Zekât ve Âdâbı

1998 – Subat, Sayı: 144, Sayfa: 021

İnsanoğlu mahlûkât içerisinde en mükerrem olarak yaratılmıştır. Güçlü-güçsüz, sıhhatli-sıhhatsiz, bilgili-bilgisiz, zengin-fakîr gibi fertler arasındaki farklılaşma ve kademeleşme ise, toplum nizâmının te’sîsi ve âhengini te’mîn içindir.

Bu kademeleşmede ehemmiyetli bir yer teşkîl eden zenginlik ve fakîrlik, birbirine zıd iki iktisâdî farklılık arzeder. Zenginlik ve fakîrlik gibi farklı imkânlara sâhib olma, imtihân gâyesiyle takdîr-i ilâhînin ince ve derin hikmetlerini ihtivâ eder. Zenginlik bir izzet, fakîrlik de bir zillet değil, taksîm-i ilâhîdir; mukadderâtın hikmet ve maslahat tezâhürüdür. Allâh Teâlâ buyurur:

“…Dünyâ hayâtında onların (insanların) maîşetlerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için de kimini (n maîşetini) derecelerle ötekine üstün (fazla) kıldık. (Ancak) Rabbinin rahmeti, onların biriktirdiklerinden (maîşetlerinden) daha hayırlıdır.” (ez-Zuhruf, 32)

Varlıklı insanların servete râm olma neticesinde muhtemel azgınlıklarına set çekmek, muhtaçların da zenginlere karşı kin ve hased gibi menfî temâyüllerinin tomurcuklanmasını engellemek, ictimâî hayâtı korumak ve fertleri birbirine muhabbetle bağlamak için “zekât”, farz kılınmıştır. İslâm ictimâî nizâmında, fakîr ve zengin arasındaki denge ve muhabbeti te’mîn etmek için “zekât ve infâk” ibâdeti çok mühimdir.

Zengin, malını nereden kazanıp nereye sarfettiği husûsunda, Allâh’ın huzûrunda hesâb verecektir. O, varlığının muayyen bir kısmını fakîrlere vermeğe me’mûr kılınmakla serveti bakımından büyük bir imtihâna tâbîdir. Ancak diğerleriyle birlikte bu imtihân da kazanıldığı takdirde rızâ-yı ilâhiyyeye ve cennet nîmetlerine nâil olunur.

Fakîr de, yoksulluktaki sabırsızlık, şikâyetler, insanlara yük olmak, zarûrete dayanmayan istek, kin, hased, isyân gibi husûslarla birlikte, ahlâk ve iffetini koruyup koruyamamaktan hesâba çekilecek, şâyet bunların neticesi Allâh’ın rızâsına uygun düşerse, onun dünyâ çilesi, ebedî âhıret seâdeti ile ziynetlenecektir.

*

Zekât, Kur’ân-ı Kerîm’de 27 yerde namazla birlikte zikredilir. Bu kadar çok zikredilmesi, ona atfedilen ehemmiyeti gösterir. Yalnız bir yerde (Mü’minûn Sûresi’nde) namaz ayrı olarak geçer ki, orada da namaz kılanların zekâtlarını verdikleri husûsu ifâde buyurulur. Bunun sebebi, “bedenî” ve “mâlî” olmak üzere iki gruba ayrılan ibâdetlerde, bu ikisinin, birinci sırada ve eş değerde yer almasıdır. Nitekim ameller birbirinden müstakil olduğu, yâni birinin yapılmaması, diğerini iptâl etmeyeceği hâlde, zekâta dînimizde verilen değerin ehemmiyetine bakınız ki, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘den zekâtsız namazın -âdetâ- yok hükmünde sayılacağı bir hüküm sâdır olmuş ve O hidâyet rehberimiz bir hadîs-i şerîfde:

“Zekât vermeyenin namazı da yoktur!” buyurmuşlardır.

Zekât, imkânı olanın muhtâc olana Allâh’ın tâyin ettiği bir borcudur. Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Sâilin (muhtâcın) ve mahrûmun (iffeti dolayısıyla isteyemeyenin), servette mâlûm hakkı vardır.” (ez-Zâriyât, 19) buyurulmuktadır.

Bu itibarla zekât, mala nisab miktarından fazlasıyla mâlik olanların fakîrlere karşı ilâhî bir vergi hâline getirilip geride kalan mülkiyetin helâl kılınmasıdır. Hem de zekât olarak alınan mülkiyet, kısım kısım, derece derece cemiyetin mağdurlarına intikâl ettirilir. Böylece toplumda muvâzene, adâlet ve ictimâî âhenk meydana gelir. Zenginin serveti temizlenir. Mal, sâhibine bütünüyle helâl olur. Bu nükteyi kavramak için de:

“…….. Zekâtı verenler (de temizlenip) felâh buldu.” âyet-i kerîmesine dikkat etmek lâzımdır.

Diğer bir âyet-i kerîmede buyurulur:

(Ey peygamber!) Onların mallarından sadaka al; bununla onları (günâhlardan) temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin! Ve onlar için duâ et! Çünkü senin duân, onlar için sükûnettir (huzûr kaynağıdır).” (et-Tevbe, 103)

Zekât, verenle verilen kişi arasında samîmiyyet ve muhabbet bağının perçinleşmesine sebeptir. Zekât, muhtâca verilecek verginin asgarîsidir. Kâmil îmân sâhibleri, servetlerini, sadaka, infâk ve îsâr ile tezyîn ederler.

Zekât ve infâktaki sırlardan biri de, ferdî sermâyenin dehhâmeleşmesine (anormal büyümesine) ve bu sûretle zayıfların istismar veya hasede sevkedilmesine engel olmaktır. Çünkü zenginlik, bir övünme ve büyüklenme vesîlesi olursa, zengin için âkıbet hazîn olur. Oysa toplulukta, yardım eden veya yardım edilen bütün fertler, maddî ve mânevî birbirlerine muhtaçtır. Bu ilâhî tanzîm, hikmetler ve ibretlerle doludur.

Bilinmelidir ki mülk, mutlak olarak Allâh’a âiddir. İnsanların mâlikiyeti, bugün yeni îcâd edilen devre-mülk gibidir. Yûnus Emre -kuddise sirruh- buyurur:

Mal sâhibi, mülk sâhibi,

Hani bunun ilk sâhibi?

Mal da yalan, mülk de yalan

Var biraz da sen oyalan!

Servet, Allâh’ın kuluna verdiği bir emânettir. Fertlerin onu istediği gibi kullanması, aslâ tecvîz olunamaz. O, mülkün hakîkî sâhibinin emrettiği istîkâmette kullanılmalı veya sarf edilmelidir. Şâyet zenginlik, ilâhî emirlere zıd bir sûrette kullanılırsa, insanları çabuk azdırmaya, türlü kibir, zulüm ve haksızlıklara sürüklemeye çok müsâittir. Böyle bir âfete sürüklenenlerde mal sevgisi, kalbe yerleşir. Cenâb-ı Hakk’ın dünyâ nîmetleri içinde sadece mal ve evlâdı “fitne” olarak zikretmesi, malın kalbe girerek putlaşma tehlikesine binâendir. Bu bedbahtlığa düşenler için Allâh Teâlâ buyuruyor:

“… Altın ve gümüşü yığıp da onları Allâh yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele!” (et-Tevbe, 34)

(Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki:) «İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azâbını) tadın!»” (et-Tevbe, 35)

Yâni malın kalbe girmesiyle muhtâcın hakkı gaspedildiği zaman âyet-i kerîmede hazîn bir âkıbete dûçâr olunacağı bildirilir. Bu ilâhî îkâz karşısında iyi düşünmeli ve zekâta ilâveten sadakalar ve infâklarla mecbûrî olan kırkta biri de çok aşmaya gayret etmelidir.

Dünyâ istek ve arzularına esir olarak infâk edemeyen zenginler ise, yakmak için külhana odun taşıyan hamallar gibidir.

Çalışmak, helâl yoldan mal-mülk sâhibi olmak elbette meziyettir. Doğru olan bunları putlaştırıp kalbe sokmadan Hakk yolunda infâk edebilmektir. Aksi halde servet, dünyâda hamallık, âhırette acıklı bir azâb sebebidir.

Servette doğru olan gâye, «İnsanların hayırlısı, insanlara hayırlı olandır!» hadîs-i şerîfinin sırrına erebilmektir. Paranın yeri gönül değil, cüzdandır!..

Bilinmelidir ki, fakîrlerin ve garîblerin duâları, varlıklı ve güçlüler için bir huzûr kaynağıdır. Ve onlar için mânevî bir yardımdır. Yine bilinmelidir ki, fakîrlik ve muhtaçlık, bir zillet ve meskenet değil, belki âhıret tarafı aydınlık bir hikmet ve lutuf tezâhürüdür.

Şükranlı ve cömert zenginler ile sabırlı ve haysiyetli fakîrler, insanlık şerefinde ve ilâhî rızâda beraberlerdir. Ancak İslâm’da, kibirli hasîs zenginler ve buna mukâbil sahte fakîrler zemmedilmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Yâ Rabbî! Fakîrlik ve zenginliğin âfetlerinden sana sığınırım.” diye duâ buyururlardı.

O halde kanâat, tevekkül ve teslîmiyyet, kimde galebe hâlinde ise, gerçek zengin odur…

Bunun için ilâhî ahlâka ve lutfa nâil olmak isteyen her kul, istifâde ettiği dünyâ nîmetlerinden muhtaçları ve muzdaripleri de istifâde ettirmek mecbûriyetindedir. Gâye, elinden ve dilinden insanların istifâde ettiği bir mü’min olup Allâh’ın rızâsına nâil olabilmektir.

Bugün zekât tam olarak verilse, toplumda fakîr ve muzdarip insan yok denecek kadar azalır.

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, aşağıdaki beytinde fakîr ve dertlilerle hem-hâl olmanın mânevî kazancını ne güzel îzâh eder:

“Fakr u zarûret içinde boğulan gönüller, dumanla dolu bir eve benzer. Sen onların derdini dinlemek ve o derde dermân olmak sûretiyle o dumanlı eve bir pencere aç ki, onun dumanı çekilsin ve senin de kalbin rakîkleşip rûhun incelsin!..”

Zekât, mal ve servetin şükür ifâdesidir. Şükrün de, nîmeti artıracağı va’d-i ilâhî îcâbıdır. Allâh Teâlâ buyurur:

“Eğer siz şükrederseniz, size olan nîmetlerimi artırırım..” (İbrâhîm, 7)

Nitekim Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, infâk etmeyi çok severlerdi. Bir hadîs-i şerîflerinde:

“İnfâk et ey insanoğlu! Ki sana da infâk edilsin…” (Buhârî ve Müslim) buyurmuşlardır.

Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, cömertliğin, bir müslümanın tabîat-i asliyyesi hâline gelmesini çok arzu ederlerdi. Buyururdu ki:

“Yalnız iki kişiye gıpta edilir. Biri, Allâh’ın, mal verip hak yolunda harcamağa muvaffak kıldığı kişi; diğeri de, Allâh’ın, kendisine ilim verip de onunla amel eden ve bunları başkasına öğreten (yâni ilmini infâk eden) kimsedir.” (Buhârî ve Müslim)

Hatâsını bilip istiğfâr edeceği yerde, kalbinin kararması dolayısıyla, ilâhî takdîri unutarak “Ben çalıştım, ben kazandım” kanâatiyle fakîrleri hor ve hakîr görenlere ne yazık! Onların bedbaht Kârûn gibi helâke dûçâr olacakları muhakkaktır.

Görülüyor ki, malı, zararsız bir hâle getirmek için onu ilâhî emirlere uygun bir istikâmette kullanmak mecbûriyeti vardır. Bu, ferd ve toplumun dünyâ ve âhıret selâmeti için zarûrîdir.

Bir de zekât, kamerî seneye göre, yâni 355 güne göre yüzde 2.5 verilir. Fakat bugün ticârî müesseseler şemsî yıla göre hesap yapmaktadırlar. Şemsî yıl ise 365 gün olduğundan aradaki 10 günlük farkı da zekâta ilâve etmek lâzımdır. Yâni zekât, yüzde 2.5 ise yüzde 2.6’ya yaklaşmaktadır.

Zekâtın hesâblanmasında dikkate alınması gereken bir diğer husûs da enflasyondur. Bugün yılda % 100’e yakın bir değer kaybı sebebiyle zekâtın bir sene içinde muhtelif zamanlarda îfâsı hesâba katılınca farzıyyeti ânındaki değere sâdık kalabilmek için zekâta âid meblağın sâbit bir değere endekslenmesi de zarûrîdir. Aksi halde zekât meblağı, kırkda birin altına düşer. Muhtâc mağdur olur; zekât ibâdeti eksik kalır.

Ancak dikkat edilmelidir ki, zekât, yalnızca şahıslara ve aslî ihtiyaçlar için verilir. Hükmî şahıslara zekât verilmez. Bunun için câmîler, mektepler, Kur’ân Kursları ve hastaneler zekâtla değil, infâkla yapılır. İkrâm sûreti ile muhtâca yedirilen yemekler, zekât değil infâkdır, çünkü temlîk yoktur.

Hulâsa insan, yaradılışı itibarıyla dünyâya meyyaldir. Dünyâ malı ise nefse câzib gelir. Ona aldananlar doymak bilmezler. Mal yığıldıkça insanın hırsı artar, muhteris olur. Gözünü madde ve mal hırsı bürümüş olan insanda merhamet ve şefkat hissi azalır. İnfâk etmek ona zor gelir. Nefsi ona: “Daha zengin ol; ilerde daha çok yaparsın!” diye telkînde bulunur. Böyle insan, rûhen hasta, bedenen muzdariptir. Çünkü Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Yarın yaparım diyenler helâk oldu!..” buyururlar.

İşte zekât, bu gibi içteki hastalıkların devâsıdır.

ÖŞÜR

Âdetâ unutulmaya yüz tutmuş bulunan mâlî ibâdetlerden biri olan öşür, toprak mahsûllerinden alınan zekâttır. Emek gösterilmeden yağmur suyu ile elde edilen mahsûlden % 10, sulama sûreti ile emek verilenden ise % 5 öşür verilir. Bu öşrü vermeyenler de aynı zekât vermeyenler gibi Allâh katında gâsıp ve suçlu durumundadırlar. Fukarânın, muhtâcın, fî sebîlillâh harbedenlerin haklarını gasbetmiş olmaktadırlar.

Rivâyete göre Yemenli cömert bir zâtın San’a yakınlarında üzüm, hurma ve ekin bahçesi vardı. Bu cömert kişi, mahsûl toplama zamanında fakîrlere, garîblere ve zayıflara öşür payını fazlasıyla, bolca ayırır idi. O zât vefât edince, çocukları ihtirâsa kapılarak:

“-Âilemiz hayli kalabalık, mal az. Fakirlere bir şey vermeyelim! Onlar gelip istemeden mahsûlleri toplayalım…” diyerek ahitleştiler.

Allâh -celle celâlühû-, onların bu kötü niyetleri üzerine bahçelerini harâbe hâline getirip simsiyah kıldı. Koskoca bahçe, tanınmaz hâle gelmişti. Bu durumu gören cimri evlâdlar şaşırdılar:

“-Acabâ yanlış bir yere mi geldik?” dediler.

Oysa babalarının öşürü cömertçe dağıtıp muhtaçların duâsını alması, bahçeye ziyâdesiyle bereket veriyordu. Bütün fukarâ ve gurabâ, o bahçeden istifâde ediyordu. Lâkin oğullarının gözlerinde babalarının fakîrlere dağıttığı öşür büyüyor ve onu vermek istemiyorlardı. Onlar, Allâh’ın o bahçeye ve o tarlaya verdiği bereketin nereden geldiğinin farkında değillerdi. Çünkü gaflet, onların kalblerini kör etmişti.

Bunun içindir ki Cenâb-ı Hakk:

“Gâfillerden olma!” buyurmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm, Kalem Sûresi’nde bahsedilen bu Ashâb-ı Darvan kıssasındaki çok ibretli ve hazîn âkıbeti şöyle anlatır:

“…Hani onlar (bahçe sâhipleri), sabah olurken (kimse görmeden) onu (mahsullerini) devşireceklerine yemîn etmişlerdi. Onlar istisnâ da etmiyorlardı. (İnşâallâh demiyorlardı ve yoksulların payını da ayırmıyorlardı.)

“Fakat onlar daha uykudayken Rabbinin katından (gönderilen) kuşatıcı bir âfet (ateş) bahçeyi sarıverdi de, bahçe kapkara kesildi.” (el-Kalem, 17-20)

“Derken: «-Aman, bugün orada hiçbir yoksul yanımıza sokulmasın!» diye fısıldaşa fısıldaşa yola koyuldular.”

(Evet, yoksullara yardıma) güçleri yettiği halde, onları yardımdan mahrûm etmek niyet ve azmi ile erkenden yola düştüler…”

“Fakat bahçeyi gördüklerinde: «-Mutlaka yolumuzu şaşırmış olmalıyız!» dediler.” (el-Kalem, 23-26)

Bu âyetlerde fakîrin, garîbin öşür hakkını vermemek için onlara hîlekârlık yapan merhametsiz bahçe sâhiplerinin hazîn âkıbetlerini bir ibret olarak Cenâb-ı Hakk ne güzel bildiriyor. Kalplerdeki bütün niyetler Cenâb-ı Hakk’a açıktır. O’nun azameti, herşeyi kaplamıştır.

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur:

“Dünyâ hayâtı bir rü’yâdan ibârettir. Dünyâda servet sâhibi olmak, rü’yâda define bulmağa benzer. Dünyâ malı, nesilden nesile aktarılarak dünyâda kalır.”

“Ölüm meleği, gâfilin canını almak ile onu uykudan uyandırır. O kimse gerçekte sâhib olmadığı bir mal için dünyâda çektiği sıkıntılara hayret eder. Bin pişman olur. Lâkin iş işten geçmiş, her şey bitmiştir…”

Nitekim Cenâb-ı Hakk, âyet-i kerîmede ölüm ânında rü’yâdan uyanır gibi kendisine gelen insanın ebedî bir pişmanlıkla şöyle dediğini bildirir:

“Rabbim! Beni (m ölümümü) yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!..” (el-Münâfikûn, 10)

Ancak bu durumda iş işten geçmiş olacağı için, aynı âyet-i kerîmede Allâh Teâlâ, bu hakîkati bildirmenin yanında kulun böyle demeden evvel ona verilmiş bulunan rızıktan infâk etmesini emreder.

İnfâkta Edeb

Zekât ve sadakada edeb çok mühimdir. Bilhassa veren, alana teşekkür hissiyâtı içinde olmalıdır. Çünkü onu farz olan bir borçtan kurtarıp ecre nâil eylemektedir. Verilen sadakalar aynı zamanda, veren kişiye hastalık ve musîbetlere karşı birer siper-i sâikadır. Âyet-i kerîmede bu ibâdetin ehemmiyeti tebârüz ettirilmek için mecâzen: “Sadakaları Allâh alır!” (et-Tevbe, 104) buyurulmaktadır.

Sadaka verirken dikkat edilecek edebi Kur’ân-ı Kerîm şöyle belirliyor:

“Ey îmân edenler! Allâh’a ve âhıret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek sûretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın! (Sadakalarınızı imhâ etmeyin!) (el-Bakara, 264)

Bu âyetlerde hayır ve hasenâtta bulunmak teşvîk edilmekle birlikte, hayır işlerken riâyet edilmesi gereken edeb açık bir şekilde anlatılmaktadır. Yâni kalb kırarak, fakîri küçümseyerek, eziyet ederek ve başa kakarak yapılan bir hayrın Allâh indinde hiçbir değeri yoktur. Doğrusu böyle hayırlar, kulu azâba dûçâr eden ağır cürümlerdendir. Çünkü kalbler, nazargâh-ı ilâhîdir. Mevlânâ Hazretleri:

“Sen, varlığını, malını, mülkünü güzel bir şekilde infâk et de, bir gönül al! Ki o gönlün duâsı, mezarda, o kapkara gecede sana ışık versin, nûr olsun!..” buyurur.

Bu husûsdaki en güzel edeb, sağ elin verdiğini sol eline bile farkettirmemek tarzında milletimizin darb-ı meselleştirdiği bir ölçüdür ki, hadîs-i şerîfdeki ifâdeye nazaran Arş’ın gölgesi altında bulunacak olan kimseler bu şekilde infâk edenlerdir. Ecdâd, bu verişin en güzel nümûnelerini sergilemiştir. Nitekim bu husûsda Fâtih Sultan Mehmed Han’ın şefkat tevzî eden vakfiyelerinden bir kısmı şöyledir:

“Ben ki İstanbul fâtihi Allâh’ın âciz kulu Fâtih Sultan Mehmed; alın terimle mâliki bulunduğum 136 dükkânımı aşağıdaki şartlar muvâcehesinde vafkeyledim:

Külliyemde binâ ve inşâ eylediğim aşhânede şehîdlerin hanımları, yetîmleri ve İstanbul fukarâsı için yemek yapılsın! Ancak yemek yemeye veya almaya gelemeyen mâzeretlilerin yemekleri, hava karardıktan sonra kapalı kaplar içinde gözlerden ırak olarak evlerine götürülsün!..”

Vakfiyede görüldüğü gibi Fâtih Sultan Mehmed Han, toplumun korunmaya muhtaç fertleri için en hassas edeb ölçüleriyle kâideler koymuştur.

Pâdişâhı böyle bir edeb sergileyen cemiyetin fertleri de, zekâtlarını bir zarf içinde câmîlerdeki zekât taşlarına bırakırlar, muhtaçlar da oradan vereni görmeksizin ihtiyaçları kadar alırlardı.

*

Dînin asıl gâyesi, Allâh’ın birliğini tasdîkden sonra, güzel insan, zarîf insan, derin insan yetiştirmek ve bu sûretle huzûrlu bir cemiyet ortamı husûle getirmektir. Bu olgunlaşma da ancak gönülde tezâhür eden şefkat ve merhamet hissi ve onun en güzel bir tezâhürü olan zekât ve infâk ile mümkündür. Bir mü’min yüreğinin, Rabbin bütün mahlûkâtını şefkat ve merhametle kuşatması îcâb eder.

Rabbimizin mülkünde yaşıyoruz. Onun nîmetleri ile rızıklanıyoruz. Mâlî ibâdetlerde ihmalkârlık gösterenler düşünmüyorlar mı ki, acabâ kimin malı, kimden esirgeniyor?

Sevmenin neticesi fedâkârlıktır. Seven, sevilene karşı sevdiği ölçüde fedâkârlık yapmayı zevk ve vazîfe olarak îfâ eder. Bu, âşığın, mâşûkuna can vermesine kadar dayanır. Allâh’ın mahlûkâtına olan infâk, sevenin sevilene karşı en güzel bir muhabbet tezâhürüdür. Çünkü zekât ve sadakanın Allâh için verilmiş olmasından dolayıdır ki, bunları “Allâh alır” tarzında bir ifâde vârid olmuştur. Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

“Hiç şüphesiz ki Allâh, kullarının tevbesini kabûl eder, (ihlâsla, gönülden verdikleri) sadakaları (zekât ve infâkları) alır (geri çevirmez)!..” (et-Tevbe, 104)

Bu nükteyi ifâde için Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de:

“Muhtâca verilen zekât ve sadakaları önce Allâh alır, sonra fukarâya devreder!” buyurmuşlardır.

Bir başka hadîs-i şerîfde de Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Hisset (hasîslik) in kökü cehennemdedir!”

buyurarak, zekât, sadaka, öşür ve infâk gibi mâlî ibâdetleri cimrilik sâikıyla îfâ etmeyenler hakkında ne düşündürücü bir îkâzda bulunmuştur…

Yâ Rab, merhametin bütün tezâhürleri gönül hayâtımızın tükenmez hazînesi olsun! Âmîn!