuştur…” (el-Hacc, 18)

“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’­nu tesbih eder. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbîhini anlamazsınız…” (el-İsrâ, 44)

Kâinattaki bu ilâhî zikir programından yalnız cinlerin ve insanların gâfilleri mahrum hâldedir. Zira cinler ve insanlar, imtihana tâbî ve irâde sahibi varlıklar olmaları sebebiyle hayra da şerre de istîdatlı kılınmışlardır. Bu sebeple Allâh’a kulluktan kaçınıp, emrine muhâlefet etmek bedbahtlığı, mahlûkat içinde yalnızca bu iki zümrenin şaşkın gâfillerine has bir durumdur.

Rabbimizin, âyet-i kerîmelerde mahlûkâtın dahî kendisini zikir hâlinde olduğunu beyân etmesi, Allâh’ı unutup dünyaya dalan gâfillere âdeta; “Görmüyor musunuz, uğruna Ben’i terk ettiğiniz dünya bile aslında Ben’i zikrediyor ve Ben’im ilâhî hükümranlığıma tam bir teslîmiyetle boyun eğiyor.” mesajını vermektedir.

Dolayısıyla kâinatı dolduran varlıklardaki bu muhteşem zikir, tesbih ve ibadet programı karşısında, Allah tarafından mükerrem kılınmış olan insanoğlunun bir hisse alamaması, alık ve abus bir hâlde zikirden uzak kalması, ne büyük bir aldanıştır!..

Fakat âyet-i kerîmede de buyrulduğu üzere, insanoğlunun idrâki -yine ilâhî imtihan sırrına binâen- mahlûkâtın kendine has bir dille zikretmesi gerçeğine karşı perdeli bir hâldedir. Mahlûkâtın zikrini işitebilmek; ancak zikir ve tesbihin rûhâniyeti altında, takvâ üzere yaşanan hâlis bir kulluk hayatıyla gönlün saf hâle gelip hakîkat âlemine vâkıf olması durumunda ve Rabbimizin lûtfettiği ölçüde mümkün olabilir. Tıpkı Hüdâyî Hazretleri’nin misâlinde olduğu gibi, Cenâb-ı Hak’ta fânî olup zikrin hakîkatine ermiş bâzı Hak dostları -Allah dilerse- bu umûmî gaflet perdesini bir nebze aralamaya muvaffak olabilirler.

Nitekim nebevî terbiye altında yetişen güzîde sahâbîlerden Abdullah ibn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-’ın; “Biz boğazımızdan geçen lokmaların tesbihlerini duyar hâle gelmiştik!” buyurması da bu hakîkatin açık bir misâlidir. (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25)

Hilyetü’l-Evliyâ adlı eserde bildirildiğine göre; Mugîre bin Hakîm es-San’anî, herkes gözlerini yumup uykuya daldığında denize iner ve oradaki canlılarla birlikte Allâh’ı zikre başlardı. (Ebû Nuaym, Hilye, 10/141)

Yine Hak dostlarından Şâh-ı Nakşibend Hazretleri de, hastalara, kimsesizlere, hattâ hayvanâta hizmet etmiş ve gönlü Allâh’ın zikriyle öylesine rakik bir hâle gelmişti ki, hayvanâtın inilti sûretinde hazin hazin sesler çıkarıp Hakk’a ilticâ etmelerini hissetmeye başlamıştı.

Velhâsıl gönül gözü açık bir insan, bütün âlemin ilâhî tecellîlerden ibâret olduğunu idrâk eder, her şeyde ilâhî sanatı seyreder. Kâinattaki her zerre, ona ilâhî bir neşveden haber verir. Minicik kuşların bir damlacık yüreklerinden dökülen feryat nağmeleri bile, Hakk’a teşne gönüller için en duygulu tesbihlerdir…

ZİKRİN ANAHTARLARI

Hak dostları, dâimâ Allah ile olup zikrin hakîkatine erdiklerinden, her hâl, hareket ve sözleriyle Allâh’ı hatırlatırlar. Nitekim hadîs-i şerîflerde de:

İnsanlar arasında Allâh’ın zikrinin anahtarları vardır. İnsanlar onları gördüklerinde hemen Allâh’ı hatırlarlar. (Heysemî, X, 78)

“(Al­lâh’ın ve­lî kul­la­rı) yüz­le­ri­ne ba­kıl­dı­ğın­da Allah Teâlâ’yı ha­tır­la­tan kim­se­ler­dir.” buyrulmuştur. (İbn-i Mâ­ce, Zühd, 4)

Böyle kimseleri Hakk’ın bir lutfu bilip onlardan mânen istifâdeye çalışmak gerekir. Zira onlar, bulundukları beldeler için ilâhî bir rahmettirler. Belâlara karşı mânevî bir zırh gibidirler.

Rivâyet edildiğine göre bir zamanlar Bağdad’da zinâ ve fısk u fücûr artmıştı. Şeyh Şiblî’ye; “Eğer senin zikrin olmasa, bu beldeyi yakar­dık.” diye ilhâm edildi. Ehl-i nefisten biri bunu işitince:

“–Bizim hiç zikrimiz yok mu?” dedi.

Şeyh Şiblî ona şu cevabı verdi:

“–Sizin zikriniz, nefsin varlığı (hevâ ve hevesi) iledir. Benim zikrim ise Allâh iledir.” (Rûhu’l-Beyân, XII, 326)

Yani dilin zikri, kalbin zikriyle âhenk teşkil etmelidir. Aksi hâlde dil zikrederken, ruh başka yerlerde geziniyorsa; kalp, Allâh ile değil de mâsivâ ile beraber ise, o zikirden kâmil mânâda bir istifâde ummak beyhûdedir.

Hak dostu Mevlânâ Hazretleri der ki:

“Ağızla, dille, duymadan, düşünmeden (papağan gibi) edilen zikir, noksan bir hayaldir. Padişahça, yani cân u gönülden, hayranlık duyarak yapılan zikir ise, sözlerden de, kelimelerden de âzâdedir… Ey O’nu bulamadan, sadece, O’nun adını yeterli bulan kişi! «Hû» kadehinden içmeden, nasıl olur da benlik arzularından kurtulabilirsin?”

Yani Allâh’ı zikretmek, sırf “Allah” lafzını tekrarlamaktan ibâret değildir. Zikir, ancak tahassüs istîdâdının merkezi olan kalpte mekân bulduğu zaman niyet ve amellerin düzelip seviye kazanmasına vesîle olur. Bunun içindir ki;

“Zikrin başı tevhid (Hakk’ı birlemek);

Ortası, tecrid (Hakk’ın dışındaki varlıklardan kalbi arındırmak);

Nihâyeti ise tefrid (sadece Allah ile baş başa kalıp her an Allâh’ın rızâsını arayabilmek)tir.” denilmiştir.

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de tefrîd ehli hakkında; “Müferridler yarışı kazandı.” buyurmuştur. Ashâb:

“–Müferridler kimdir, yâ Rasûlallah?” diye sorduklarında da.

–Allâh’ı çok zikreden erkeklerle kadınlardır. buyurmuştur. (Müslim, Zikir, 4)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da sahâbe-i kirâmın zikir hâlini şöyle vasfetmiştir:

“Onlar, Allâh’ın ismi zikredildiği zaman, fırtınalı bir günde ağaçların rüzgârdan etkilendikleri gibi sarsılırlar, gözyaşları elbiselerinin üzerine süzülürdü.” (Ebû Nuaym, Hilye, 1/76)

Demek ki zikir; kuru kuruya bir tekrarlama faaliyeti değildir. Bilâkis gerçek bir zikir, Hakk’ın azametini tefekkür etmek, ilâhî kudret akışları karşısında duyguları derinleştirmek, gönlü mâsivâdan arındırıp Hak’ta fânî olmak ve dâimâ Allâh ile beraberliği temin ederek zikretmektir. Ancak böyle bir zikir, maddî-mânevî belâlara karşı bir zırh olabilir. Bunun içindir ki; “yeryüzünde «Allah Allah» denildiği sürece kıyâmetin kopmayacağı”[1] yönündeki nebevî beyânı, böyle bir kalbî rikkatle zikredenler var oldukça kıyâmetin kopmayacağı şeklinde anlamak da mümkündür.

Rabbimiz, kendisini nasıl zikretmemiz gerektiğini şöyle bildirmektedir:

“Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini an. Gâfillerden olma!” (el-A’râf, 205)

“Rabbinin ismini zikret ve bütün varlığınla O’na yönel.” (el-Müzzemmil, 8)

Yani zikir esnâsında hem dilimiz hem de kalbimiz Allâh’a yönelmelidir. Hattâ zikirden murâd edilen, daha ziyâde kalbin zikridir. Dil zikrederken kalp zikredilenden gâfil kalırsa, zikrin tesiri tam olarak gerçekleşmez. Kalbin uyanması, gaflet tozlarından silkelenmesi, haşyetle titreyip ürpermesi ve Allâh’ın nûruyla dolması için kâmil mânâda îfâ edilen bir zikrin feyz ve rûhâniyetine ihtiyaç vardır.

Nitekim Hak dostlarından Abdullah bin Hubeyk’e;

“–Sâlih insanları nasıl ayırd edebiliriz?” diye sordular. Cevâben buyurdu ki:

“–Sâlih insanların güzel âdetlerinden birisi, Allah Teâlâ’yı gece-gündüz anmalarıdır. O’nu anma, kalp ve dil ile olur. Ancak kalbin zikri daha üstündür…

Kalplerinizi, Allah Teâlâ’yı anmakla diriltiniz. Onun korkusuyla doldurunuz. O’nun sevgisiyle nurlandırınız. O’na kavuşma arzusuyla sevindiriniz ve biliniz ki; O’na olan sevginiz derecesinde yükselir, niyetlerinizin doğruluğu ile nefsinizi kahreder, şehvetlerinizi yenip amellerinizi temiz kılabilirsiniz…”

Öte yandan, zikrullah anahtarları olan Hak dostlarının kalpleri, zikirle ihyâ olup hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden ayırt edebilecek bir nûra kavuşmuş olduğundan, hakkın ve hayrın en şaşmaz pusulası durumundadır. Bu sebeple ihtilaf ve tereddütlerin hâllinde, böylesi zevâtı arayıp bulmak ve onların görüşlerine îtibar etmek îcâb eder. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“Şâyet bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz!” (en-Nahl, 43; el-Enbiyâ, 7)

ZİKİR MECLİSLERİ

Zikir ehlini nîmet bilip onlarla ünsiyet etmek ve onların meclislerine devam edip zikir halkalarına iştirâk etmek, büyük bir saâdettir. Bunun aksine gâfillerin meclislerine yönelmek ise, o nisbette büyük bir felâkettir. Nitekim Rabbimiz, zikir ehli sâlih mü’minlerle beraber olmayı, buna mukâbil, zikirden nasipsiz gâfillerden de uzak durmayı şöyle emretmektedir:

“Sabah-akşam Rablerine, O’nun rızâsını dileyerek duâ edenlerle birlikte candan sebât et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini Bizi anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.” (el-Kehf, 28)

Yine bu hususta Hazret-i Dâvûd -aleyhisselâm-’ın şu münâcâtı da çok ibretlidir:

“İlâhî! Sen’i hatırlayıp zikredenlerin meclisinden beni ayırma! Şâyet gâfillerin meclisine gitmek istersem, ben daha oraya gitmeden ayaklarımı kır! Zira Sen’in böyle yapman, benim için büyük bir lutuftur.” (İhyâ, I, 852)

Öte yandan, Allâh’ın anıldığı zikir meclislerinin, Hak katında müstesnâ bir kıymeti vardır. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bu gerçeği şöyle ifâde buyurmuştur:

“Bir topluluk Allâh’ı zikretmek üzere bir araya gelirse melekler onların etrafını sarar; Allâh’ın rahmeti onları kaplar; üzerlerine sekînet iner ve Allah Teâlâ onları yanında bulunanlara över.” (Müslim, Zikr, 38, 39)

Yine bir gün Rasûlullah r:

“–Allah Teâlâ, kıyâmet günü bir topluluğu diriltir ki onların yüzü nurdan parlamaktadır, inciden yapılmış minberler üzerine otururlar ve bütün insanlar onlara gıpta eder. Bunlar, ne peygamber ne de şehiddirler.” buyurmuştu.

Bir bedevî hemen dizleri üzerine çökerek:

“–Yâ Rasûlâllah! Ne olur onları bize anlat da bilelim!” dedi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle îzah etti:

“–Onlar, çeşitli kabile ve beldelerden olup Allah için birbirlerini seven ve Allâh’ı zikretmek üzere toplanarak O’nu ananlardır.” (Heysemî, X, 77)

Yine Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bir gün ashâbına zikir halkalarının fazîletini beyân ederek:

“−Cennet bahçelerine uğradığınızda oradan hakkıyla istifâde ediniz.” buyurdu. Ashâb-ı kirâm:

“−Cennet bahçesiyle neyi kasdediyorsunuz yâ Rasûlâllah?” dediler.

Efendimiz  -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- cevâben:

Zikir halkalarını. buyurdu. (Tirmizî, Deavât, 82/3510)

Sahâbeden Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- da buyuruyor ki:

“Yer halkı gökte yıldızları parlak olarak gördükleri gibi, gök halkı da yeryüzünde zikrullah olan evleri öyle parlak olarak görürler.” (İhyâ, I, 852)

ZİKRULLAH, EN BÜYÜK İBADET

Ecdâdımız; “Hâfıza-yı beşer, nisyan ile mâlûldür.” demişlerdir. İnsanlığın nisyan ve gaflet illetine, yani unutma zaafı ve kasvet-i kalp hastalığına karşı Allâh’ın gönüllerdeki mânevî varlığını ve ulvî mevkiini tâzelemek, O’nu dâimâ hatırda tutmak ve kalbi O’nunla canlandırmak îcâb eder. Kulu Rabbine yaklaştıran en kuvvetli râbıta olan zikir de; tefekkürdeki durgunluğu, dimağdaki uyuşukluğu izâle eden, dînî hükümleri îfâ husûsundaki rağbeti artıran mânevî bir takviye ve feyz vesîlesidir.

Bu meyanda, Kur’ân tilâveti, namaz, oruç, hac, tesbîh, tahmîd, tevhîd, tehlil, tekbîr, istiğfar gibi, Allâh’ı anmaya vesîle olan bütün ibadetler “zikir” mâhiyetindedir. Nitekim müfessir Bursevî’nin beyânıyla:

“Allah Teâlâ; «Allâh’ın zikrine koşun.» (el-Cum’a, 69) âyetinde namazı, «zikir» olarak isimlendirmiş ve «Beni zikredin.» emrinin bütün tâat ve ibâdetleri içine aldığını belirtmiştir.” (Rûhu’l-Beyân, II, 95-96)

Nitekim Abdülvehhâb Müttekî Hazretleri’ne:

“–Tâlibin dâimâ zikirde olması lâzımdır, diyorlar. Bu nasıl olur?” diye sorulduğunda Hazret şu cevabı verir:

“–Hayırlı amelle meşgûl olan, dâimâ zikirdedir. Namaz kılmak zikirdir. Kur’ân okumak zikirdir. Din ilimleri öğretmek ve öğrenmek zikirdir. Her hayırlı amel, zikirdir.”

Öte yandan bütün ibâdetler, Allâh’ı uyanık bir kalple zikredebilme ölçüsünde kıymet kazanır. Allah’tan gâfil bir kalple yapılan ibâdetler ise zikrin feyzinden noksandır, huşû şartına riâyet edilmemiş demektir.

Yani zikir, ibâdetlerin içinde bulunması gereken zarûrî husûsiyetlerden biridir. Bunu Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- hadîs-i şerîflerinde şöyle ifâde buyurmuşlardır:

“Beytullâh’ı tavâf etmek, Safâ ve Merve arasında sa’y etmek ve şeytan taşlamak, Allâh’ın zikrini ikāme etmek için emredilmiştir.” (Ebû Dâvûd, Menâsık, 50/1888)

“Kim Allah U Hazretleri’ne itaat eder, emir ve yasaklarına hakkıyla riâyet ederse, O’nu zikretmiş olur; velev ki (nâfile) namazları, oruçları ve Kur’ân tilâveti az bile olsa!

Kim de Allâh’a karşı isyan hâlinde bulunursa (günahları terk etmezse), Cenâb-ı Hakk’ı zikretmemiş olur; velev ki (nâfile) namazları, oruçları ve Kur’ân okuması çok bile olsa!” (Heysemî, II, 258)

Bir sahâbî, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e gelerek:

“–Hangi cihâdın ecri daha büyüktür?” diye sordu. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

–Allah Teâlâ’yı en çok zikreden kimsenin cihâdı! buyurdu. Adam:

“–Hangi oruçlunun ecri daha büyüktür?” diye sordu. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

–Allah Teâlâ’yı en çok zikreden kimsenin orucu! buyurdu.

Bundan sonra adam, namaz kılanlar, zekât verenler, hacca gidenler ve sadaka verenler için de aynı soruyu tekrarladı. Fahr-i Kâinât Efendimiz bunların hepsine de:

–Allah Teâlâ’yı en çok zikredeninki! buyurdu.

Bunun üzerine Ebû Bekir t, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a:

“–Ey Ömer! Allâh’ı zikredenler, hayrın tümünü alıp götürdü!” dedi. Bunu duyan Kâinâtın Efendisi -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- onlara doğru yöneldi ve:

–Evet öyledir! buyurdu. (Ahmed, III, 438; Heysemî, X, 74)

Yine Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- namaz sonrası ve yatağa girince yapılan tesbîhâtın fazilet ve sevâbından bahsettikten sonra şöyle buyurmuştur:

“Şeytan, namazda iken birinize gelir ve; «Şunu hatırla, bunu hatırla!» der. Namazdan ayrılıp gidinceye kadar buna devam eder. Neticede kişi bu tesbîhâtı bile terk eder. Kişi yatağına girince de şeytan ona gelir, (bu zikirleri yapmadan) uyutmaya çalışır ve uyutur da.” (Tirmizî, Deavât, 25/3410; Ebü Dâvud, Edeb, 99-100/5065)

Yani Allâh’ı hatırlamak, zihni ve kalbi O’na bağlayıp O’nu anmak, ibadetlerin makbûliyet şartlarından biridir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

(Rasûlüm!) Sana vahyedilen Kitâb’ı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allâh’ı zikretmek elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (el-Ankebût, 45)

İşte dînin direği sayılan namaz ibadetinin de “zikir” olarak ifâde buyrulması, zikrin, ibadetlerin âdeta can damarı mevkiinde olduğunu te’yid etmektedir. Öyle ki zikirsiz bir ibadet, Hak katında eksik ve kusurludur.

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ- bu âyet-i kerîmedeki; “…Allâh’ı zikretmek elbette (ibâdetlerin) en büyüğüdür…” beyânını iki şekilde tefsîr etmiştir:

“1) Allah Teâlâ’nın sizi zikretmesi, sizin O’nu zikretmenizden daha büyüktür.

2) Allâh’ı zikir, zikirsiz olan her ibâdetten üstündür.” (İhyâ, I, 847)

Velhâsıl ibadetten maksat, Allâh’ı hatırlamak, O’na tâzimde bulunmak ve kulluğumuzu arz etmek sûretiyle O’nu zikretmektir. Fakat bu hakîkati nefsânî ve şeytânî bir te’vil ile ifrata götürüp, ibadetleri hafife almak şeklinde telâkkî etmek de, son derece mahzurludur.

Aşk ve cezbe hâlindeki zikri kendine kâfî zannederek sâir ibadetleri önemsememek; sırât-ı müstakîmden ayrılmaktır, nefsânî bir yola sapmaktır, ibâdetlerin özünü anlamamaktır. Zira zikir, tıpkı duâ gibi ibadetin aslî husûsiyetlerinden biri olarak bütün ibâdetlerin içinde vardır. Onu ibadetlerden ayrı düşünmek veya ibadetlerin yerine ikāme etmek, söz konusu olamaz.

Öy­le ki, Allâh’ın Habîbi -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz da­hî, kullukta insanlığın zirvesi olmasına rağmen, farz ibâdetlere ilâveten ge­ce­le­ri ayak­la­rı şi­şin­ce­ye ka­dar na­maz kılardı. O hâl­de zikir sâyesinde kim han­gi de­re­ce­ye va­rır­sa var­sın, hiç­bir za­man kendisini diğer kul­luk mes’ûli­ye­tlerin­den mu­af göremez. Bilâkis, zikrin feyz ve rûhâniyeti, mü’minin kulluk şuurunu ve gayretini daha da artırır.

Bununla birlikte, namaz, oruç gibi ibadetleri îfâ etmekle zikir vazîfesini tam olarak yerine getirmiş olduğu düşüncesine kapılıp bunların dışında hiçbir ezkâr ve evrâda lüzum görmemek de büyük bir câhilliktir. Zira Rabbimiz, bizim çok çok zikretmemizi istemektedir. Bu ise ibâdetlerden sonraki hâllerimizin de, hattâ her nefesimizin, zikrin rûhâniyeti içinde olmasının çok açık bir telkînidir. Bu sebepledir ki kâmil mü’minler, bü­tün bir öm­rü­:

“Rab­bi­ni hamd ile zik­ret, sec­de eden­ler­den ol ve ölün­ce­ye ka­dar Rab­bi­ne kul­luk et.” (el-Hicr, 98-9) em­ri­ne tâ­bî ola­rak ya­şa­maya gay­re­t ederler.

Rabbimiz, edâ ettiğimiz bütün ibâdetleri rızâsına muvâfık eylesin. Yüce Zât’ını kalp ve beden âhengi içinde zikredip gönüllerimizi zikrullâh’ın rûhâniyetiyle doldurabilmeyi cümlemize nasip ve müyesser kılsın.

Âmîn!..