Yuvayı Kuran, Dişi Kuştur

Aile Üzerine…

Yıl: 2005 Ay: Ocak Sayı: 11

Efendim, günümüzde evlilikle ilgili bir çok tartışmalar yapılmaktadır. İslâm’da “Nikâh” ve “Aile” mevzûları üzerine biraz izahatta bulunabilir misiniz?

Allah Teâlâ zâtıyla kâim, yani başka varlıkların yardımından müstağnîdir. Bütün varlıklara gücünü ihsan eden O’dur. Bütün güçler O’na aittir. O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Mâsivâullah, yani Allah’tan gayri bütün varlıklar ise binbir türlü ihtiyaç içinde hem birbirlerine ve hem de her şeyi yoktan var eden Cenâb-ı Hakk’a muhtaçtır. Bunlar arasında bilhassa “insan” başkasına muhtaç olmak yönünden en ileri safhada yaşar. Esâsen o, “üns” ve “ünsiyet” kelimelerinden türemiş olan “insan” diye isimlendirilmiştir ki, bu bile onun başkalarıyla maddî-mânevî alışverişte bulunmaya, beraberliğe ve bu sûretle diğer ihtiyaçlarını gidermeye muhtaç olduğunu gösterir. Bu ihtiyacın zirvesi, kadın-erkek beraberliğidir. Bu keyfiyet diğer canlılarda erkek-dişi, cansız varlıklarda ise eksi (-) artı (+) sûretinde tecellî eder. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok âyet-i kerîmede bu husûsa temas edilmiştir:

“Her şeyi çift yarattık ki, düşünüp ibret alasınız.” (Zâriyât Sûresi, 49)

“Yerin bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve henüz mâhiyetini bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah’ı tesbîh ve takdîs ederim.” (Yasin Sûresi, 36)

“Ve  sizi çift çift yarattık.” (Nebe Sûresi, 8)

Bir erkeğin kadına, bir kadınınsa erkeğe ihtiyaç ve temâyülü, aslında neslin devamı için verilmiştir. Ancak bu tek gaye olmayıp, buna ilâveten fertlerin rûhî ve içtimâî huzur, sükun ve ahengi de hedeflenmiştir. Bu rûhî huzur, sükun ve ahenge ulaşmada zirve ise ancak “muhabbetullah” ile yani, kalbin Cenâb-ı Hakk’a aşkla teveccüh etmesi sâyesinde gerçekleşir. Muhabbetullâh ile Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilmenin birinci merhalesini kadın-erkek arasındaki muhabbet teşkil eder. Kalpler, birbirlerine muhabbetle bağlanan eşler arasında vâkî olan beşerî muhabbet antremanlarıyla muhabbetullaha istîdad kazanır. Bu beraberliğin tabiî meyvesi olan evlad ile bu istidad daha da olgunlaşır.

Kadındaki fıtrî temayüllerle erkektekiler birbirini tamamlayarak karşılıklı ihtiyaçları telâfî ve temin sûretiyle huzurlu bir ailenin oluşmasını temin eder. Böylece hem toplumun en temel birimini teşkil eden “aile” meydana gelmiş olur,  hem de ferdin iç dünyası huzur ve sükûna kavuşur. Gerçekten toplumun medenî seviyeye kavuşması ve yuvaların sürûr ve saadetle dolması için en önemli hususların başında huzurlu bir aile ortamı gelir. Âile kurulurken erkek ve kadın, birbirlerine Allah adına söz verirler. Sevgi, saygı, güven ve samimiyet üzerine bir yuva kurarlar.

Nikâh peygamberlerin yolu, Rasûlullâh’ın sünneti, neslin baharı, erkek ve kadının şeref ve edebi, nâmus ve iffetin kalesi, insan soyunun hayvanlardan imtiyâzıdır, yani üstünlüğüdür.

Kadınların saadeti, hanım olarak yaşamalarındadır. Kadın, aslî vazifesinin dışına yönelir ise aile ocağını kurutur. Kadının dış hayata katılması ancak zarûrî sebeplerle mümkün olabilir. Bu zarûretler de miktarınca tayin olunup mâkul ve meşrû sınırlar aşılmaması îcâb eder.

İnsanlığa vakarlı ve şerefli bir hayat yaşatmak isteyen İslâm dini, kadına en yüksek değeri vermiş ve onun ihmalinden doğacak zararlara işaret etmiştir. Kadın, ailenin saadet ve huzur tavanına asılmış billur bir kandil gibidir. Nikâhın feyz ve nuru ile toplumu aydınlatır. Ailenin iffet ve namusunu korur. Kadın, günah girdab ve erozyonlarına karşı ailenin bir siper-i sâikası (paratoneri) olmalıdır. Aksi hâlde nesiller zâyi olur, insan enkazı haline gelir. Neslin zâyî olması ise akrabalığın ilgâ ve iptaline ve bu da nihayet toplumun çöküşüne kadar gider. Bu takdirde fitne, kangren hâline gelerek bütün topluma yayılır. Zarif ve ince duygular biter. Rezâlet ve huzursuzluklar tuğyân eder. Bunlar ise bir toplumun batış âlâmetleri ve felaket alarmları demektir.

Hanımlar, nikahın billur avizesi içinde parıl parıl ışık saçan bir hayat iksiridir. Kadının, ahlâkî, içtimâî ve millî hüviyet ve ihtişamı, nikâhın ruhâniyeti içinde yaşamasındadır. Kadın, nikâhla kurulan yuva sâyesinde yepyeni bir dünyaya girer. Belki daha önce hiç tanımadığı, tamamen meçhulü olan bir bey ve onun aile efradıyla bir arada yaşamaya başlar. Ancak Allah’ın evliliğe lutfettiği ayrı bir husûsiyet vardır ki, nikâh sâyesinde bir araya gelen çift, daha önce iki yabancı insan iken bir anda dünyanın birbirine en yakın iki insanı olurlar. Kurdukları yuva da, çoğu kere ayrıldıkları baba ocağından daha sıcak gelmeye başlar. Nitekim Rabbimiz:

“O’nun varlığının ve birliğinin delillerinden biri de kendilerine meyledip ülfet edesiniz diye kendi cinsinizden eşler yaratması ve aranızda bir muhabbet ve şefkat kılmasıdır. Şüphesiz ki, bunda tefekkür eden bir topluluk için nice deliller vardır.” (Rum Sûresi, 21) buyurmaktadır. Öyleyse ailedeki saadet için hâkim unsur, eşler arasındaki muhabbet, samimiyet ve şefkat olmalıdır.

 

Her yuvada bu saadeti yakalamak mümkün olmuyor. O halde bu saadet ve huzura ulaşmak büyük bir nimet olsa gerek… Bu saadete ulaşmak için nelere dikkat etmelidir?

Böyle huzurlu bir yuva tesis etmek için eş seçmede İslam’ın koyduğu kaidelere hassasiyetle riayet etmek birinci şarttır. Bunlar da -hülâsaten söylemek gerekirse- eşlerin birbirlerinde güzellik, zenginlik vesâir gibi geçici, nefse hoş gelen sebeplere istinâden değil, iman ve ahlak gibi temel mânevî vasıflara ağırlık vererek tercih etmeleriyle hâsıl olur. Bir de aileler arasındaki küfüv, yani denklik dikkate alınmalıdır. Bundan sonrası irade ve olgunluğa bağlıdır. Olgunluk iman ve amel mükemmelliği, irade ise İslâmî emir ve yasaklara râm olmakla hasıl olur…

Allah’ın emir ve yasaklarına riâyet edilen huzurlu bir âile, dünya saadetinin temeli ve Rabbimizin en büyük ihsânlarından birisidir. Bu nimet ve saadetin devamı, iki tarafın ruhâniyet iklimi içerisinde yaşamasındadır ki, bu da karşılıklı fedakarlık ve anlayışa bağlıdır.

Günümüzde ailenin erozyona uğramasının en mühim sebeplerinin başında “kadının erkekleşmesi, erkeğin de kadınlaşması” gelir. Allah Teâlâ kadına ayrı, erkeğe ayrı hususiyetler lutfetmiştir. Bunlar her ikisinin toplum içindeki vazifelerinin lâyıkıyla ifasına göre şekillenmiştir. Vücud yapısından ruhî temayüllere kadar bütün fıtrî hususiyetler erkek ve kadında Allah’ın onlara yüklediği mükellefiyetlere göre şekillenmiştir. Bu durum, ailenin geçimini teminle mükellef kılınan erkekte psikolojik metanet ve bedenî hususiyetler suretinde tecelli eder ki, bu onun ailede reis olması neticesini doğurur. Kadın, ailenin geçiminden mesul tutulmamıştır. O, bu beraberlikten hasıl olacak çocukların doğumu ve doğumundan itibaren acizlik devrelerinde bakılıp korunmaları gibi hissîliği gerektiren bir vazife ile mükelleftir. İlâhî tayin eseri olan bütün bu yaratılış hususiyetleri, kadın ve erkeğe ayrı ve birbirini tamamlayan bir hüviyet kazandırır ki bunlardaki değişiklik yaratılış özelliklerine aykırı bir yolda yürümek demek olur, bu ise huzursuzluk kaynağı olup saadeti zaafa uğratır.

Bir de şu hususu söylemek lâzımdır ki, ne ailedeki erkek otoritesi “tahakküm” ve ne de kadının itaati “esaret” şeklinde anlaşılmalıdır. Bu roller İslam’ın hassas bir surette tayin ettiği ölçüler dahilinde gerçekleşirse ailede “zâlim” de olmaz, “mazlum” da… Kadının iffet ve itaat dairesinden çıkarak kocasına zulmetmesi, buna mukabil kocanın ise otoritesini nefsânî arzuları uğruna kullanması aile yuvasını tahrib eder. Ancak hariçteki hayat mücadelesine memur olan erkeğin mâruz kaldığı gerginlikler sebebiyle evinde hanımından kendisini teskin edici şefkatli ve muhabbetli bir itaat görmesi, hem hakkı ve hem de bir ihtiyacıdır. Bundan  dolayıdır ki, ailede herkes Allah’ın tayin etmiş olduğu hak ve sorumluluklarını bilmelidir. Aile içinde erkek merhametli, hakşinâs; kadın ise itaatkâr olmalıdır.

Bir yuvayı huzur ve saadet içinde devam ettiren şey, karşılıklı sevgi ve saygıdır. Ama unutmamalıdır ki, ecdâdımız “yuvayı dişi kuş yapar” demişlerdir. Bu bakımdan yuvaya sahip çıkmak husûsunda kadının daha çok firâsetli olması, gayret ve fedâkârlıkta bulunması beklenir.

Bir kadının aile yuvasında dikkat edeceği hususlar nelerdir?

Her şeyden önce hanımlar, Allah’a kulluğa ve takvaya riâyet etmelidir. İbâdete, namaz ve niyaza dikkat ettikleri gibi helal ve harama da itina göstermelidirler. Aile içinde hanımın takvâ ve istikâmeti, kocasını, çocuklarını, akrabalarını ve hatta komşularını hayır ve hasenâta teşvik edecek mahiyette olmalıdır. Sâliha bir hanım, etrafına saadet saçan, cennet kokulu bir çiçektir. İyi bilmelidir ki, milletler erkekleri ile terakkî eder; fakat kadın bu terakkide temel unsurdur. Zira evinde huzurlu olmayan bir erkek toplumda da başarılı olamaz. Bundan dolayıdır ki, erkeksiz terakkî olmadığı gibi, kadınsız terakkî de noksandır. Diğer taraftan her erkek, ilk terbiyesini ana kucağında alır. Dolayısıyla onun şahsiyetinin teşekkülünde ilk hizmet yine kadınlara aittir. Bu yüzden kadının kemâliyle milletler yükselir, onun alçalmasıyla da milletler sukût eder.

Hanımlar için Allah’a kulluktan sonra gelen en mühim vazife; kocalarını ve aile fertlerini mesut etmektir. Zevcini memnun etmek ve aile saadetine gölge düşürmemek, Rabbin rızâsını celbeder. Zira Peygamber Efendimiz:

“Saliha kadın, kocası yüzüne baktığı zaman onu sevindirir, kocasının meşrû isteklerini yerine getirir ve onun gıyâbında hem malını, hem de namusunu muhafaza eder.” (İbn-i Mâce, Nikah, 5/1857) buyurmuştur. O hâlde bir kadın, kocasını memnun etmenin yollarını arayıp bulmalı, onun rızasını kollamalıdır.

 

Efendim, bu konuyu biraz daha açacak olursak, bir hanım evinde, günlük hayatında nelere dikkat etmelidir?

Evin içindeyken, kendine itina göstermeli, temiz ve bakımlı olmalıdır. Sıradan bir erkeğin nazarında bile kadının pasaklı ve derbeder olması onun gözünden düşmesi için yeterlidir. Kocasının yanında, göze hoş gelmeyecek her türlü görüntüden uzak olmalıdır. Evde aradığını bulamayan kimsenin gönlü, dışarıda yanlış yerlere doğru kayar ve nihayet aile saadeti zaafa uğrar. Bu yüzden ev içinde kadın, renk ve kokusu muhtelif çiçeklerden derlenmiş bir buket gibi olmalı; eşine saadet ve huzur tevzî etmelidir. Beyi akşam saatlerini özlemeli, akşam eve dönmekten nefret etmemelidir.

Saliha hanım, kocasını güleryüzle ve kapıda karşılamalı, evden çıkarken de güzel söz ve duâlarla yolcu etmelidir. O gün kendisi çok yorulmuş olsa bile bunu belli etmemeli ve onun yanında yüzünü ekşitmemelidir. Kocasının sıkıntılarını paylaşmalı, yorgunluğunu atmasına yardımcı olmalıdır.

Aşırı alınganlık, gerekli-gereksiz şikâyetler sebebiyle birbirlerinin huzurunu kaçırmamaya çalışmalıdırlar. Bu konuda ashâb-ı kirâmdan Ümmü Süleym’in kocasına karşı tavrı ne güzeldir. Çocuğunun vefat etmiş olması bile, onu kocasına hizmet ve fedâkârlıktan alıkoymamıştır. Rivâyet edilir ki, Ebû Talhâ’nın ağır hasta olan oğlu, kendisi evde yokken vefat etmişti. Ümmü Süleym, çocuğun vefat ettiğini görünce onu gasledip kefenledi. Ümmü Süleym ev halkına:

“–Sakın Ebû Talhâ’ya oğlunun öldüğünü söylemeyin, tâ ki ben söyleyinceye kadar!..” diyerek sıkı tenbihatta bulundu. Ebû Talhâ gelince:

“–Oğlan nasıldır?” diye sordu. Ümmü Süleym:

“–Çocuğun ızdırabı son buldu, istirahat ettiğini zannediyorum.” dedi. Sonra kocasının yemeğini getirdi. Ebu Talha yemeğini yedi. Ümmü Süleym süslenip zevcesine göründü. Beraberce istirahate çekildiler. Sabah olunca, Ebû Talha evden çıkmak istediği sırada, zeki ve takva sahibi bir hanım olan Ümmü Süleym:

“–Ey Ebû Talha, şu komşumuzun yaptığına bak, kullanmak üzere aldığı emaneti istediğim zaman vermek istemediler.” dedi. Ebu Talha:

“–Hiç olur mu, iyi etmemişler!” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ümmü Süleym:

“–Ey Ebu Talha, oğlun senin yanında Allah’ın bir emanetiydi, onu geri aldı.” deyiverdi. Ebu Talha birden şaşırdı, sustu ve sonra:

“–İnna lillâhi ve inna ileyhi râciun: Biz Allah içiniz ve muhakkak O’na döneceğiz” diyebildi. Namaz için mescide gittiğinde olan biteni Hazret-i Peygamber’e anlattı. Allah Rasûlü:

“–Cenab-ı Hak, bu gecenizi mübarek kılsın.” diye duâ etti. Bu duâ üzerine daha bir yıl geçmeden Allah bu aileye bir erkek evlat daha ihsan etti. Peygamber Efendimiz bu yeni doğan çocuğa hurma yedirerek duâda bulundu ve ismini “Abdullah” koydu. Yine bu duânın bereketiyle Abdullah’ın dokuz veya yedi çocuğu olduğu ve hepsinin kurrâ hâfız oldukları rivayet edilmiştir.

 

Sâliha bir hanım, huzur dolu bir aile ortamı için kocasıyla münâsebetlerinde başka ne gibi incelikleri gözetmelidir?

Beyini hiçbir zaman ihmal etmemeli, aile fertleri arasındaki sıralamada onu ikinci sıraya düşürmemelidir. Bu hâl, fıtrata ters düşeceği için normal bir erkek, kadının böyle bir davranışını kabullenemez.

Bir insanı memnun etmek için onu iyice tanımak gerekir. Bu yüzden hanım, kocasını anlamaya, onun ideallerini, alâkalarını, hislerini, zevklerini paylaşmaya ve ondan kopmamaya çalışmalıdır. Buna mukabil erkek de hanımına karşı aynı şekilde hareket etmelidir. Eğer bunu önemsemezlerse, hayat arkadaşlığının tabiî icabı olan “müştereklikler” gittikçe azalır ve eşler birbirinden zamanla uzaklaşır. Vakitlice tedbir alınmazsa bu bir müddet sonra öyle bir hâl alır ki; eşler arasındaki muhabbet ve birliktelik, yerini ayrılık ve nefrete bırakabilir. Bunun en kötü mevsimi ihtiyarlıktır. Birlikte geçirdikleri yıllar boyunca birbirini tanıyıp anlamaya çalışmamış kimselerin ihtiyarlık demlerindeki ayrılığı ise, hazîn bir yalnızlık ve geri dönülmez bir hasret ve nedamettir.

Hanım, beyine hayırlı ve meşrû her işinde yardımcı ve destek olmalıdır. Onun akrabalarına da hürmette kusur etmemelidir. Tercih ve fedâkârlık durumunda kalırsa, onun ailesine daha fazla yakınlık göstermelidir.

Hayat sürprizlerle doludur. Felaket ve buhran zamanları olabilir. Böyle zamanlarda beyinin yanında bulunması ve onun yükünü hafifletmeye çalışması gerekir. Büyüklerimiz demişlerdir ki, “Halı ol, üzerinde kırk ayak dolaşsın ki, baştâcı olasın.” Başka bir darb-ı meseldeki gibi, sıkıntı anlarında “ağzından kan damlasa, kızılcık şurubu içtim” denilmeli, kol kırılıp yen içinde kalmalıdır. Yuvasına gelinlikle girmeli, yuvayı saadetle doldurmalı ve bu kapıdan ak, lekesiz bir kefenle ebedî yolculuğa çıkmalıdır. Nitekim Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, ilk hanımı olan Hazret-i Hatice’nin sabır, anlayış, teslimiyet ve fedâkârlıklarını, bir ömür boyu hayırla yâd etmiştir.

Kısacası insanlar sevmelidir ki, sevilsin; saymalıdır ki, sayılsın. Fedâkâr olunmalıdır ki, karşılığında güzellik ve ikramlar bulsun. Lâkin aile içinde bunlar öncelikle hanımdan gelmelidir. Tabiî akıllı kadın, kocasına kendisini sevdirir ve saadet yolunun mimarı olur. Hadis-i şerifte:

“Kocası kendisinden râzı olarak vefât eden kadın, cennete gider.” (Tirmîzî, Radâ, 10; Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Nikah, 4) buyurulmaktadır. Bu hadis-i şerif, hem sâlihâ bir hanımın beyini memnun etmesi hâlinde nâil olacağı mükâfâtı bildirmekte ve hem de ailede erkeğin mevkiine ve kadının ahlâkına temas etmektedir.

Erkek de hariçte çalışıp uğraşırken kazancının helal olmasına dikkat etmeli, eve girenin kaynağından bîhaber olan hanımına ve yavrularına şüpheli şeyler bile yedirmemeye dikkat etmelidir.

Diğer bir hadis-i şerifte “Kişinin güzelliği dininde, mürüvvet ve şerefi aklında, soy-sop güzelliği de ahlâkında gizlidir.” buyurularak eş tercihlerinde dikkat edilmesi gereken ölçülere işaret edilmiştir.

Saliha kadın, yalnız beyini sevip saymakla kalmayıp, onun akrabalarına ve dostlarına da meşrû ölçüler içinde yakınlık göstermelidir. Zira kadının bu davranışı kocasını memnun eder. Fakat bunda hassas olunması gereken bir husus vardır, o da şer’î mahremiyet sınırlarına uyulmasıdır. Kadın, evde yalnızken, kendisine nikâh düşen akrabayı bile içeriye almamalıdır. Bu hassas bir konudur. Kimsenin hüsn-i niyetine inanmamalı ve bilhassa kadın kendini lekelenmekten uzak tutmalıdır. Çünkü kadın bembeyaz elbise gibidir, onda en küçük bir leke bile göze batar.

Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şüphe getirecek durumlardan uzak bulunmayı arzu ederdi, töhmet olan yerlerde bulunmayınız, buyururdu.

Nitekim bir gece vakti, Allah Rasûlü, hanımlarından biriyle sokakta yürürken karşılarına çıkan ensardan iki şahsa yanındaki kimseyi tanıtır mâhiyette:

“–Bu anneniz Safiye binti Huyey’dir.” buyurmuştur. Ashâbın:

“-Rasûlü’nün uygunsuz bir davranışta bulunmasından Allah’ı tenzih ederiz, Ya Rasûlallâh!” demeleri üzerine de:

Şeytan insanın vücudunda kan gibi dolaşır. Onun sizin kalbinize bir kötülük -veya bir şüphe- atmasından korktum.” (Buhârî, İ’tikâf 11; Müslim, Selâm 23-25) buyurarak insanlarda şüphe ve töhmete mahal bırakmamayı tenbih etmiştir.

Hanımlar, kocalarının meşrû işlerinde daima yanlarında olmalıdır ki, bu sâyede zevc, hanımıyla tesellî bulsun, şevki artsın. Hayır ve güzellikler paylaşıldıkça artar; felâket ve üzüntüler paylaşıldığında azalır. Eşler, hem dünya, hem âhiret yolculuğunda birbirinin hayat arkadaşı olduklarını hiçbir  zaman unutmamalıdırlar. Önceden her birinin müstakil bir hayatı varken, evlenmekle ortak bir hayata, ortak bir kadere dâhil olurlar. Öyleyse ortak hayatın icaplarına riâyet etmeli ve birbirini hayatın iniş ve yokuşlarında hep gözetmelidir. Eğer birinin ayağı sürçerse, diğeri ona baston olmalı ve kolundan tutup kaldırmalıdır.

Kadın, eşinin davranışlarına dikkat etmeli ve bir konuda asabîleştiğini farkettiğinde meseleyi büyütüp işi münâkaşa boyutuna vardırmamalıdır. Zira ciddî ve uzun süreli münâkaşalar, aradaki muhabbet ve saygıyı zedeler, aile yuvasını tehlikeye sokar. Bu gibi durumlarda hanımların zevclerine karşı davranışlarında sâkin ve terbiyeli olmaya devam etmesi uygundur. Sonunda koca da hatasını anlayacak ve hanımına karşı mahcûbiyet içinde hürmetkâr olacaktır. Aksi hâlde hatalı olmasına rağmen, bu haksızlığını göremeyecek ve aralarına girmiş olan şeytan, iki kalbe de kin ve husûmet tohumları ekecektir.

Eşlerin dikkat edeceği bir husus da aşırı güvensizlik ve kıskançlıktır. İnsanları en çok rahatsız eden şeylerden birisi de kendilerine karşı duyulan itimatsızlıktır. Eğer bu konuda çok ciddi sebepler ortaya çıkarsa birbirlerini suçlamadan önce, oturup konuşmayı denemelidirler. Yoksa ufak-tefek meseleleri büyütüp içinden çıkılmaz büyük problemler hâline getirmemelidirler.

İnsanların bazı hâdiseler karşısında basireti bağlanabilir. Unutkanlık veya hataları olabilir. Bir hanım, kocasını, birisine danışmak ihtiyacı içinde görürse, bütün samimiyet ve iyi niyetiyle yanında olduğunu hissettirmelidir. Böyle bir konuda bildiğinin en doğrusunu söylemeye çalışmalıdır. En yakın sırdaşı olmalıdır. Unutmamalıdır ki, erkek ve kadın, birbirini tamamlayan unsurlardır ve müminlerin anneleri olan Peygamber Efendimizin hanımları da zaman zaman fikirleriyle Efendimize destek olmuşlardır. Mesela Hudeybiye anlaşması esnasında Ümmü Seleme –radıyallâhu anha- validemiz, ashab-ı kiramın itirazlarından çok üzülen Peygamber Efendimiz’i teselli etmiş ve emrettiği şeyi önce kendisinin yapmasını tavsiye etmiştir. Peygamber Efendimizin tıraş olup ihramdan çıktığını gören ashab-ı kiram da ihramdan çıkmışlar ve bu mesele acı neticelere yol açmadan çözülmüştür. Yine Hazret-i Hatice validemiz, Peygamber Efendimiz ilk vahyi aldığında onu tesellî etmiş, üzüntü ve endişelerini paylaşmış ve Varaka bin Nevfel’le görüşmesine yardımcı olarak Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem Efendimizin takdirini kazanmıştır.

İslâm tarihinde Hazret-i Ömer –radıyallâhu anh- hakkında da benzer bir misal zikredilmektedir. Hazret-i Ömer, mescidde kadınların çok fazla mehir istediklerini ve bunun evlenmeyi zorlaştırdığını söyleyerek, mehir miktarını sınırlamak istemişti. O sırada mescidde Hazret-i Ömer’i dinlemekte olan arka taraflardan bir kadın, ayağa kalkmış, kadınların istedikleri kadar mehir talep edebilecekleri ile ilgili âyet-i kerîmeyi okuyarak Hazret-i Ömer’e itiraz etmiştir. Bunun üzerine Hazret-i Ömer hatasını anlamış ve:

“–Kadın isabet etti, Ömer yanıldı.” buyurarak görüşünü değiştirmiştir.

Lâkin burada üzerinde durulacak önemli bir konu daha vardır. Kadın, herhangi bir mevzuda istişare ederken, görüşü doğru bile olsa tekebbürden (kibirlenmekten) uzak durmalıdır. Beyine herhangi bir mevzûda fikir ve tavsiyede bulunurken ona hürmetin dışına çıkmamalı, ona itimatsızlık göstermemeli veya ona nasihat vermek tavrına girmemelidir. Zira erkekler, zevcelerinden nasihat almaktan fazla hoşlanmazlar. Velhâsıl saliha kadın, Allah’ın kendisine verdiği akıl nimetini beyine karşı çok hassas bir üslup ile kullanmayı bilir.

Bir kadın kocasının gönlüne girebilecek bir maharet ve sanata sahip olmalıdır. Tarihimiz bunun en büyük şâhididir. Vâlide Sultanlarımız, padişah olan beylerinin kalplerine girerek, saltanatlarını orada devam ettirmişler ve bu sâyede arkalarında kendilerine sadaka-i cariye olan nice cami ve hayır müesseseleri bırakmışlardır. Hâlen devam eden bu hizmetleri sebebiyle hayır ve rahmetle yâd edilmektedirler.

Yine bir hanımın kocasını, bir başkasının yanında tenkit etmesi ve başkalarının yanında nasihat vermeye çalışması da edeb kaidelerine aykırıdır. Ne kadar hatalı da olsa, onu mahcup edip eksiğini teşhir etmemelidir!.. Aynı şekilde kocanın da hanımına karşı böyle bir davranışı yanlış olur. Zira âyet-i kerîmede:

“Kadınlar sizin için, siz de onlar için bir elbise gibisiniz.” (Bakara Sûresi, 187) buyurulmaktadır.

Bir hanımın, kocasının eksik ve kusurlarına mukabil, başka bir erkeği kocasının yanında methetmesi de yanlıştır. Kocasını, hiç kimseye, hatta annesine ve babasına bile şikâyet etmemeli, onu hiç kimsenin yanında zora düşürmemeye dikkat etmelidir. Aradaki ihtilafları başkasına aksettirmek yerine, kendi aralarında çözmeye çalışmalıdır. Erkekler de hanımının kusurunu kırıcı olmayan bir lisanla söylemeli, araya (annesi, kızkardeşi vb.)başka şahısların  girmemesine özen göstermelidir.

Çevremizde görürüz, bazı evliliklerde tarafların mutluluğu elde edememesinin temelinde hanımların kocalarına veya kocaların hanımlarına değer vermemesi vardır. Halbuki karı-koca, birbirinin hem cenneti, hem de cehennemi olabilir. Hem Allah’a kulluğuna itina gösteriyor, hem de beyinin meşrû isteklerine cevap vererek rızasını alıyorsa bu sâliha kadın, cenneti kazanabilme yolundadır.

 

Peygamber Efendimizin böyle sâliha hanımlar hakkında ne gibi tebşirâtları (müjdeleri) vardır?

Peygamber Efendimiz buyururlar:

“Sahip olunan şeylerin en efdali; zikreden bir dil, şükreden bir kalp, kocasının imanına yardımcı olan sâliha bir zevcedir.” (Tirmîzî, Tefsir, 9/9)

“Mümin, Allah’a takvâdan sonra en ziyâde sâliha bir zevceden hayır görür. Böylesi bir kadına emretse itaat eder, ona baksa sürur duyar, bir şeyi yapıp yapmaması hususunda yemin etse, kadın bunu yerine getirerek onu yeminden kurtarır, kadınından ayrılıp uzak bir yere gitse, kadın hem kendi namusu ve hem de adamın malı hususunda hayırhâh ve dürüst olur.” (İbn-i Mâce, Nikah, 5/1857)

“İyi kadın, kocasına karşı itaatli, çocuklarına karşı şefkatli olandır.”

 “Dünya geçici bir faydadan ibarettir. Onun fayda sağlayan en hayırlı varlığı dindar kadındır.” (Müslim, Radâ, 64; Ayrıca bkz: Nesâî, Nikah, 15; İbn-i Mâce, Nikah, 5)

 

Günümüzde maddî olarak pek çok sıkıntılardan, bâdirelerden geçtik, geçiyoruz. Âilede maddî varlık ve yokluk konusunda nelere dikkat edilmelidir ki, ailenin huzur ve mutluluğu zedelenmesin?

Öncelikle insanlar, nefislerine hâkim olmayı öğrenmeli ve bütçelerinin sınırlarını zorlama pahasına her gördüklerini elde etmeye çalışmamalıdırlar. Zira bu, nihayetinde aşırı yük altına girmeye, huzursuzluk ve büyük buhranlara sebep olmaktadır. Günümüzde gittikçe yaygınlaşan kredi kartları sebebiyle, her gördüğüne kolay ve ucuz bir şekilde sahip olabileceğini düşünen bir çok aile, yapmış olduğu ölçüsüz harcamalar sebebiyle borç ve faiz girdabına düşmüş ve perişan olmuştur. Nice mesut yuva bu yüzden yıkılmış veya yıkılmaya yüz tutmuştur. Eşlerin maddî durumları çok iyi bile olsa saçıp savurmamalı, israftan kaçınmalıdır. Bu hem kadına, hem de erkeğe ait bir mükellefiyettir. Allah korusun, gün gelir hoyratça harcananlar aranmaya başlanır. Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede:

“Yakınlarına, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver, sakın saçıp savurma. Çünkü savurganlar şeytanların kardeşi olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.” (İsra Sûresi,26-27) buyurmuştur.

Eğer fazla gelen yiyecek, içecek, kıyafet vb. varsa ihtiyaç sahipleri aranıp bulunmalı ve onların hakkı ayırılmalıdır. Zira fakir ve muhtaçların gönlünü yapmak ve onların duâsını almak, hâneleri şenlendirir, rızıkları bereketlendirir. Devamlı hatırda tutulmalıdır ki, biz onlar gibi, onlar da bizim gibi olabilirdi.

İnfakta ölçümüz ise, “Sevdiklerinizden infâk etmedikçe birre (gerçek fazilet, hayır ve iyiliğe) ulaşamazsınız.” (Âl-i İmran Sûresi, 92) âyet-i kerimesi olmalıdır. İnfak ederken verilecek şeyler, giyilmiş elbiseler veya eskitilmiş eşyalardan ziyâde gözümüzde kıymeti olan, gönlümüzde yer etmiş bulunan emtialar olmalıdır. Hadis-i şerifte mecazen şöyle buyrulur: “İnfak eden başta Allah’ın eline verir; Allah’ın elinden muhtacın eline geçer.”

Bazı aileler çocukları olması için çırpınırken, bir kısım insanlar da hiç çocuk sahibi olmak istemiyorlar, âdeta bunun için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu doğru bir hareket midir?

Evlenip de zarurî ve meşru bir sebep olmaksızın çocuk istemeyenler ve onları daha ana rahminde çeşitli müdâhalelerle düşürmeye çalışanlar da neslin helâkine koşanlar arasındadır. Bitkiler ve hayvanlar bile, nesillerinin devamı için binbir türlü ibret manzarası sergilerken, mahlûkâtın en üstünü olan insanın öz neslini baltalama teşebbüsleri hangi mantık ve vicdanla izah edilebilir. Âyet-i kerimede, kıyâmetteki bir manzaraya dikkatler çevrilerek buyurulur ki:

“Diri diri toprağa gömülen kıza hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda…” (Tekvîr Sûresi, 8-9)

1400 sene evvelki o cinâyetler, şekil değiştirerek maalesef günümüzde insanlığın yüzkarası “kürtaj” şeklinde tekrarlanmaktadır. O anne-baba, kâtili olduğu yavrusuna belki yarın muhtaç kalacağını düşünmelidir.

 

Ebeveynin ve özellikle annenin, çocuklarının bakımı ve terbiyesiyle ilgili göstereceği hassasiyet ne olmalıdır?

Hanımların en önemli vazîfelerinden birisi de Cenab-ı Hakk’ın, İslâm fıtratı üzerine lutfettiği yavrularını hayır ve faziletle donatmaktır. İmanlı, istikâmet ehli ve vatanperver çocuklar yetiştirmek, bir anne-babanın en büyük mesuliyeti olduğu gibi, hayatlarından sonra açık kalan defterlerine hasenât yazılmasına da vesîledir.

Bir atasözünde “el-ümmü medresetün: Anne mekteptir.” denilmektedir. Kadın, evde çocuklarıyla daha çok birlikte olduğu için çocuklara güzel örnekler sergileyerek, onların ruhunda kalıcı izler bırakmak sûretiyle “ilk ve en büyük terbiyeci” olacaktır.

Annelik vazifesini vefâkârlık ve fedâkârlıkla omuzları üzerine alan bir sâliha hanım, gerçekten engin bir sevgiye, ömürlük bir teşekküre lâyıktır. İslâm âleminde, ciddî ve fazîletli müslümanlar; ebeveyne, bilhassa anneye ait hürmetin en yüksek örneklerini vermişlerdir. Başta Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, her hafta süt anneleri olan Halime –radıyallâhu anhâ-yı ziyârete gider, mübârek cübbelerini yere serer ve sütannesinin bunun üzerine oturmasını isterdi. Sütanneleri, odaya her giriş çıkışlarında ayağa kalkar ve kendisine hürmet gösterirlerdi.

Hülâsa sâliha anne, ilâhî kudretle genişletilmiş bir rahmet kucağıdır. Bundan dolayıdır ki, Peygamber Efendimiz “Cennet annelerin ayakları altındadır…” buyurmuştur. Aile ocağındaki fertlerin taşkınlıklarını, bilhassa çocukların usandırıcı hırçınlıklarını eritecek fazilet cevheri, anne kalbidir. Saadet çiçeklerinin tohumları annelerin gönüllerine bırakılmıştır. Bu sebeple Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- anne muhabbetini ısrarla telkin buyurmuştur. Kendisine daha ziyâde kime hürmet ve hizmet edilmesi gerektiği sorulduğunda, üç kere “Annen!..”, sonra da “Baban!” buyurmuştur.

Bir hanım kendinden doğmayan, beyinin önceki eşinden kalan çocuklarına karşı nasıl davranmalıdır?

Ona kendi çocukları gibi bakmalıdır. Sevgi, ilgi, şefkat ve hizmetini onlardan da esirgememelidir. Peygamber Efendimiz çocukluğunda kendisini himaye eden ve öz annesi gibi ilgi gösteren Hazret-i Ali’nin annesi Fâtıma binti Esed’e hayatı boyunca hep muhabbet beslemiş ve hürmet göstermiştir. Bu sâliha kadın vefât ettiği zaman Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- cenazenin yanına gelmiş, başucuna oturmuş ve onun fedâkârâne hizmetine Hak katında şâhidlik ederek şöyle buyurmuştur:

Ey annem! Allah sana rahmet eylesin. Sen benim öz annemden sonra annemdin. Kendin aç kalır, beni doyururdun, kendin giymez beni giydirirdin, kendini güzel yiyeceklerden alıkoyarak bana yedirirdin ve bunları yaparken Allah’ın rızasını ve ahiret yurdunu arzu ederdin.”

Sonra Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- cenazenin üç kere yıkanmasını emretmiş, kendi gömleğini çıkarıp ona giydirtmişti. Cenaze bu gömlek üzerinden kefenlendi. Peygamber Efendimiz kabrin kazılmasına da bizzat yardım etti ve sonra lahite yan üstü uzanarak bu sâliha kadına duâ etti. (Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, XXIV,351-2)

Peygamber Efendimizin bu sevgi ve hürmeti, müşfik bir anne kucağına karşı duyduğu minnet, vefâ ve şükrânın ifadesi; bizim için de ne güzel bir ibret ve örnektir. Diğer taraftan böyle bir yetimi, annesizliğini unutturacak kadar bağrına basan, onu şefkat kucağında himaye ve terbiye eden, zarif davranışları ve tatlı sözleriyle bu hassas ve kırık yetim gönlünde taht kuran bir annenin hali ne güzeldir. O yüce anne, yetimin gönlünde bıraktığı bu tatlı hatıralar sebebiyle bir ömür boyu kırık bir gönülden yükselen duâlar vesilesiyle ilâhî rahmete müstağrak olacaktır.

 

“Ailenin kurulması ve saadeti” gibi hassas ve hayâtî bir konuda bizi gönül ufkunuzdan ve tecrübelerinizden hissedâr kıldığınız için teşekkür ederiz.

Allah yuvamızı hayırlarla kurmayı, bu aileden hayırlı nesiller yetiştirerek ümmet-i Muhammed’e ve bütün insanlığa hizmetler ulaştırmayı hepimize nasip etsin. Âmin.