Televizyon ve İnternet, Âhireti Unutturmaya Çalışıyor

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

TELEVİZYON VE İNTERNET, ÂHİRETİ UNUTTURMAYA ÇALIŞIYOR

Muhterem kardeşlerimiz!

Dünyaya gelen insan ve cin, bir ölüm yolcusu olarak geliyor. Cenâb-ı Hak bir takvim de bildirmiyor. Ne takdim, ne tehir var. Herkes bir takvimini dolduruyor.

Ondan sonra bir ebediyet yolculuğu başlayacak. Üzerinde bir tâdilât yapmak da mümkün değil. Her an işlediğimizi, Kirâmen Kâtibîn tarafından bu dosyalar, kıyâmete gidiyor. Kıyâmette dosyalarımız birikiyor. Tâdilât yapmamız da mümkün değil. “Kitabını oku, bugün nefsin (hesap sorucu olarak) kâfidir.” (el-İsrâ, 14) denilecek. Bütün hayatımız yeniden bize seyrettirilecek. Ondan sonra bir ebedî yolculuk başlayacak.

Cenâb-ı Hak yardım olarak insana istîdatlar veriyor.

وَنَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي

(“…Rûhumdan üfürdüğüm zaman…” [el-Hicr, 29; Sâd, 72])

Bu istîdatları istikâmetlendirmek için Cenâb-ı Hak peygamberler gönderiyor, kitaplar gönderiyor, suhuflar gönderiyor.

Şu kâinat da insan için hazırlandı. Zaten son insandan sonra fonksiyonu bittiği için infilâk edecek. Yeni baştan bir düzen başlayacak.

Velhâsıl insanın mâcerâsı çok uzun ve çok girift. İniş-çıkışlı, med-cezirli. Cenâb-ı Hak peygamberleriyle telkini, kâinattaki zerreden küreye telkini. Rabbini tanıması, Rabbine güzel bir kul olması.

Cenâb-ı Hak:

“Biz insanı abes (boş yere) yaratmadık. Huzûrumuza gelip (hesap vermeyeceğini) mi zannediyor?” (el-Mü’minûn, 115) buyuruyor.

Velhâsıl her insanda, dünyada sekiz buçuk milyar insan varsa hepsinde bir ölüm endişesi var. Ateistte, dinsizde; “Ya varsa ne olacak?..”

İlk tebliğler başladığı zaman Mekke’de:

عَمَّ يَتَسَاءَلُونَ . عَنِ النَّبَاِ الْعَظِيمِ . اَلَّذِى هُمْ فِيهِ مُخْتَلِفُونَ

(“Birbirlerine neyi soruyorlar? (İnanıp inanmamakta) ayrılığa düştükleri büyük haberi mi?” [en-Nebe, 1-3])

Hemen “büyük haber” dediler.

“عَنِ النَّبَاِ الْعَظِيمِ” dediler. “Büyük haber geldi.” dediler. “Ya varsa?” dediler. Hemen tartışmaya başladılar. Nefsanî hayatları çok baskındı, bertaraf etmenin çaresine baktılar. Alay edelim dediler, hakaret edelim dediler, zulmedelim dediler vs. kaldıralım dediler.

Rasûlullah Efendimiz’e geldiler:

“–Sen Muhammed dediler, bunu kaldır, bu âhiret haberini kaldır, biz Sana tâbî olalım, yeter ki şu âhiret haberini kaldır.” dediler. Yani rahatsız oldular. Yani demek ki bir, tâbiri câizse insanın beyninde çöreklenmiş bir yılan gibi. Dâimâ yokluyor âhiret havâdisi.

Dünyada inkâr etseler de, dünyada her şey bir âhiret haberini haber veriyor, fânîliği haber veriyor; ilâhî kudret, ilâhî azameti haber veriyor.

Kâfirde böyle endişe var. Bugün de aynı şekilde. Bunu, âhiret haberini unutturmaya çalışıyor. Televizyon unutturmaya çalışıyor, internet unutturmaya çalışıyor. Modalar, reklâmlar, dünyevîleşmeler unutturmaya çalışıyor.

Mü’minde ise; mü’minde de endişe… Cenâb-ı Hak, peygamberler ve peygamberlerin işaret ettiği kişilerin dışında kimseye bir teminat yok son nefes…

Onun için Cenâb-ı Hak:

وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) “Sakın ha, başka şekilde can vermeyin!” buyuruyor. “Allâh’a yardım eden…” buyruluyor. Yani dîni yaşayacak, dîni yaşatacak. O zaman “…Allah da ona yardım edecek, ayağını kaydırmayacak.” (Bkz. Muhammed, 7)

Yani demek ki her mü’minde endişe; kaygan bir durumun üzerinde.

Cenâb-ı Hak bu kaygan durumda kayanları bildiriyor. Kârun’u bildiriyor, daha evvel salih bir kuldu.

Bel’am bin Bâûrâ’yı bildiriyor, o da evliyâullahtan bir kuldu. Nasıl kaydı gitti!..

Mü’minde tecellîler ayrı ayrı. Fakat en mühimi, bu ebediyet yolculuğunu güzelleştirmek. Bu da, Cenâb-ı Hak “takvâ”yı bildiriyor.

Takvâlı olmak için;

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

“Allah Rasûlü’ne itaat, Allâh’a itaattir…” (Bkz. en-Nisâ, 80)

İşte ashâb-ı kirâm, Efendimiz’in izini takip ettiler devamlı. İbadette takip ettiler, ahlâkta tâkip ettiler, muâmelâtta takip ettiler, muâşerette takip ettiler, hak-hukukta takip ettiler.

Efendimiz’e hayran oldular. Efendimiz bir âbide. İnsanlıkta bir âbide. Efendimiz’in her ânını temsil etmeye çalıştılar. Allâh’ın verdiği bu İslâm nîmetini düşündüler. Bunu infâka mecbur olduklarını hissettiler. Çin’e gittiler, Semerkand’a gittiler, Kayrevan’a gittiler, Afrika’ya girdiler. Daha sonra gelen, İspanya’ya gitti. İstanbul’a seferler oldu. Sırf bu, Allâh’ın verdiği bu İslâm nîmetinin bedelini ödeyebilmek.

Ve hepimiz, bu sonsuzluğun bir yolcusuyuz.

Onun için buyruluyor:

“İki şeyi unutma!” selâmete gitmek için. Ve bunu kalp unutmayacak. Kalp unutmaması için kalbin Cenâb-ı Hak’la beraber olması lâzım.

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Kalpler ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur.” [er-Ra‘d, 28]) Buyruluyor.

Kalp unutmayacak. Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacak, bir de âhireti unutmayacak. İnsanın fıtratında fânîliğe isyan konmuş. İnsan fânîliği istemiyor, aman daha fazla yaşayayım istiyor. Endişe; son nefesten korkuyor, mezardan korkuyor, âhiretten korkuyor. Bunun da bertarâfı için, işte kalbin Cenâb-ı Hak’la beraberliğini temin edebilmek.

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Kalpler ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur.” [er-Ra‘d, 28])

Kalbi, kalb-i selîm hâline getirebilmek.

اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“…Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 88-89]) Ve âhireti unutmamak. Selâmet yolu.

İnsanın iki yapısı var. Mâlum, bir türâbî yapısı var. Topraktan olan bu ceset yapısı. İbadet, muâmelât, ahlâk vs. hepsi bu bedenle oluyor. Bunun için rûha beden giydirildi.

Bir nutfe olarak dünyaya, ana karnına verildi. O beden, yok kadar bir madde; aleka, mudğa, izam, lahim vs. birtakım programlardan geçti. Ondan sonra bir insan olarak çıktı. Cenâb-ı Hak soruyor:

“En insan (diyor), seni şekilsizlikten en güzel şekilde birleştiren Rabbine karşı seni aldatan nedir?” buyuruyor. (Bkz. el-İnfitâr, 6-8)

Dâimâ bir tefekküre sevk ediyor. Bir yoktan, bir sıfırdan nasıl bir nutfe olarak geldin? Aldığın gıdalardan bir nutfe oldun. Topraktan bir gelişin var. En nihayet bir insan olarak dünyaya geliyorsun.

İbadetler bu bedenle olacak. Tabi son nefeste bu bedenin fonksiyonu bitecek. Beden geldiği yere, türâba, yine toprağa dönecek. Fakat rûhânî hayatımız, ona ölüm yok.

Cenâb-ı Hakk’ın ruhları yaratması. Rabbi tasdik ettikten sonra; tabi o tarafı biz bilmiyoruz, unutturdu Cenâb-ı Hak. En son bu ruh olarak, bu ana karnına giriyoruz. Bedenle birleştiriliyor. Bedenle bir ömür takvimi devam ediyor. Ömür takviminin sonunda beden ruhtan ayrılıyor. Yine ruh yolculuğa devam ediyor. Bir mezar hayatı.

Nasıl bir mezar hayatı? O da meçhul. Ancak -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz dünyevî intibâlarla bize mezar hayatından sahneler bildiriyor. Ya Cennet bahçesi veyahut da Cehennem’den hazin bir çukur. O tarafta bir müddet de yok. Herkes kıyamete kadar bekleyiş…

Kıyâmetten sonra “yevmü’l-hurûc”, o mezarlardan kalkış. “Yevmü’l-hulûd”, bir ebediyet gününün başlaması. Orada da insanın durumuna göre, hâline göre, o âhiret hayatının herkes için ayrı ayrı olması. Çok azının hemen Cennet’e girmesi, fakat diğer büyük kalabalığın, uzun uzun bir âhiret içinde beklemesi.

Mücrimlere zor anlar çok. Güneş yaklaşacak. O zamanın şartlarına göre, ter boğacak, ağır sıkıntılar. Fakat bu dünyada Cenâb-ı Hak’la dost olanlar, kalb-i selîme erenler. Onlar için:

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“…Onlar üzülmeyeceklerdir, korkmayacaklardır.” (Yûnus, 62) Ölümü güzelleştirenler. Bunlar kimler? Cenâb-ı Hak bunlar için:

“Rabbim Allah’tır deyip…” (Fussilet, 30) Yani devamlı Allah rızâsını, ibadetleri bir huşû içinde olacak. Ahlâk, muâmelât vs. Rasûlullah Efendimiz’e benzeyecek. Onlar için bir selâmet olacak.

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

Onlar Cenâb-ı Hak’la dost oldukları için “…Onlar üzülmeyecek ve korkmayacaklardır.” (Fussilet, 30) Fakat esas büyük kitle için epey zor anlar yaşanacak. Çok zor anlar yaşanacak. Peygamberler bile zorlanacaklar an an. Çünkü peygamberlere de, -hepsi Cennetlik olduğu hâlde- onlar da tebliğden onlar da hesap verecekler: Ulaşamadığı kimseler var mı? Tebliğ etmediği kimseler var mı?..

İşte Hazret-i Yunus -aleyhisselâm- dünyada bile üç gün erken gittiği için, balığın karnına atılıyor. Zikrine ve istiğfarına, Cenâb-ı Hak, etmeseydi kıyâmete kadar balığın karnında bırakırdık, buyuruyor. Fakat Cenâb-ı Hak ona istiğfarını kabul ettiği için de onun kurak bir yere atmaktan kurtulduğunu söylüyor. Bir peygamber kurak bir yere atılırdı, Cenâb-ı Hak kabul etmeseydi. (Bkz. el-Kalem, 49)

Velhâsıl ibadetlerimiz, muâmelâtımız, hepsi kabule muhtaç. Yani demek ki kul devamlı Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlinde olacak. “Aman yâ Rabbi!” diyecek.

Diğer kıyâmet safhasında, burada olan dosyalarımız devamlı orada doluyor.

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ. وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ.

(“Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.” [ez-Zilzâl, 7-8])

Zerreler bile gidiyor oraya. Orada bakacağız ki unuttuğumuz çok zerreler orada yeniden orada göreceğiz.

Nasıl bugün Cenâb-ı Hak, bir ibrettir, bu sanayinin ilerlemesi, tabi o da Cenâb-ı Hakk’ın verdiği bir istîdatla olmuş oluyor, nasıl bir düğmeye, kompüter’in, bir bilgisayarın bir düğmesine basıyorsun her şey ortaya çıkıyor; orada bizim de her şeyimiz ortaya çıkacak. Duygularımıza göre değerlendirme olacak, ibadetlerimiz, tâatlerimiz, yaptığımız işler. Zor ve korkulu bir an.

Orada Cenâb-ı Hak, bu dünyada ne verdiyse hepsi iki uçlu bir bıçak gibi. Hayra da şerre de. Gözünle ne yaptın? Neleri seyrettin, nelerden ibret aldın? Ne kadar Rahmânî vitrinler, ne kadar şeytânî vitrinlerde gözün dolaştı, gezdi? Kalbine neler damlattı oradan? Kulağın öyle, ağzın öyle, vücudun öyle vs. öyle…

Velhâsıl zor gün. Bu zor güne hazırlanabilmek.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak insanın istîdat olarak ahsen-i takvim üzere, yani en güzel yaratılış…

İnsan bir tefekkür edecek. Af edersiniz bir köpek, bir kedi, bir yılan gördüğü zaman “ben böyle yaratılabilirdim” diyecek. Bir fare gördüğü zaman “ben fare olarak yaratılabilirdim” diyecek. “Ben bir kazanarak bir insan olarak gelmedim” diyecek. Düşünecek, tefekkür edecek. “Bir sıfır sermaye ile insan olarak geldim.” diyecek.

Tabi bunun için ne kadar bir minnettarlık içinde bulunacak Cenâb-ı Hakk’a. Daha daha öteleri düşünecek:

“Elhamdülillah ben yüz yirmi dört bin küsur peygamberin en yücesine ümmet oldum.” diyecek. “Bunu da bir sıfır sermaye ile oldum.” diyecek. Fakat kendisi düşünecek bunu. Fakat bunun ben bedelini vereceğim. Buraya kadar bedelsiz, fakat bundan sonra bir bedel başlayacak.

ثُمَّ لَتُسْأَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“…Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyruluyor.

Cenâb-ı Hak bazı şeylerin miktarını bildirmiyor. Bize zekâtın miktarını bildiriyor, kırkta bir. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın sana verdiği lûtuflar, ihsanlar, ikramlar, bunun bedelini bildirmiyor. O açık, ucu açık bunun.

İnfak buyruluyor. Bu infakı kullanabilmek için, bu da kalbe bağlı. “Sevdiklerinizden vermedikçe Allâh’a yaklaşamazsınız…” (Bkz. Âl-i İmrân, 102)

Canın hasta olsa, canın bir tehlikeye girse, neleri verirsin canını kurtarmak için? Bütün dünya nîmetleri gözünde küçülür. Aman şu canımı kurtarayım diye.

Demek ki Cenâb-ı Hak dostlukta da bunu istiyor. Ne kadar Cenâb-ı Hak’la dostum? Mâlî imkân, zihnî imkân, bedenî imkân vs. bunlarla ne kadar bir seferber hâlinde olacaksın? Ki bununla bir îmânını test edeceksin, bir muhabbetini test edeceksin Cenâb-ı Hak’la.

İnsan, Cenâb-ı Hak, “mükerrem kıldık” diyor. (Bkz. el-İsrâ, 70) Yani mükerrem olacak vasıflar verdik. Bu, insan, bu imtihan dünyasında mükerremliğe kavuşacak, mükerremliğin neticesinde muhteşem olan Dâru’s-Selâm’a Cennet’e girmeye hak kazanacak.