Üstün Karakter

Ebedî Fecre

Yıl: 2005 Ay: Mart Sayı: 01

İNSANIN ŞEREFİ

Kâinâtın gözbebeği kılınarak Allâh’a halîfe vasfında yaratılan insanoğlu, bu şerefli mevkiyi koruyabilmesi için seviyesine uygun üstün özellik ve husûsiyetlere sahip olmak mecburiyetindedir. Aksi hâlde nefsi onu aşağıların en aşağısı derekelere düşürebilmektedir.

Onun için kul; kendisini ebedî fecre ulaştıracak, nefsâniyetin anaforundan kurtararak sonsuz ufuklara iletecek olan yüce, ulvî ve ilâhî vasıflarla donanmalıdır. Yani yaratılışına uygun üstün bir karakter, yüksek bir şahsiyet ölçüleri içerisinde yaşamalıdır. Bunda muvaffak olanlar; hem kendilerini kurtarırlar, hem de onların tesirindeki diğer insanlara imdat eylerler…

ÜSTÜN KARAKTERE VARLIK HAYRANDIR

Hiç şüphesiz zâhir ve bâtınıyla bu dünya ve beşeriyet; dâimâ, ince rûhlu, zarif ve rakik kalpli yüce karakterlere, örnek ve üstün şahsiyetlere muhtaç durumdadır. Yaratılıştan bu yana yerler, gökler ve insanlık, böyle kimselere meftûn olmuş; akıl ve gönül, onları güçleri nisbetinde taklide çalışmıştır.

Zira insan, şahsiyet ve karaktere hayranlık duyar ve onu taklit eder. Çünkü insanoğlunun yaratılışındaki en köklü temâyüllerden biri de «taklit»tir. Çocuk, ana dilini bu sayede öğrenir. Elinde büyüdüğü anne, baba, aile çevresi ve yaşadığı muhitin tesiri altında kalarak şahsiyet edinme yolunda ilerler.

Yani doğuşundan itibaren insan, müsbette de menfîde de maddî ve mânevî tekâmülünü hep taklit ettiği şahıs veya şahıslar çevresinde oluşturmaya başlar. Hıristiyan bir anne-babadan doğan bir çocuk müslüman ellerde büyürse, o bir mü’min olarak şahsiyet kazanır. Buna mukābil müslüman anne-babadan doğan bir yavru da hıristiyan ellerde yetişirse, o da bir Hıristiyanlık müntesibi olur.

Bu gerçek de gösteriyor ki; insanoğlunun yapısı, devamlı ilerlemeye müsait olduğu için o, etrafında gördüklerini kendisine örnek edinerek sürekli ileriye doğru mesafe alır. Bu bakımdan;

PEYGAMBERLER BİRER YÜKSEK KARAKTER ÖRNEĞİDİRLER

İnsanoğlunun örnek ihtiyacını en güzel şekilde gidermek ve onun sırât-ı müstakîmde yürümesini temin etmek için Cenâb-ı Hak, birer örnek şahsiyet olarak peygamberler göndermiştir.

Fahr-i Kâinat -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in hayatına baktığımız zaman, ilâhî vahyin O’nun öncelikle kalbine indirildiğini müşâhede ederiz. Bu durum âyet-i kerîmede şöyle ifade edilir:

“Muhakkak ki o (Kur’ân), Âlemlerin Rabbinin indirdiği (kelâm-ı ilâhî)dir. Onu, Rûhu’l-Emîn; uyarıcılardan olasın diye, apaçık bir Arapça ile Sen’in kalbine indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 192-195)

ÜSTÜN KARAKTER SAÂDET KAYNAĞIDIR

Kalbe inen Kur’ân, Allah Rasûlü’nün karakter ve davranışlarının âdetâ canlı bir Kur’ân hâlinde sergilenmesine vesile olmuştur. İşte sahâbe-i kiram; bu şahsiyet ve karaktere hayran kalmış, böylece İslâmî şahsiyet ve karakterlerini, öncelikle kalb-i nebevîden almışlardır.

Hidâyetlerinden evvel yarı vahşî bir hayat yaşayan bu câhiliyye insanları, Allah Rasûlü’nden aldıkları yoğun in’ikâslarla feyizlenerek davranış mükemmelliğinde zirveleşmişlerdir. Bunun içindir ki;

Sahâbînin o devrine insanlık tarihinde «asr-ı saâdet» denildi.

O çağın insanları, «mârifet» toplumu oldu.

O devir, derin bir tefekkür mevsimi vasfını kazandı.

O devir, Rabbi ve Rasûlullâh’ı daha yakından tanıma devri idi.

Sahâbe-i kiram, düşüncenin merkezinden nefsânî hayalleri bertarâf etti. Kalbine tevhîdi yerleştirdi. Malı ve canı vasıta kılarak her zaman ve mekânda rızâ-yı ilâhiyyeyi aradı. Bu sebeple Çin’e gitti, Semerkant’a gitti, İstanbul’a uzandı. Bu yolculuklar, onları yormadı.

Zira gönüllerinde merhamet ve hidâyet enginleşmişti.

Hizmet, îmânın lezzeti hâline gelmişti.

O sahâbî; dâimâ yüce bir fedâkârlık ve şahsiyet, yani İslâm kimliği sergiledi.

Sahâbî ki, bir râvîden bir hadîs-i şerîfi alıp ümmete nakletmek için bir aylık yolu seve seve kat etti. O bahtiyar insanlarda öyle bir şahsiyet ve kimlik meydana geldi ki, atını boş torba ile kandıran kişinin rivâyet ettiği hadîsi almadı. Hayvanını kandıran o kişinin karakterinde zaaf buldu.

Riyâzet hâli, bir tabîat-ı asliye hâline geldi. Bu toplumda aşırı tüketim, oburluk, lüks, gösteriş, sahâbî çevresinin tanımadığı bir hayat tarzı idi.

Hudutlar, on sene sonra; Medine’den Filistin’e, Irak’a ulaştığı zamanda da gönül dünyaları aynı kaldı. Servetler onlara aktığı hâlde, evlerinin hendesesi (geometrisi), şekli ve gönüllerinin yapısı, yani yaşayışları değişmedi.

Böylece onlar, dünya tarihine «fazîlette zirve insanlar» olarak geçti.

Allâh’ın dînine hizmeti gaye edinmiş mü’minler de; ashâb-ı kirâmın bu fazîletli hâlinden örnek alarak, bu ulvî sırdan nasiplenmeli, kalben Kur’ân’ın nûru ile feyizlenmeye gayret göstermelidirler.

KALBİN KİLİTLİ KAPILARINI AÇAN ANAHTAR

Mus‘ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-, beraberinde Es‘ad bin Zürâre -radıyallâhu anh- olduğu hâlde Medine’de Abd-i Eşhel ve Zaferoğulları’nın yurduna gitmişlerdi.

O gün Abd-i Eşheloğulları’nın liderleri Sa‘d bin Muaz ile Üseyd bin Hudayr idi. İkisi de henüz müşrikti. Sa‘d, Mus‘ab bin Umeyr’in gelişini duyunca Üseyd’e;

“−Ne duruyorsun? Bizim zayıf ve cılız insanlarımızı aldatmak için gelen şu iki adamın yanına git ve onları buradan uzaklaştır!” dedi.

Üseyd de Mus‘ab bin Umeyr ile Es‘ad bin Zürâre’nin yanlarına geldi; kötü sözler söyleyerek başlarına dikildi ve elindeki mızrağını onlara doğrultup;

“−Yaşamak istiyorsanız buradan çekip gidin!” dedi.

Mus‘ab -radıyallâhu anh- ise sâkin ve mütebessim bir şekilde şu mukabelede bulundu;

“−Eğer oturup dinlersen, sana söyleyeceklerimiz var. Sen akıl ve basîret sahibi seçkin bir kimsesin. Beğenirsen kabul eder, hoşlanmazsan uzak durursun…” dedi.

Üseyd, biraz düşünüp;

“−Doğru söylüyorsun.” diyerek mızrağını yere sapladı ve dinlemeye başladı.

Dinledikçe Mus‘ab -radıyallâhu anh-’ın anlattığı ilâhî güzelliklerin câzibesine kapılarak İslâm’ı kabul etti. Sonra huzur içinde oradan ayrılıp Sa‘d’a;

“−Onları dinledim, anlattıklarında da bir mahzur görmedim.” dedi.

Buna kızan Sa‘d, bu defa kendisi Mus’ab’ın yanına gitti. Öfkeli idi ve kılıcını da yarıya kadar sıyırmıştı. Mus’ab -radıyallâhu anh- onu da aynı şekilde karşıladı. Yatıştırdı. Sonra tatlı ve rûhunu okşayıcı bir üslûp ile ona da bir kısım ilâhî hakikatleri anlattı.

Böylece Sa’d da, Üseyd gibi anlatılanların ulvî câzibesine kapılarak îman kevserini yudumladı.

Hiç şüphesiz bu hâl, Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in mânevî terbiyesinde yetişen müstesnâ sahâbîlerin nasıl yüce bir olgunluğa eriştiklerinin bir misâlidir.

O bahtiyarlar, insanın ihyâsından ibaret olan İslâm’ın bereketiyle;

“Seni öldürmeye gelen, sende dirilsin!” düsturunu beşeriyet tarihine altın harflerle yazmışlardır.

AF VE MERHAMET ZİRVESİ

Bu çerçevede Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-; ölümü hak eden nice mücrimleri, hattâ amcasını öldüren Vahşî’yi dahî affedip, onlara hilm ile muâmelede bulundu. O’nun gönlünde ve huzûrunda dâimâ merhamet ve rahmet, gazabın önüne geçti. Beşeriyeti yakan nice gaflet ve dalâlet alevleri, O’nun hakikat kevserinde söndü ve emsâlsiz goncaların yetiştiği bir gülistan hâlini aldı.

Yaşadığı devrin insanları;

“Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!” şeklinde ifade edilen vahşet ve cehâletten kurtuldu ve muhârebe sonrası bir damla suya hasret bir hâlde can verirken bile, kendisine getirilen suyu, diğer yaralı kardeşine işaretle;

“−Ona götürün!” diyerek, son nefesinde hayatî bir zaruret içinde kıvranırken bile imkânını kardeşine devreden, kendinden çok kardeşini düşünen diğergâm şahsiyetler hâline geldi.

DÜŞMANLARIN ÖLÇÜSÜNDE BİLE ÖNDE OLMAK

İnsanlığı, işte böylesi kâbına varılmaz mânevî zirvelere götüren Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, oluşturduğu ilâhî kervanın dâimâ en önünde idi.

Nitekim geçen asrın ortalarında Hollanda’nın Lahey şehrinde toplanan bir ilim ve fikir adamları konseyi de, dünyanın yüz büyük adamını tespit etmiş ve hepsi hıristiyan olan seçici kurul, koydukları temel ahlâkî ölçüler çerçevesinde en üstün insan olarak Hazret-i Peygamber’i tercih etmek zorunda kalmışlardır.

Yine câlib-i dikkat bir husustur ki, ashâb-ı kirâmın yüzde doksanı; sırf Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in üsve-i hasene şeklinde ifade edilen örnek şahsiyet ve karakterine, yüce ahlâkına ve üstün vasıflarına hayran ve meftûn olarak İslâm’ı tercih etmişlerdir.

O’na düşmanlıkta en ileri gidenler bile kendisi için hiçbir zaman «yalancı» veya «zâlim» gibi menfî sıfatlar kullanamamışlar ve onu kötülemek niyeti ile konuştuklarında dahî hakkında övgüden başka söz söyleyememişlerdir.

ÜSTÜN KARAKTERİN İTHAMI MÜMKÜN DEĞİLDİR

628 yılında Persleri mağlûp eden Bizans İmparatoru Herakliyüs, zafer dönüşü Suriye’de bulunduğu sırada, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in kendisini İslâm’a dâvet eden mektubu eline geçti.

Bu mektuba kızmaktan ziyade ona alâka duyan ve bilhassa bu tebliğin nasıl bir şey olduğunu öğrenmek isteyen Bizans imparatoru, bu konuda sual sorabilmek için Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in hemşehrilerinden bazılarının yanına getirilmesini emretti.

O sıralarda Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in en azılı düşmanlarından biri olan Ebû Süfyan da, Mekkeli tacirlerin başında Suriye’de bulunuyordu. O zaman hicretin 6’ncı senesiydi ve Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile Kureyş, mütâreke hâlindeydi. Herakliyüs’ün adamları onlara rastladılar ve kendilerini imparatorun huzûruna çıkardılar.

O zaman Herakliyüs ve adamları, İlyâ’da, yani Beytü’l-Makdis’te idi. Yanında Rumların ileri gelenlerinin bulunduğu bir sırada, Herakliyüs onları huzûruna kabul etti ve bir tercüman getirilmesini emretti. Herakliyüs’ün emri üzerine, tercüman;

“–«Peygamberim» diyen bu zâta neseben en yakın olan hanginizdir?” diye sordu.

Ebû Süfyan;

“–En yakını benim!” dedi.

Bunun üzerine Herakliyüs;

“–Onu ve arkadaşlarını yanıma getirin! Yalnız, ben onunla konuşurken, arkadaşları yanında bulunsunlar!” dedi.

Sonra tercümana dönüp dedi ki:

“–Bunlara söyle; ben bu zât hakkında bu adama bazı şeyler soracağım. Bana yalan söylerse; «Yalan söylüyor!» desinler!”

Nitekim;

“Vallâhi, arkadaşlarım yalan söylediğimi ötede beride söylerler diye utanmasaydım, O’nun hakkında yalan söylerdim!..” diyen Ebû Süfyan, sonraki konuşmaları şöyle nakleder:

Bundan sonra Herakliyüs’ün bana sorduğu ilk sual şu oldu:

“–İçinizde O’nun nesebi nasıldır?”

Ben;

“–O’nun içimizde nesebi pek büyüktür!” dedim.

“–Sizden, bu sözü ondan evvel söylemiş kimse var mıydı?” dedi.

“–Yoktu…” dedim.

“–Âbâ ve ecdâdı içinde hiç melik olan var mıydı?” dedi.

“–Hayır!” dedim.

“–O’na tâbî olanlar; halkın ileri gelenleri mi, yoksa alt tabakası mıdır?” dedi.

“–Alt tabakasıdır.” dedim.

“–O’na tâbî olanlar, artıyorlar mı, yoksa eksiliyorlar mı?” dedi.

“–Artıyorlar…” dedim.

“–İçlerinde, O’nun dînine girdikten sonra beğenmemezlik edip de dîninden dönen var mı?” dedi.

“–Yoktur!” dedim.

“–Bu iddiada bulunmazdan evvel, O’nu hiç yalancılıkla itham etmiş miydiniz?” dedi.

“–Hayır!” dedim.

“–Hiç sözünde durmadığı olur muydu?” dedi.

“–Hayır! Verdiği sözü tutar, ancak biz şimdi O’nunla bir müddet anlaşma hâlindeyiz. Bu müddet içerisinde ne yapacağını bilmiyoruz!” dedim.

(Ebû Süfyan der ki: «O’nu kötülemek için araya sokuşturacak bundan başka söz bulamadım!..»)

“–O’nunla hiç savaştınız mı?” dedi.

“–Evet.” dedim.

“–Bu savaşlar nasıl sonuçlandı?” dedi.

“–Bazen O bizi mağlûp eder, bazen de biz O’nu!” dedim.

“–Peki, size neler emrediyor?” dedi.

“–Bize; «Yalnız Allâh’a ibâdet ediniz, hiçbir şeyi O’na ortak koşmayınız; atalarınızın ibâdet ettiği putları terk ediniz!» diyor. Bize; namazı, doğruluğu, iffetli ve namuslu olmayı ve sıla-i rahmi emrediyor.” dedim.

Bunun üzerine Herakliyüs, tercümana dedi ki:

“–Ona söyle;

O’nun nesebini sordum; içinizde soyunun pek yüce olduğunu söyledin. Peygamberler de zaten böyle, kavimlerinin soyluları içinden gönderilir.

İçinizden; «O’ndan evvel bu iddiada bulunmuş başka kimse var mıydı», diye sordum. «Hayır», dedin. O’ndan önce bu iddiada bulunmuş bir başka kimse olsaydı, onu örnek alıyor, derdim.

«Âbâ ve ecdâdı içerisinde hiç melik olan var mıydı?», diye sordum. «Hayır», dedin. Eğer ecdâdından melik olan biri olsaydı; babasının mülkünü geri almaya çalışıyor, derdim.

«Bu iddiada bulunmadan önce, hiç O’nun yalan söylediğini gördünüz mü», diye sordum. «Hayır», dedin. Ben bilirim ki, insanlara karşı yalan söylemeyen bir kimse; Allah hakkında da yalan söylemez!

O’na tâbî olanlar, halkın ileri gelenleri mi, yoksa alt tabakası mıdır, diye sordum. «Alt tabakası» olduğunu söyledin. Zaten başlangıçta peygamberlere tâbî olanlar da bu tip kimselerdir.

O’na tâbî olanlar, artıyorlar mı, eksiliyorlar mı, diye sordum. Artıyorlar, dedin. Hak dinlerin bir husûsiyeti de tebliğ kemâle erinceye kadar tâbîlerinin artmasıdır.

«İçlerinde O’nun dinine girdikten sonra beğenmemezlik edip de dininden dönen var mı?», diye sordum. «Hayır», dedin. Îman sayesinde meydana gelen inşirah da kalbe girip kökleşince böyle olur.

«Hiç sözünde durmadığı oldu mu?», diye sordum. «Hayır», dedin. Peygamberler de böyledir, sözlerinden dönmezler.

«Size ne emrediyor?», diye sordum. «Yalnız Allâh’a ibâdet edip O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı emrettiğini, putlara tapmaktan nehyettiğini; kezâ namazı, doğruluğu, iffet ve namusu emrettiğini söyledin.»

Eğer bu dediklerin doğru ise;

O Zât, şu ayaklarımın bastığı yerlere bile çok yakın bir zamanda hâkim olacaktır. Zaten ben bu peygamberin zuhur edeceğini bilirdim, fakat sizden olacağını tahmin etmezdim.

O’nun huzûruna varabileceğimi bilsem, kendisiyle görüşebilmek için her türlü zahmete katlanırdım. Yanında olaydım, ayaklarını yıkardım.”

HİDÂYET VESİLESİ

Bu şekilde Herakliyüs gibi birçokları Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in yüksek ve mükemmel şahsiyeti karşısında hayranlığını açıkça dile getirirken, O Varlık Nûru’nun yüce karakterinin üstün hasletlerini mübârek sîmâsında seyredip müşâhede eden bahtiyarların pek çoğu da îmânın saâdetli iklimine can atmışlardır.

Nitekim yahudi âlimlerinden Abdullah İbn-i Selâm, hicrette merakla Allah Rasûlü’nü sormuş, vech-i mübâreklerine bakınca da;

“Bu yüz yalan söylemez!” diyerek müslüman olmuştu.

Ebû Remse’nin oğlu da şöyle demektedir:

“Hazret-i Peygamber bana gösterildi. Ben, O Nûr-i Mübârek’i gördüğüm anda;

«Bu yüce zât, Allâh’ın Nebî’si ve Hak Peygamber’dir.» dedim.”

Çünkü O’ndaki güzellik, heybet, nûrâniyet ve letâfet o derecede idi ki; Allâh’ın peygamberi olduğuna dair, ayrıca bir mûcize, delil ve burhâna ihtiyaç yoktu.

ŞEREF LEVHASI

Hazret-i Mevlânâ ne güzel söyler:

“Bu can bu tende oldukça Kur’ân’a kulum, köleyim; Muhammed Muhtar -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in yolunun toprağıyım…

Birisi sözlerimden, bundan başka söz naklederse, o kişiden de bîzârım, o sözden de…”

Tarihte hayatının tamamı en ince teferruâtına kadar tespit edilen tek Peygamber ve tek insan; Hazret-i Muhammed Mustafâ -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’dir.

O’nun bütün fiil, söz ve duyguları an-be-an kaydedilerek tarihe bir şeref levhası hâlinde geçmiştir.

İLÂHÎ TERBİYE VE ÜSTÜN KARAKTER

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in hayatı, kıyâmete kadar gelecek nesillere örnektir. Kur’ân-ı Kerîm’in Kalem Sûresi’nde O’nun için şöyle buyurulur:

“Şüphesiz Sen yüce bir ahlâk üzeresin!” (el-Kalem, 4)

O’nu böylesine bir yüksek ahlâkî yapı ile yaratıp terbiyesini bizzat deruhte eden Cenâb-ı Hak, insanlığın O’nu örnek ve rehber edinmesini ferman ile âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

“Andolsun ki; Rasûlullah’ta sizin için, Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için bir «üsve-i hasene» vardır.” (el-Ahzâb, 21)

O, öyle bir yüce örnektir ki, O’nu örnek alanlar da örnek olurlar.

Bunun için her şeyden önce O’nun güzel ahlâk ve yüksek şahsiyetinden nasîb almalıdır.

Zira insanlar; sağlam karakterli, vakarlı, örnek şahsiyetlere hayran olur ve onları örnek alarak peşlerinden giderler.

İslâm tarihi, bu hakikatin sayısız tezâhürleriyle doludur:

SÜFLÎ VE CILIZ KARAKTERİN TESİR DURUMU

Abbâsîler döneminde; sınırları hayli genişlemiş olan ülkenin bütün zenginlikleri, devlet merkezi Bağdat’a akmıştı.

Buna bağlı olarak da özellikle üst tabakada dünyaya meyledenlerin, zevk u safâya, eğlenceye ve lükse kapılanların sayısı bir hayli artmıştı. Öyle ki Halîfe Me’mun’un kızı ile evlenen baş vezir Hasan bin Sehl’in on dokuz gün süren düğünü, bu israf ve lüks çılgınlığının zirvesinde icrâ edilmişti. Devlet hazinesinden keyfî tasarruflarda bulunuluyor ve bir sefahat azgınlığı yaşanıyordu. Devletin sahip olduğu bunca zenginlik ve ihtişam, pek çoklarının gönlünü kendisine esir etmişti.

Böyle esârete düşerek zayıf bir gönül ve cılız karakterler hâline gelenler de hiç şüphesiz, etraflarına hiçbir zaman müsbet bir örnek olamamışlar ve arkalarında silinmez bir iz ve hayırlı bir hâtıra bırakamamışlardır.

ULVÎ VE SAĞLAM KARAKTERİN TESİR KUVVETİ

Buna mukābil o dönemlerde; Bağdat’ta insanları Allâh’a davet eden, nefisleri tezkiyeye çalışan, gönülleri Kur’ân-ı Kerim ve sünnet-i seniyye istikametinde irşad ve ihyâ eden, kendini Allah yoluna adamış ve bir takvâ hayatı yaşayan Hak dostları da bulunmaktaydı. Abdullah bin Mübârek, Süfyân-ı Sevrî, Fudayl bin Iyâz, Cüneyd-i Bağdâdî, Mâruf-i Kerhî ve Bişr-i Hafî Hazretleri gibi…

Bu kıymetli zâtlar da, diğerlerinin, yani zevk u safâya düşerek eriyip giden kimselerin aksine; yüksek bir ahlâk, fazîlet, letâfet ve feyizli bir hizmet sergilemişlerdir. Öyle ki, dünyevî saltanat ve ihtişam, böyle Hak dostlarının gönüllerini hiçbir bedele satın alamamış, dünyanın hiçbir mevkî ve makamı, onları mübârek gayelerinden ve mukaddes vazifelerinden ayıramamıştır.

Onlar, maddecilik tufanında boğulmak üzere olan kitlelerin âdetâ sığınağı ve barınağı gibiydiler. Sultanlar, vezirler, devlet erkânı; halkın bedenlerine ve cisimlerine hükmediyordu, ancak bu Hak dostları, gönüllere taht kurmuşlardı.

Onlar; hiçbir maddî menfaat gütmeden halka fedâkârane hizmet ediyor, vecd dolu îman hâlleri gayr-i müslimlere bile tesir ediyordu.

Abbâsî Halîfesi Harun Reşid, kendi ihtişam ve saltanatı içinde Rakka’da ikamet ediyordu. Bir gün oraya Abdullah bin Mübârek Hazretleri geldi. Bütün şehir halkı onu karşılamak için şehir dışına çıktı. Halîfe neredeyse koca şehirde yalnız kalmıştı.

Bu manzarayı balkondan seyreden Harun Reşid’in bir câriyesi;

“−Bu da nedir? Ne oluyor?” diye sorunca oradakiler;

“−Horasan’dan bir âlim geldi. Adı Abdullah bin Mübârek. Ahâlî onu karşılıyor.” dediler.

Bunun üzerine o câriye;

“−Gerçek sultanlık işte budur, Harun’un sultanlığı değil! Çünkü Harun’un sultanlığında polis olmadan işçiler bile bir araya toplanmıyor.” dedi.

VELHÂSIL

Hakikaten tarih boyunca böyle sâlih zâtlar, üstün karakter ve şahsiyetleri ile cemiyetteki mânevî canlılığı ve İslâm’ın haysiyet ve vakarını ayakta tutmuşlardır.

Yüce Rabbimiz de onlardaki bu kuvvetli îman ve yüksek ahlâka mukābil, onları sevmiş ve kıyâmete kadar gelecek mü’minlere de sevdirmiştir. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

اِنَّ الَّذ۪ٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمٰنُ وُدًّا

“Îmân edip de sâlih amellerde bulunanlara gelince; onlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır. (Yani onları herkese sevdirecektir.) (Meryem, 96)

DUÂMIZ

Allâh’ım! Bizleri Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in ayak izlerini takip ederek ufuklara ulaşan sağlam karakterli, vakûr ve sebatkâr olan bahtiyarlar arasına dâhil eyle!..

Âmîn!..