Zâlimler ve Mazlumlar

Kıssalardan Hisseler

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2025 Ay: Ocak, Sayı: 239

KIYÂMETE KADAR

Bütün âlem, esmâ terkiplerinin tecellîlerinden ibarettir. Cenâb-ı Hakk’ın «الهَاد۪ى» Hâdî ve «المُضِلُّ» Mudill isimlerinin tecellîsi de kıyâmete kadar devam edecektir.

Hâdî ism-i şerîfi; «lâyık olana hidâyet veren, doğru yola sevk eden» mânâsına gelirken;

Mudill ismi de; «müstehakkını dalâlete götüren, düştüğü sapkınlıkta bırakan» demektir.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de; zulüm, inkâr, fısk u fücur, yalancılık, nankörlük ve haddi aşmak cürümlerinde ısrar edenlere hidâyet etmeyeceğini bildirmiştir.

Bu hidâyet mahrumları; Allâh’ın, dîninin ve peygamberlerinin düşmanı olan, bedbaht zâlimlerdir. Allâh’ın rahmetinden kendisini uzaklaştıran bu zâlimlerde görürüz ki, onlarda şefkat ve merhamet gibi ulvî hasletler tamamen kaybolmuştur. En ufak bir vicdânî his dahî kalmamıştır. En küçük bir kalp sızısı hissetmeden, gözünü dahî kırpmadan, en ağır cürümleri işlerler. Âyet-i kerîmenin ifadesiyle;

اُو۬لٰٓئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّۜ

“…Onlar, hayvanlar gibidir; hattâ daha da aşağıdırlar…” (el-A‘râf, 179)

Bunlar kalpsiz bedenler taşırlar. Bunlar merhamet duygusunu kaybetmiş ve gittikçe daha da aygırlaşmış ve canavarlaşmışlardır. Yaptıkları zulümlerden pişman olmak yerine tam tersi tuhaf bir zevk çılgınlığı içinde berbat bir sadizmin girdaplarına batmış ve rûhen boğulmuşlardır.

Tarihteki büyük zâlimlerden Firavun, Nemrut, Ebrehe, Hülâgû ve günümüze kadar gelen Esed ve oğlu gibi bütün benzerleri, insanlığın düşmanı ve yüz karası oldular. Hiç sevilmedikleri gibi, hatırlarda zulüm sembolü olarak kaldılar. Saltanatları da hüsranla son buldu. Hepsi de tarihin çöplüğünde yerlerini aldılar. Saraylarının harâbelerini baykuşlar şenlendirmektedir.

Diğer taraftan;

Dostluğun, Allah’taki kaynağına ulaşan Şâh-ı Nakşibend, Geylânî, Mevlânâ, Yûnus ve Hüdâyî misâli Hak dostları ise, ebediyyen bütün insanlığın dostu oldular. Sevdiler, sevildiler. Dünya hayatlarından sonra da dostluk ve muhabbette ebedîleştiler, fânî gök kubbede hoş bir sedâ bıraktılar.

Zâlimleri dünyada da âhirette de fecî bir âkıbet bekler. Dünyada imtihan sebebi ile zâlimlere bir süre mühlet verilebilir. Lâkin çoğu defa, henüz dünyada dahî zâlimler, zulümlerinin cezasına uğrarlar. Şairin dediği gibi:

Zâlim yine bir zulme giriftâr olur âhir,

Elbette olur ev yıkanın hânesi vîran.

Gerek Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri, gerekse tarih ve arkeoloji gibi ilimlerin ortaya koyduğu vesikalar, zâlimlerin uğradığı kahır tecellîleri ile doludur.

Meselâ;

Âd kavmi; bedenen kuvvetli, boylu poslu, uzun ömürlü bir milletti. İrem Bağları gibi zenginliklere sahip idiler. Bu nimetlere karşı nankörlük ettiler, kibirlendiler ve böbürlendiler. Âd kavmi o kadar zâlim ve gaddar bir hâle geldi ki;

Zavallı kimseleri, yüksek binaların üstüne çıkarır, oradan aşağıya atarlardı. Sonra onun parçalanmış manzarasını seyrederler ve bundan zevk alırlardı.

Kendilerine gönderilen Hûd -aleyhisselâm-’a hakaretler ettiler, şirk koşmaya devam ettiler.

Azgınlığın sarhoşluğunda kendilerini öyle kaybetmişlerdi ki; kendilerini helâk etmek üzere semâyı baştanbaşa kaplamış bulunan bulutları görünce, birden sevindiler;

“–Yağmur geldi!” dediler. Hâlbuki bunlar, azap bulutları idi. Nihayet, korkunç bir kasırga ile helâk edildiler.

Âd kavminin helâkinden bir müddet sonra yakın bir mıntıkada Semûd kavmi benzer şekilde güçlendi ve zenginleşti. Lâkin Âd kavminin başına gelenlerden ibret almak yerine şöyle dediler:

“–Âd kavmi, sağlam binalar yapmadıkları için helâk oldular. Biz ise sağlam kayaları oyup evler yaptık. Gelen fırtınalardan herhangi bir zarar görmeyiz!..”

Onlar da putperestliğe, kibir ve zulme saplandılar. Kavmin bir kısmı îmân ettiyse de, diğer kısım inkârda diretti ve bilhassa iki fitne fesat ehli kadının iğvâsıyla, kendilerine emânet olan mûcize deveyi katlettiler.

Peygamberleri Hazret-i Sâlih, îmân edenlerle birlikte o diyarı terk etti. Zâlimler ise üç gün sonra korkunç bir sayha / ses ile tamamen helâk oldu.

İBRET SERGİSİ

Helâk edilişinden ibret alacağımız bir kavim de, Lût kavmidir. Onlar, fıtrata aykırı homoseksüelliğe zebûn oldular. Ahlâksızlıkta denâetin, alçaklığın dibine indiler.

Lût -aleyhisselâm-, onları îkāz ettikçe, onunla;

“–Temizler aramızdan çıksın! Çıkarın onları!” diye alay ve hakaret ederlerdi. Şehvetin sarhoşluğu içinde öyle ahmaklaşmışlardı ki, Lût -aleyhisselâm-, onlara şöyle seslenmişti:

“–İçinizde aklı başında bir adam yok mu?” (Bkz. Hûd, 78)

Sonunda korkunç bir şekilde helâk edildiler. Memleketlerinin altı üstüne getirildi. Üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırıldı.

Lût kavminden asırlar sonra, mîlâdî 79 yılında, İtalya / Napoli yakınlarındaki ahlâksız Pompei şehrinin üzerine Vezüv Yanardağı’nın lâvları ve külleri yağdı.

Asırlar sonra yapılan kazılarla, orada helâk olan insanların cesetleri, birtakım uygulamalarla âdetâ taştan heykeller gibi çıkarıldı. Anlaşıldı ki; kahr-ı ilâhî geldiğinde dahî birçoğu rezil ve iğrenç günahlarla meşguldü, ölümün pençesine o vaziyette yakalanmışlardı. Kimisi ise yalvararak, sürünerek kaçacak bir yer arıyordu.

Zamanımızda da maalesef LGBT diye adları kısaltılan, ahlâksızlıkta daha da ileri giden sapıklıklar terviç edilmeye çalışılıyor. Bunlar; ahlâksızlığın yaygınlaşacağını, ahlâkın tefessüh edeceğini bildiren fiten hadislerinin beyân ettiği üzere, kıyâmete yaklaştığımızı gösteriyor.

Bu durumda bize düşen, kendimizi ve evlâtlarımızı, helâk edici ahlâksızlıklardan korumaya âzamî gayret göstermemizdir.

ZÂLİM HÜKÜMDARLAR

Zâlimler; bilhassa iktidar imkânına sahip olunca, daha da küstah, gaddar ve vicdansız olurlar.

Hazret-i İbrahim’in kavmi Keldânîlerin reisi Nemrut, ilk zamanlarında âdil ve insaflı idi. Lâkin saltanatı büyüdükçe, kibirlendi ve tanrılık iddiasında bulundu.

Falcıların kehânetinden korkarak binlerce bebeği katleden Nemrut, kendi heykellerini yaptırarak onlara tapılmasını isterdi. Gördüğü nice hakikate rağmen îmân etmedi, zulümlerine devam etti.

Cenâb-ı Hak, Keldânîlerin üzerine toz bulutları gibi sivrisinekler gönderdi. O sinekler putperestlerin kanlarını emdiler. Bir sinek de, Nemrut’un burnundan girerek beynine geçti. Mağrur Nemrut, ağrısından dolayı durmadan başına tokmak vurdurdu. Nihayet, hızla gelen bir tokmakla başı parçalandı.

Heyhat! Saltanatının azametine aldanıp tanrılık taslayan, eli kanlı bir hükümdar, bir topal sineğe mağlûp oldu!

Cenâb-ı Hak; kibirli zâlimleri helâk ederken, onların gururunu yerle bir edecek şekilde, hor ve hakir edici bir sûrette helâk etmiştir;

  • Nemrut’u; aslanlar, kaplanlar değil, bir basit sivrisinek devirdi.
  • Fillerle gelen kibirli Ebrehe’yi; minicik kuşlar, attıkları taşlarla kepaze etti.

Birkaç sene evvel gördük ki;

  • Gözle görülmeyecek kadar küçük bir virüs; fennî ilimlerde çok ileri gittiğini zanneden, fezâya açılan batılı ülkelere haddini bildirdi.

Zâlim hükümdarların bir başka misâli:

BEBEK KĀTİLİ FİRAVUN

Tıpkı Nemrut gibi, Firavun da, Cenâb-ı Hakk’ın imtihan için verdiği zenginlik, güç ve kuvveti nefsine mâl etti.

O da, Nemrut gibi iktidarını korumak için binlerce bebeği katletti.

Nihayet Firavun; kavmini, hürriyete götüren Hazret-i Musa’nın peşine düştü ve mûcize olarak yarılan denize, onun peşinden girdi. Suların kapanmasıyla orada, hânedânıyla beraber boğulup gitti.

Zâlimleri aldatan husus; kendilerine verilen mühleti, hiç bitmeyecek zannetmeleridir.

Hâlbuki;

Hak sillesinin sedâsı yoktur,

Bir vurdu mu hiç devâsı yoktur!

İlâhî kahır tecellî edince, azap kamçısı inmeye başlayınca, o zamana kadar verilen mühletin bir ehemmiyeti kalmaz!

Dünyadaki âkıbetleri, onları kıyâmette bekleyen azap ve hüsranın yanında bir hiçtir.

Zâlimlerin kahra uğraması, mazlumlara imdat ve sevinçtir.

SEVİNÇLİ HABER

Altmış küsur senedir; Suriye’de en ağır zulüm ve işkenceleri irtikâb eden, daha önce Hama’ya bomba yağdıran, son 13 senedir ise, kendisinden kurtulmaya çalışan halkına kan kusturan, bir milyon civarında insanın ölümüne, milyonlarca insanın evsiz, yurtsuz birer mültecî hâline gelmesine sebep olan bir zâlim geçtiğimiz günlerde devrildi gitti.

Ardından ortaya dökülen inşâ ettirdiği yeraltı zindanları, akıl almaz işkenceler, seyreden insanları dehşete düşürüyor.

Senelerdir kanlı zâlimlerin desteğiyle ayakta duran bu zâlim; «Küfr ile pâyidâr olunur, zulm ile olunmaz!» sözünün tahakkuk etmesiyle, on iki günlük bir harekât ile yıkılıp gitti.

Âdetâ Hendek Harbi’nde Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği görünmez ordular gibi, bilmediğimiz ilâhî bir yardım tecellî etti. Bunca yıldır zâlimi destekleyenleri bertaraf etti.

Mehmed Âkif ne güzel söyler:

Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi,

Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!..

Bugün kendilerine tanınan mühletleri devam eden diğer zâlimlere de bu âkıbet, bir ibret olmalıdır. Bir seneyi aşkın zamandır, 45.000 masum Filistinliyi katleden diğer zâlime de ibret olmalıdır!..

ZÂLİMLERİN TAHSİLİ

Diğer bir ibret olarak görüyoruz ki;

Bu zâlimler ve destekçileri, ekseriyâ yüksek tahsillidir. Akademik kariyerlidir. Lâkin o tahsilleri, onları zulümden kurtarmamış, hattâ zulümlerini artırmalarına sebebiyet vermiştir.

Çünkü onların okuduğu, dünyevî tahsildir. Darwin’in;

“–Tabiatta güçlü olan ayakta kalır!..” şeklindeki bâtıl iddiasına ve Adam Smith’in;

“–Bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar!..” telkinine tâbî olarak;

“–Zayıflar ölsün, güçlüler rahat yaşasın!..” diyenlerdir.

Bizler evlâtlarımızın zâlimlerden olmasını istemiyorsak, onları İslâm karakter ve şahsiyetiyle yetiştirmeliyiz. Tahsillerini, uhrevî tahsil ile mezcetmeliyiz. İnsanı zulümden kurtaran Kur’ân tahsiline ehemmiyet vermeliyiz.

Diğer taraftan;

Suriye’de bu zulümler yaşanınca, milyonlarca kardeşimiz ülkemize ilticâ etti.

Elhamdülillâh milletimiz, tarihte ülkemize sığınanlara yardım ettiği gibi, bugün de Suriyeli kardeşlerimize misafirperverlik etmekten geri durmadı. Onları muhâcirler bilip, ensâr olma vazifemizi yerine getirdik. Böylece iki belde arasında, bir asırdır kopan bağlar tamir oldu. Kardeşlik köprüleri ihyâ edildi.

Bu kardeşliği anlayamayan nâdanlar oldu. «Dönsünler ülkelerine!» diye çığırtkanlık edenler oldu. O nâdanlar; şimdi o insan mezbahası zindanları görünce, zavallı masumları nereye göndermeye çalıştıklarını görüp acaba utanmışlar mıdır?

İnşâallah Suriye’de sulh ve selâmet hâkim oldukça, bu misafirlerimiz memleketlerine dönecekler. Şimdi bizi bir başka vazife bekliyor. 13 senelik savaşta, Suriye harâb oldu. Birçok bina yerle bir oldu. Geçen seneki büyük depremden de Suriye’nin bazı bölgeleri hasar aldı.

Bu defa bizi komşuluk vazifesi bekliyor. İmkânlarımızla kardeşlerimizin imdâdına koşmalıyız. Bir mü’min; elinden hiçbir şey gelmese dahî, ellerini açıp duâ etmelidir.

Komşuluğun ne kadar mühim olduğunu şu kıssa ne güzel anlatır:

MÎRASÇI KILACAK SANDIM!

Bir gün İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- için bir koç kesilmişti. İbn-i Ömer, ailesine;

“–Ondan yahudi komşumuza da hediye ettiniz mi?” diye sordu.

“–Hayır!” cevabını alınca da;

“–Bundan ona da gönderin. Zira ben, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;

«Cebrâil bana komşu hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki, komşuyu komşuya vâris kılacağını zannettim.» buyurduğunu işittim.” dedi. (Ebû Dâvûd, Edeb, 122-123/5152; Tirmizî, Birr, 28/1943)

Hulûlüyle şereflendiğimiz üç aylar da, bu komşuluk ve kardeşlik hakkını îfâ etmemiz ve onların yaralarını sarmamız için güzel bir vesiledir. Cenâb-ı Hak; yapılan hayır ve hasenâtı, mübârek günler hürmetine kat kat ecirle inşâallah mükâfatlandıracaktır.

EHL-İ ÎMÂNIN FARKI

Mudill isminin tecellîsi olan zâlimlere mukabil; Hâdî isminin tecellîsi de mü’min, müttakî ve muhsin kullardır.

Tasavvufî eserlerde nakledilen kudsî bir hadîs-i şerifte Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmemi arzu ettim (mârifetime muhabbet ettim) de (bu) kâinâtı yarattım.”1

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Bu âlem ve insan, hikmet ve esrar hazineleri gizli kalmasın diye yaratıldı.

Çünkü Cenâb-ı Hak;

«Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi arzu ettim de bu yüzden mahlûkātı yarattım!» buyurdu. Bunu işit de, kendi cevherini kaybetmeyip, kendini yaratılış hikmetine, yani kulluğa ve Hakk’a vâsıl eyle!”

Bu ilâhî gayeye muvâfık olarak; «mârifetullâh»a erişen, Allâh’a sâdık bir kul olan bahtiyarlar ise, Hak dostlarıdır:

  • Peygamberlerdir,
  • Sıddîklardır,
  • Şehidlerdir,
  • Sâlihlerdir.

İnsanlığın yüz karası olan, herkesin nefretle andığı zâlimlerin zıddına, sâlih zâtlar insanların gönüllerinde yer etmişlerdir. Dâimâ hayırla anılmışlardır.

Meselâ;

Hazret-i Ebûbekir Efendimiz öyle mütevâzı ve hayırsever bir zât idi ki, komşusu olan yetim kızların koyunlarını -hizmet olsun diye- her gün sağardı. Halîfe olduktan sonra, komşuları;

“‒Bunca meşgalesi arasında, artık bizim için yaptığı hizmeti îfâ edemez!” diye düşündüler.

Fakat o mübârek halîfe, hâlini değiştirmedi, bu hizmeti terk etmedi. (Süyûtî, Târîhu’l-hulefâ, s. 80)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da; hilâfet mes’ûliyetinin ağırlığı sebebiyle, geceleri Medine sokaklarında dolaşırdı. Bir yoksul, bir muzdaribe rastlarsa, sırtında çuvalla erzak taşıyarak o fakirin evine götürürdü.

Onun şu temennîsi, taşıdığı yüksek mes’ûliyet duygusunun bir tezâhürüdür:

“Hayatta olursam -inşâallah- halkın içinde bir sene dolaşacağım. Biliyorum ki insanların, bana ulaşmayan ihtiyaçları var. Vâlileri o ihtiyaçları bana bildirmiyor, kendileri de bana ulaşamıyorlar.

Şam’a gideceğim, iki ay orada kalacağım.

Sonra Cezîre’ye, sonra Mısır’a, sonra Bahreyn’e, sonra Kûfe’ye, sonra Basra’ya gidip her birinde ikişer ay kalacağım. Vallâhi o sene ne güzel bir sene olacak!” (Taberî, Târîh, Beyrut: Dâru’t-Türâs, 1387, IV, 201-202)

Hazret-i Ömer, dillere destan adâletiyle tarihe geçti. Onun devrinde fethedilen Kudüs ve çevresinde, gayr-i müslimlere emânnâme vermiş, onların selâmet içinde yaşamalarını temin etmişti.

Hazret-i Osman’dan da bir misal verelim:

Hicretten sonra müslümanlar su sıkıntısı çekiyordu. Medine’deki bütün kuyuların suyu acıydı. Sadece bir yahudiye ait olan Rûme Kuyusu’nunki tatlı idi. Yahudi, bu kuyunun suyunu satarak geçiniyordu.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“−Rûme Kuyusu’nu, cennette ondan daha hayırlısını kazanmak üzere kim satın almak ve kendi kovasını müslümanların kovalarıyla eşit kılmak ister?” buyurdu. Yani kuyuyu satın alan, diğer müslümanlarla eşit haklarda ondan istifâde edebilecekti.

Hazret-i Osman, derhâl bu kuyuyu satın almak istedi. Lâkin yahudi kabul etmedi. Sonunda bir gün yahudi, bir gün de müslümanlar kullanmak üzere yarı hissesini satın almaya muvaffak oldu. Daha sonra da tamamını satın aldı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Osman’a;

“–İnsanların ondan su içmeleri için (kuyuyu) vakfeder misin?” diye sorunca, o da bu arzuya gönülden icâbet ederek bu kıymetli kuyuyu vakfetti. Böylece Hazret-i Osman’ın bu infâkıyla Medineli müslümanlar su sıkıntısından kurtuldular.

Rivâyete göre Osman -radıyallâhu anh-; büyük bir fazîlet daha sergileyerek, kendisinin satın alıp vakfettiği bu kuyudan su alabilmek için herkes gibi sıraya girip beklerdi. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, VIII, 422; Süyûtî, Lübâbü’n-Nukûl, s. 25)

İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ-’ın bildirdiğine göre;

Hazret-i Ali ve Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhümâ-; üç gün üst üste iftarlıklarını kapıya gelip Allah rızâsı için bir şey isteyen yoksul, yetim ve esire ikrâm ettiler. Kendileri su ile iftar ettiler.

Bu muhteşem îsârı tebrik için şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

“Kendileri istekli oldukları hâlde yemeklerini yoksula, yetime ve esire verirler ve onlara;

«–Bunu size Allah rızâsı için yediriyoruz. Sizden karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Biz Rabbimiz’in sert, belâlı bir gününden korkarız.» derler.

Allah da onları o günün fenalığından korur. Yüzlerine parlaklık, gönüllerine sevinç verir.” (el-İnsân, 8-11)

Sahâbeden itibaren, cümle Hak dostları ve İslâm medeniyetinin yetiştirdiği büyük şahsiyetler de dâimâ adâlet, şefkat, hikmet ve merhamet timsâli insanlar oldular.

Onlar mahrumlara imdâd etmekte gecikmeyi bile büyük bir kabahat olarak gördüler:

DERHÂL YARDIM

Bir derviş, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nden bir şey istemişti. O da hemen ayağa kalkıp gömleğini çıkardı ve dervişe verdi.

“–Ey Hasan, eve gidip oradan bir şeyler verseydin ya!” dediler.

Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle cevap verdi:

“–Bir defasında bir muhtaç mescide geldi ve;

«–Karnım aç!» dedi.

Biz gaflet ettik, hemen yiyecek getirmedik. Onu mescidde bıraktık ve evlerimize gittik. Sabah namazına geldiğimizde bir de baktık ki, zavallı ölmüş. Kefenleyip defnettik.

Ertesi gün, bir zuhûrat olarak, fakiri sardığımız kefenin mihrapta durduğunu ve üzerinde;

«–Kefeninizi alın, Allah kabul etmedi!» yazdığını gördük.

O gün;

«–Bundan sonra bir ihtiyaç sahibini gördüğümde onu bekletmeyeceğim, hemen ihtiyacını göreceğim.» diye yemin ettim.”2

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri; üstâdının emriyle, yıllarca sokak hayvanlarına hizmet etti. Yolları süpürdü, hastalara baktı. Hâlık’ın nazarıyla mahlûkāta bakmanın feyiz ve rûhâniyetiyle mâneviyatta engin mesafeler katetti.

Fatih Sultan Mehmed Han; feth-i mübînden sonra açtığı sofralarda, askerlerine elleriyle yemekler ve hediyeler ikrâm etti. İstanbul fethinde şehîd olan askerlerinin yetim ve dullarını vakfiyesinde unutmadı. Onların haysiyetini de düşünerek vakfiyesinde şöyle bir inceliği gözetti:

“İnşâ ettirdiğim imârethânemde İstanbul fukarâsı yemek yiyeler! İstanbul fethinin şehîd ailelerine ve yetimlerine ise; kapalı kaplarda, hava karardıktan sonra, komşularının dikkatini celb etmeden, onların izzet ve haysiyetleri korunarak yemek ikrâm edile!..”

Sadece padişahlar değil, toplumun her seviyesinde herkes infak yarışına koştu. Vakıflar, toplumu âdetâ bir ağ gibi ördü. Böylece fakir var olsa da dilencinin bulunmadığı bir toplum inşâ edildi.

Bu hayrat yarışında Osmanlı’da merkezlere büyük camiler inşâ edilmiştir. Mahalle aralarında da kimsenin camiden mahrum olmaması için küçük mescidler yapılmıştır. Şairin dediği gibi her yere çil çil kubbeler serpilmiştir.

Mütefekkir Cemil MERİÇ’in güzel bir tespiti vardır:

“Namaz, psikiyatrik bir tedavidir. Çünkü namaz kılan, kendini yalnız hissetmez. O, en büyük güce bağlıdır. O gücün inâyeti içindedir. Namazı huşû içinde kılan bir toplumda psikiyatrik hastalık olmaz…

Oruç, (zekât ve infak) gibi ibâdetlere devam (ederek İslâm kardeşliğini yaşayan) bir toplumda da sosyolojik patlamalar olmaz. Bu sayede büyük buhranlar yaşanmaz, zulüm olmaz.”

Cenâb-ı Hak; zâlimlerin şerrinden cümle mazlumları, muhafaza buyursun.

Milletimizi dün olduğu gibi bugün de; mazlumların imdâdına koşan, adâlet, şefkat ve merhamet ehli kılsın.

Âmîn…

Dipnotlar:

1 Bkz. İ. Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahfî; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 132.

2 Bkz. Darîr Mustafa Efendi, Yüz Hadis Yüz Hikâye, haz. Selahattin YILDIRIM-Necdet YILMAZ, İstanbul 2001, s. 157.