Tebliğ ve Temsil Mesʼûliyetimiz

Genç Dergisi, Yıl: 2022 Ay: Aralık Sayı: 195

Muhterem Efendim, Dünya nüfusuna baktığımızda %23’nün müslüman olduğunu biliyoruz.

İslâm dünya ve âhiret saâdetine vesîle olduğu hâlde insanların çoğunun batılda olmasını nasıl anlamalıyız? Bir de insanın fıtratı İslâm üzere yaratıldıysa dîni yaşamakta neden bu kadar zorlanıyoruz?

Suâlinizin ilk bölümü ile başlayalım. Bu durum, evvelâ bizim tebliğdeki eksikliğimizi ortaya koyuyor. Bugünkü İslâm topraklarına baktığımız zaman, ekseriyetle sahâbenin ve ecdâdımız Osmanlıʼnın ulaşabildiği yerde kalmış olduğunu görüyoruz. Onların İslâm sancağını taşıdığı yerden çok öteye gidemediğimiz gibi, kimi bölgelerde (Endülüs gibi) gerileme de oldu -maalesef-.

Aslında bizim vazifemiz, İslâmʼı daha ilerilere ulaştırmak olmalıyken, mevcudu korumakta bile zorlanıyor olmamız, ümmetçe tebliğ ve temsil mesʼûliyetimizi ihmâl etmekte olduğumuzu gözler önüne seriyor.

Ashâb-ı kirâmın kısa sürede İslâmʼı kıtalara yayan o aşk ve heyecanıyla bugün de gayret edilse, nice hidâyetlere vesîle olunabilir.

Kurʼân-ı Kerîmʼde pek çok âyette “emr-i biʼl-mârûf nehy-i aniʼl-münker” vazifemiz hatırlatılıyor.

Müslüman, kendini devrin akışından mesʼûl görecek. Bunun için evvelâ kendini ihyâ edecek, sonra da İslâmʼı tebliğ ve temsil hâlinde yaşayacak.

Süfyân-ı Sevrî Hazretleriʼnin buyurduğu gibi:

“Horasan’a gidip tebliğde bulunmak; Mekke’de mücâvir olmaktan (orada ikâmet etmekten) senin için daha kazançlıdır.”

İşte ecdâdımız bu şuurla İslâmʼı kıtalara taşıdı. Yaptıkları fetihleri hiçbir zaman kâfî görmedi, durmadı, dinlenmedi.

Orhan Gâzî’nin, oğlu Murad Hân’a verdiği tâlimat, bu îman vecdinin bir tezâhürüydü:

“Osmanlı’ya iki kıt’a üzerinde hükmetmek yetmez! Zîrâ iʻlâ-yı kelimetullâh (Allâh’ın dînini yüceltme) azmi, iki kıt’aya sığmayacak kadar büyük bir dâvâdır! Selçuklular’ın vârisi biz olduğumuz gibi Roma’nın (Avrupa’nın) da vârisi biziz!..”

İşte Murad Han bu vasiyeti yerine getirmek için yeşil Bursaʼnın rahatını bırakıp fethettiği Kosovaʼda şehâdet şerbetini içti.

Fâtih Sultan Mehmed Han, 32 senelik pâdişahlık müddetince İstanbul’da ancak birkaç ay kaldı, geri kalan ömrünü seferden sefere koşmakla geçirdi. Neticede yaklaşık 200 kale, 14 devlet ve 2 imparatorluk fethetti. Buna rağmen aslâ gurur ve kibre kapılmadı. Hattâ Ayasofya vakfiyesinin mühründe, isminin başına “abd-i âciz” ibâresini koydurdu.

Şu hâdise, onun Allah yolundaki gayret ve azminin temelinde yatan ruh heyecanını ne güzel aksettirmektedir:

Sultan Fâtih, Trabzon Rum İmparatorluğu üzerine sefere çıkmıştı. Şehre arkadan ulaşmak için dağlık ve ormanlık bir arâziden geçiliyordu. Bazen baltacılar, önden yol açıyorlardı. Yolun müsâit olmadığı bir yerde Fâtih’in atı kaydı. Fâtih, bir kayaya tutunmak için uğraşırken elleri kanadı. Bu hâli müşâhede eden beraberindeki Uzun Hasan’ın annesi Sârâ Hatun, tam fırsatı olduğunu düşünerek:

“–Oğul! Hân oğlu hânsın! Yüce bir hükümdarsın! Trabzon gibi küçük bir kale için bunca meşakkate katlanman revâ mıdır?” dedi.

Çünkü Uzun Hasan, Trabzon Rum İmparatorluğu ile akrabâlık kurmuş ve bu yüzden annesini, bu seferden vazgeçmesi için Fâtih’e ricâcı olarak göndermişti. Fâtih, elleri sıyrıklarla dolu olduğu hâlde doğruldu ve ona şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Ey ihtiyar ana! Bilmez misin ki, elimizde tuttuğumuz, dîn-i İslâm’ın kılıcıdır. Sen zanneyleme ki çektiğimiz bunca zahmet, kuru bir toprak parçası içindir. Bilesin ki bütün gayretimiz, Allâh’ın dînine hizmettir, insanları hidâyete kavuşturmaktır. Yarın Allâh’ın huzûruna vardığımızda, yüzümüz kara olmasın diyedir. Elimizde İslâm’ı tebliğ ve tâzîz imkânları varken, birtakım zahmetlere katlanmayıp ten rahatlığını tercih edersek, bize gâzî denilmesi revâ mıdır? Ehl-i küfre İslâm’ı götürmezsek, onların azgınlıklarına mânî olmazsak, huzûr-i ilâhîye hangi yüzle çıkarız?!.”

İşte bu ruh ve heyecana, bugün İslâm âlemi olarak son derece muhtaç hâldeyiz.

Suâlinizin ikinci kısmı olan; “İnsanın fıtratı İslâm üzere yaratıldığı hâlde, dîni yaşamakta niçin zorlanıldığı” mevzuuna gelince;

Dîni yaşamakta zorlanmanın bir sebebi “îmânı aşkla yaşama” şuurundan mahrumiyettir. Zira dîn bir muhabbettir; muhabbetle yaşanırsa, hakîkatine erilir. “Aşkla koşan yorulmaz!” denildiği gibi, îmânı aşkla yaşayan bir müʼmin de İslâmʼı yaşamakta zorlanmaz. Bilâkis İslâmʼı yaşama uğrunda karşılaştığı zahmetleri rahmet olarak görüp târifsiz bir zevk duyar. Cenâb-ı Hakkʼın bize örnek olarak takdim ettiği peygamberlerde, sahâbede, evliyâullahta, sâlih ve ârif müʼminlerde hep bunun tezâhürlerini görüyoruz.

Diğer taraftan, ilâhî imtihan hikmetine binâen, insana “nefs” ve “şeytan” gibi iki büyük engel verilmiştir. Zira bir zaferin değeri, ona ulaşmak için katlanılan meşakkatler nisbetinde büyüktür. Cennetʼe lâyık olabilmek için de insanın nefs ve şeytan engellerini aşarak Hakkʼa kulluğu yaşayabilmesi îcâb eder.

Hac ibadetinde “şeytan taşlama” vardır. Fakat hayatın her safhasında sâlih amellere gayret ederek şeytanı taşlamamız elzemdir. Aksi hâlde şeytan bizi taşlamaya başlar. Tembellik, gaflet, nefsâniyet ve rehâvet telkin ederek bizi kulluktan alıkoyar.

Nitekim Nisâ Sûresi’nde şeytanın şöyle diyeceği beyan ediliyor:

“…Onlara (insanlara) emredeceğim de Allâh’ın yarattığını değiştirecekler…” (en-Nisâ, 119)

Elmalılı Hamdi Yazır Efendi, tefsîrinde bu âyetle ilgili olarak şöyle buyuruyor:

“Yani yaratılışın şeklini veya sıfatını değiştirerek durumunu başka şekle sokacaklar, fıtratının kemâline götürecek yerde bozacaklar, çığırından çıkaracaklar.

Tefsirlerde gelen misallere bakarak; kadını erkek, erkeği kadın yapmaya çalışacaklar; kadın yerine erkek, erkek yerine kadın kullanacaklar; uzuvlarını yaratılış görevlerinin dışında kullanacaklar; nikâh yerine zinâ edecekler, temizi bırakıp pisliklere koşacaklar; doğruluğu budalalık, eğriliği hüner sayacaklar; helâle haram, harama helâl, iyiye kötü, kötüye iyi diyecekler; yaratılış kanunu zıddına işler yapacaklar, ruhlarının yaratılışındaki selâmet ve saflıklarını bozacaklar.”[1]

LGBT gibi bir rezâletin “insan hakkı ve hürriyeti” adı altında bütün dünyaya dayatıldığı günümüzde, bu âyet-i kerîmeyi yeniden tefekkür etmek durumundayız.

Zira bu rezilliğe göz yuman veya onu terviç eden herkes, hangi mevkide bulunursa bulunsun, Lût -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’ın eşcinsellere tâviz veren karısıyla aynı hazin âkıbete dûçâr olabileceklerini unutmamalıdırlar. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“Elçilerimiz Lût’a gelince, Lût onlar hakkında tasalandı ve (onları korumak için) ne yapacağını bilemedi. Ona:

«‒Korkma, tasalanma! Çünkü biz seni de aileni de kurtaracağız. Yalnız, (azapta) kalacaklar arasında bulunan karın müstesnâ.» dediler.” (el-Ankebût, 33)

Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼde ısrarla “Şeytan sizin apaçık düşmanınızdır, aman bu düşmana karşı dikkatli olun, ondan Bana sığının!” muhtevâsında tâlimatlar veriyor. Her işin başında istiâze etmemiz, yani “eûzü-besmele” ile şeytandan Allâhʼa sığınmamız isteniyor. O çok güçlü düşmana karşı biz de güçlü durmazsak, mağlup olmaktan kurtulamayız. Bunun için dâimâ kalben Cenâb-ı Hakʼla beraber olarak nefs ve şeytanı mağlup etmeli, kulluğumuzdan hiçbir zaman tâviz vermemeye gayret göstermeliyiz.

Zira Cenâb-ı Hak ile kalbî beraberlik arttıkça nefs ve şeytanın tasallutu tesirsiz hâle gelir. Dünyevî ve nefsânî câzibeler gözden düşer. Âdeta bir çakıl taşı gibi değersizleşir. Gönüllerdeki îman aşk ve vecdi târifsiz bir lezzet olarak telâkkî edilir.

Nitekim ilâhî aşk deryâsına dalmış olan İbrahim bin Edhem Hazretleri:

“İlâhî muhabbetteki vecd ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.” buyurmuştur.

Rabbimiz cümlemize, îmânı aşk ile yaşamayı, râzı olduğu bahtiyar kullarıyla birlikte huzûruna varabilmeyi lûtf u keremiyle ihsân eylesin.

Âmîn!..

Dipnot:

[1] Hak Dîni Kur’ân Dili, III, 88 (Nisâ Sûresi, 119. âyetin tefsîrinden)